[14 Mart 2017] Hafta sonu dizüstü bilgisayarım ve bütün yazı taslaklarımın (hattâ ders planlarımın ve daha neler nelerimin) olduğu çubuk belleğim virüslendi. Kurtarmaya çalışıyorlar. Başarıp başaramadıklarını ancak yarın öğrenebileceğim. Olmadıysa ne yaparım, düşünmek bile istemiyorum şu anda. Çaresiz, ben de kendi kafamdaki köhne sırayla yazmayı bırakıp, üç makalelik bir ara veriyor ve ister istemez son olaylara, Almanya ve Hollanda ile Türkiye arasında patlak veren, bütün Avrupa Birliği’ne doğru da genişleme istidadı gösteren diplomatik krizlere dönüyorum.
* * *
5 ve 12 Mart Pazar geceleri 24TV’de Zeynep Türkoğlu’yla birlikte yaptığımız Serbestiyet programlarında da söyledim zaten: Olayın içeriği itibariyle Türkiye hemen tamamen haklı. Ya da tersten söyleyecek olursak, Almanya ve Hollanda’nın çıkış noktası itibariyle haksızlığı yüzde yüz. Ortada gayet normal bir durum ve beklenti var: Çeşitli Avrupa ülkelerinde beş milyon küsur Türkiyeli yaşıyor. Çoğu Türk-Alman, Türk-Hollanda, Türk- Fransız vb çifte vatandaşlık sahibi. Türkiye’de bir anayasa değişikliği referandumu yapılacak. Bu referandumun evet tarafında yer alan politikacıların da, hayır tarafında yer alan politikacıların da, kampanyalarını Türkiye içinde olduğu kadar Avrupa’da da yürütmek istemeleri, siyasetin en basit ve doğal gereği. Tuhaf olan, anormal olan, buna set çekmek. Oysa Almanya ve Hollanda, çok yanlış bir çığır açtılar, bu açıdan. İkisi de “güvenlik” ve “gerginliklerin artması tehlikesi” gibi mazeretlere başvurdu. Biraz farklı biçimlerde yaptılar ama işin özü aynı kaldı. Almanya federal bir cumhuriyet. Eyaletlerin ve yerel yönetimlerin geniş yetkileri var. Referandumun evet kanadından AK Partili iki bakanın yapmak istediği kapalı salon toplantılarını, söz konusu yerel yönetimlerin de baskı ve/ya teşvikiyle, doğrudan doğruya mekân sahipleri iptal etti. Federal hükümet de (mealen) “üzgünüz ama yapabileceğimiz bir şey yok” diyerek bu uygulamanın ardına saklandı. Hollanda biraz daha açık ve dürüst davrandı açıkçası. Evetçi toplantıları toptan yasaklamak yoluna gitti. Gerekçe olarak da, güvenlik apolojisine ilâveten (ve mealen) “sizin meseleleriniz bizi ilgilendirmez, kendi sorunlarınızı kendinize saklayın, buraya taşımayın” gibi, küreselleşme çağında ve herkesin kıta çapında siyaset yaptığı koşullarda gerçekten çok garip kaçan bir söyleme başvurdu. Bununla da kalmadı; Dışişleri Bakanı Mevlût Çavuşoğlu’nu, uçağının iniş iznini iptal etmek suretiyle Hollanda’ya sokmamak yoluna gitti. Dahası, T. C. Rotterdam Başkonsolosluğunda (yani hukuken “Türkiye toprağı”nda) yapılacak bir toplantıya bile engel oldu. Öğrenildiğine göre, Hollanda hükümeti ve Rotterdam belediyesi yetkilileri, önce bu toplantının bileşimine müdahale girişimlerinde bulundular. 50 kişiyle sınırlanmasını istediler; isim listesi verilmesini talep ettiler. Nihayet işi, o sırada Almanya’da bulunan ve karayoluyla Rotterdam’a gelen Aile Bakanı Fatma Kaya’yı, resmen temsil ettiği ülkenin Rotterdam Başkonsolosluğuna sokmamaya kadar vardırdılar. Polis refakatinde götürüp Almanya’ya sınır dışı ettiler. Son aşamada, Rotterdam Başkonsolosluğu önündeki gösteriyi atlı polislerle, eğitilmiş polis köpekleriyle ve cop saldırılarıyla dağıtırken, hayli çarpıcı şiddet görüntüleri sergilediler.
