2010’ların başlarında Türkiye’de başlıca iki anaakım medya vardı: Hükümet karşıtı tavrını hâlâ sürdürmeye çalışan eski (devletçi) merkez medya ile onun karşısında yeni bir merkez oluşturmaya çalışan hükümetçi medya. O tarihlerde kaleme aldığım bir yazıda, bu iki medya öbeğinin kendilerini denetleyen otoritelere (birinde devlet, öbüründe hükümet) karşı bağımsız pozisyon alabilme güç ve imkânlarını değerlendirmiştim. Yazıda, eski-devletçi ve yeni-hükümetçi merkez medyaları partnerleriyle; yani devletle ve hükümetle dans eden iki dansçı gibi düşünmüş, o metafor üzerinden, hükümetçi medyanın işinin çok daha zor olduğu sonucuna varmıştım.
Çünkü devlet, dans ederken hangi figürleri kullanacağını önceden ilan ediyor ve bunları katı bir biçimde uyguluyordu. Mesela diyordu ki komünizme geçit yok, bölücülüğe geçit yok, irticaya geçit yok! Basit, anlaşılır, kesin figürler! Ve kolay kolay değişmiyor. Dolayısıyla, partneri olan merkez medya (başta amiral gemisi Hürriyet olmak üzere) ikide bir güç durumda kalmıyor, devletle dansını otomatiğe bağlanmış gibi sürdürebiliyor, böylece “tutarlı” bir yayın çizgisine sahipmiş izlenimi verebiliyordu.
Oysa nevzuhur hükümetçi merkez medyanın işi o kadar kolay değildi. Onun partneri siyasetçiler olduğu için, dans sırasında ikide bir değişen “figür”ler karşısında zor durumda kalıyor; aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık vaziyeti hasıl oluyordu.
Tabii o günlerle bu günler arasında dağlar kadar fark var. Zaman içinde iktidar giderek şahsileşti ve en yukarıdan ne zaman hangi sinyallerin geleceği iyice belirsizleşti. Bunun, iktidarın neredeyse organik bir parçası haline gelmiş medyayı ne kadar zorlayacağı açık. Böyle bir durumda en iyi taktiğin “en üst”ten bir ses gelmedikçe hiçbir konuda hiçbir şekilde inisiyatif almamak olduğu sanırım izahtan varestedir. Keza en yukarının altındaki siyasi kademeler için de bu taktik “aklın yolu”dur. Ne var ki, gerek alt siyasi kademelerin (yani “en üst” hariç herkes) gerekse de “en üst”e yapışık medyanın bu taktiği mutlak bir biçimde uygulamaları durumunda kendi varoluşları mutlak bir anlamsızlığa bürünür. İşte bu nedenle bazıları riske girip “racon”u beklemeden söz alıyor. Şansları yaver giderse sözleri “racon”a aykırı olmuyor, peki ya aykırı olursa? İşte o zaman felaket.
Bu felaketlerden biri şu günlerde yaşanıyor. Malum, sağlık emekçilerinin kitlesel bir biçimde alkışlanmasını tekin bulmayan ve bunu dile getiren bazı hükümet yanlısı yazarlar, alkışlama eylemine bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan da katılınca çok fena açığa düştüler.
Fakat bu yanıltıcı olmasın: İktidar cephesinin geçmiş hafızasında yer alan benzerleri gibi alkış eylemi de hafızaya “tekinsiz” koduyla yerleşecek. Çünkü haklılık duygusundaki azalmanın ve güvensizliğin açtığı boşluğu vesvese doldurur.
Cumhuriyet mitinglerindeki güvenden alkışta boğulma korkusuna…
Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), iktidarı döneminde ortaya çıkan kitlesel eylemlerin her zaman kendisine yönelik “devirmeci” bir enerjiyle yüklü olduğuna inandı. Bu eylemler ya başından itibaren öyleydi (2005-2006 bayrak mitingleri ve yürüyüşleri, 2007 cumhuriyet mitingleri) ya da sonradan karakter değiştirerek o niteliğe bürünmüşlerdi (Gezi, 2013).