Bu mızrağın pek çuvala sığar olduğu kanısında değilim. Ne Almanya’nın gerekçeleri inandırıcı, ne Hollanda’nın. Görünürde hiçbir güvenlik tehlikesi mevcut değil (nitekim Fransa’nın kuzeyinde, Metz’teki bir toplantı hiç sorunsuz yapıldı). Dahası, her iki ülke evet sözcüleri sıfatıyla AKP bakanlarının Türkiyelilerle bir araya gelmesini önlerken, ister yerel ister merkezî düzeyde hayır cephesine hiçbir kısıtlama getirmedi. Almanya’da izin verilmiş bulunan toplantısını, Deniz Baykal’ın kendisi, gayet sorumlu ve hakşinas bir tavırla iptal etti. Ardından CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, aynı ilkeli tutumu daha da genişleterek, Hollanda’nın uygulamalarını kınadı ve bu koşullarda kendilerinin de hiçbir hayır toplantısı düzenlemiyeceklerini açıkladı (Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve aşırı-partizanlık içindeki hükümet yanlısı medyanın, CHP’nin bu düzgün duruşunun yeterince hakkını vermediğini kaydetmeliyim). Gelgelelim, Mevlût Çavuşoğlu ve Fatma Kaya’nın maruz bırakıldığı kaba, kuralsız, anti-demokratik ve aşağılayıcı muameleden dört gün önce, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun gene Rotterdam’da Hollanda İşçi Partisi milletvekili Keklik Yücel ile birlikte pekâlâ bir hayır toplantısı düzenlemiş olduğu ve Bayan Yücel’in Feyzioğlu’yla yan yana durup “bu referanduma hayır’dan başka bir cevap verilemez” cümlesini içeren bir konuşma yaptığı, 12 Mart Pazar akşamı itibariyle bütün haber kanallarına yansıdı. İsterseniz bir de şu tezadı hatırlayalım. Nisan 2014’te, yani neredeyse tam üç yıl önce, zamanın Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck bu ülkeyi ziyaret ettiğinde, ilk andan itibaren her türlü diplomatik teamülü aşan bir sertlikle Türkiye’yi eleştiri bombardımanına tutmuş; CHP ile ayrıca temas kurmuş ve görüşmeler yapmış; üstelik o sırada gene bir protesto hareketinin içinde olan ODTÜ öğrencilerini bile ziyaret edip AK Parti karşıtlığına özel destek mesajları vermekten çekinmemişti. Hükümetin buna tepkisi ise sadece Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun kınamasıyla sınır kalmış; yani meselâ Joachim Gauck’u sınır dışı etmeye filân kalkmamıştı. Oysa Gauck, Almanya’nın bir iç sorununu takip ediyor, Almanya’da yapılacak bir anayasa değişikliği referandumu için Türkiye’de yaşayan Alman vatandaşlarından destek arıyor değildi; doğrudan doğruya Türkiye’nin iç işlerine karışıyor, AKP’ye karşı muhalefete bir dayanışma ve teşvik eli uzatıyordu. Şimdiki olayda ise, Türkiye (çıkış noktası itibariyle) aşikâr ki sadece kendi anayasa referandumuyla ilgileniyor(du); Almanya veya Hollanda’nın (veya Avusturya’nın, İsviçre’nin ilh) iç işlerine karışıyor değil(di); sadece bir kısım Türkiye kökenli Almanya veya Hollanda vatandaşları TC vatandaşları da olduğu ölçüde, onların arasında evet (ve hayır) kampanyalarının serbestçe yürütülmesini talep ediyor(du). Fakat işte bunun karşılığı yasaklama, bakanların uçuş izinlerinin iptali veya sınır dışı edilmeleri oldu. 2014’te demokrasi adına Gauck’u hararetle savunan Angela Merkel ise, bugün gene demokrasi adına ülkesinin ve Hollanda’nın uygulamalarını savunuyor.