İktidarın bu tespitlerinin bayrak mitingleri ve cumhuriyet mitingleri için geçerli olduğu muhakkak. Fakat konumuz açısından önemli olan, iktidarın bu eylemler karşısında nasıl bir tutum aldığı…
Hatırlayalım: Bunları ifade ve gösteri özgürlüğünün bir parçası saydı, otoritesini bu eylemlerin güven içinde, sorunsuzca yapılabilmesi için kullandı ve en önemlisi hiçbir şekilde paniklemedi.
Bu tavrın kökeninde, kendi haklılığına duyulan inanç ve buradan kaynaklanan güven duygusu vardı.
Gezi’de bu özgüvenle davranılamamasının altında ise 2010-2011’den itibaren iktidarın yapısında görülmeye başlayan (ve günümüzde zirveye ulaşan) dönüşümler yatıyordu. Bu yapısal dönüşümler iktidarın duygusunu da değiştirdi. İktidarını şahsileştirdikçe güçleneceğini düşünen, fakat denklemin beklediği gibi işlemediğini gören Erdoğan’ın güven duygusu zaman içinde azaldı. İşte bu ruh hali onu Gezi’yi bir “çapulcular eylemi” olarak görmeye itti.
“Alkış”taki “akıllı taktik” sürdürülemeyecek
İktidarın Gezi’yi kullanma biçimi daha sonra standart hale geldi. Artık her türden hak arama eylemi hükümeti devirmeye yönelik gayri meşru girişimler olarak damgalanıyordu. “Üst akıl” diye bir şey vardı ve bu iki kelime telaffuz edilir edilmez akan suların durması gerekiyordu. Her türlü kitlesel çıkış “üst akıl”ın organize ettiği birer fitneydi ve görüldükleri yerde ezilmeliydiler.
İktidara yakın yazar çizerler “alkış”a karşı çıkarken, “uzatılırsa tadı kaçar” derken işte bu manevi atmosferin içinden konuşuyorlardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan balkondan sağlıkçıları alkışlayınca onların utanç verici bir yenilgi aldıkları düşünüldü. Ne var ki önümüzdeki günlerde iktidarın tavrı alkışa ve alkışçılara karşı değişecek ve onlar da düştükleri yerden kalkacaklar. İlk işareti alkışın ikinci gününde “bugün ve yarın da” diyerek Sağlık Bakanı verdi. Buradan anladık ki iktidar çevreleri bu işi uzatmamak ve üç günle sınırlamak istiyorlar.
Önceki gece benim de dahil olduğum bir WhatsApp grubunda bir arkadaşımız Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın alkış eylemine katılmasııyla ilgili şöyle bir yorum yaptı:
“Akıllılık ettiler. Karşıya almaktansa sahip çıktılar ve koopte ettiler.”
Bence de öyle, fakat sürdürülemeyecek; bugünden itibaren alkış eylemi Sabah yazarı Haşmet Babaoğlu’nun sözleriyle “pislikler”e bırakılacak bir süre sonra da alkışlar sinirlilik yaratmaya başlayacak.
Ve 2007’de olan şimdi olmayacak, çünkü bu defaki “akıllılık”la mesela cumhuriyet mitinglerindeki akıllılık arasında mahiyet farkı var. 2007’de kendine ve haklılığına güvenen bir iktidarın sakin gücü söz konusuyken, bugün bunların erozyona uğradığı ve onların yerini vesvesenin aldığı paniklemiş bir iktidar var. Bu fark, başlangıçta desteklenen eylemin zamanla bir “üst akıl” marifeti olarak damgalanması sonucunu doğuracak.
NOT. Son yazımda Avrupa’da refah devletinin ortaya çıkışı konusunda yazdıklarımla ilgili olarak Halil Berktay şöyle bir eleştiri gönderdi bana: “Refah devleti, 1945’ten sonra ve komünizm korkusuyla değil, (a) birinci savaşta ölen milyonlarca emekçinin kan bedeli olarak; (b) Büyük Bunalım karşısında pratikte New Deal ve ve teoride Keynes ile başladı.”
Akıllarda yanlış bilgi kalmasın, düzeltiyorum.