İkiyüzlülük ve çifte standartlılık olursa bu kadar olur. Benim analiz katmanlarım kabaca şöyle: (1) Tabanda, en aşağılarda, muazzam bir göç ve sığınma çağı yaşıyoruz. Çok büyük insan kitleleri, kâh işsizlik ve yoksulluktan, kâh iç savaşlardan ve salgın hastalıklardan, kâh baskı rejimlerinden, kâh mafyalaşma ve korsanlaşmalardan kaçarak kapağı yeryüzünün zengin ve istikrarlı toplumlarına atmaya çalışıyor. (2) Batı yönetimleri buna hazır değil. Vizyon ve liderlik sorunları yaşıyorlar. Ülkelerinin demografik bileşiminin değişmesi karşısında ne yapacaklarını bilemiyor; Batı modernitesinin alıştıkları “norm”ları ile bu yeni gelenlerin alışkanlıklarını bağdaştıramıyor; çok-kültürlülüğü sindirecek, yerlileştirecek ve normalleştirecek çözümler bulamıyorlar. (3) Bu kısırlıktan ve derinleşen fay hatlarından, genel olarak yabancı düşmanlığı besleniyor. (4) Üzerinde İslamofobi yükseliyor. (5) Üzerinde Türkofobi yükseliyor. (6) Hepsi, aşırı sağın dünya çapında yükselişine kanalize oluyor (ABD’de Donald Trump, Fransa’da Marine Le Pen, Hollanda’da Geert Wilders). (7) Merkez partileri bu sağcılaşma karşısında ne yapacaklarını bilemiyor; ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına karşı etkili, inandırıcı, kazanıcı bir ideo-kültürel mücadele veremiyor; hattâ aşırı sağa oy kaptırmamak uğruna onunla popülist demagoji yarışlarına bile girebiliyor (bunda, 1930’larda Faşizm ve Nazizm karşısında sergilenen yatıştırmacılık zaafını hatırlatan patetik bir yan da var). (8) Nihayet, birçok Avrupa hükümetinin AK Parti ve Erdoğan allerjisini, dolayısıyla (15 Temmuz 2016 darbe girişimi karşısında düzgün ve ilkeli bir tavır almadıkları gibi) 16 Nisan 2017 referandumundan da evet değil hayır çıkmasını umuyor olabileceklerini, tâlî bir faktör de olsa hesaba katmak gerekiyor.
* * *
İşin Almanya-Hollanda tarafı böyle — ve oldukça hazin, bu krizin ötesinde, dünyanın ve Avrupa’nın genel gidişatı açısından. Peki, Türkiye tarafı çok mu sağlıklı? Hayır; maalesef bunu da söyleyebilecek durumda değilim. Temeldeki haklılığına karşın, Türkiye de iyi bir “kriz ve kavga yönetimi” sınavı veremedi geçtiğimiz hafta boyunca. Dikkat ederseniz, yukarıda bir Faşizm ve Nazizm suçlaması yapmadım; benzetmemi, Batı demokrasilerinin 1930’larda Faşizm ve Nazizm karşısında kapıldığı yatıştırmacılık (appeasement) zaafıyla sınırlı tuttum. Başka şeylerin yanında bu, Rutte ve benzerlerini düşmanlaştırmak yerine, asıl Wilders’leri baş düşman alırken Rutte’leri en azından nötralize edebilmeyi, belki kendi safına çekebilmeyi de içerir (içerebilmeliydi). Bu yaklaşım ile hükümetin ve bilhassa Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın benimsediği söylem arasında da ciddi bir fark söz konusu. Bu ve benzer noktaları bundan sonraki iki yazımda ayrıntılandırmaya çalışacağım.