Bu dünya iyilikle dolu; insanlar birbirine emek veriyor ki eksikler tamamlansın, çocuklar büyüsün, engelliler kanat takıp uçsun, birinde olan ötekinde de olsun. Kötülüğün gürültüsü kulakları sağır edince ince işlerin sesini duymak karıncanın ayak sesini duymak kadar zorlaştı.
Altın ve Bakır (2011) filminin yönetmeni Homayaun Assadian son derece yavaş akan neredeyse gerçek yaşamla aynı anda ilerleyen bir aşk hikayesi anlatmış. Seyyid ile Zehra’nın birlikte dokudukları halıda müşahhaslaştığı gibi, dualarla, renklerle, hastalık ve fedakarlıklarla geçen bir hayat.
Seyyid Rıza Kazım Nişaburî hayatını ilme adamış o medrese senin bu medrese benim dolaşarak bir arının bal toplaması gibi çalışıp çabalayan genç bir öğrencidir. Çocukluğunda Nişabur’da başladığı eğitimine Meşhed’de Han Medresesinde devam eder. Kelam Tefsir gibi dersler veren hocaları takip ettikten sonra Yezd şehrindeki bilgi kısmetinin peşinde koşar. Sonunda ünlü alim Hacı Rahim beyin ahlak derslerine devam etmek üzere Tahran’a geldiğinde yanında karısı Zehra, ilkokula giden kızı Atıfe ve henüz emeklemeye başlayan oğlu Ali Emir var.
Yaşlı ev sahibi Azam hanım kutular dolusu kitabı eşya sanıp bu dünyaperestliği yadırgamıştır. Kendisi dul bir kadın olarak oldukça şikayetçi bir kişi, down sendromlu genç bir kız olan evladını mümkün mertebe gözlerden uzak tutmaya çalışmak onu psikosomatik hastalıklara düçar etmiş.
Seyyid derslerine şevkle devam ederken evde çocuklara bakan, ev işlerinden başını kaldıramayan, yemek yapmak için çırpınan, para kazanmak ve kocasını rahatlatmak için halı dokuyan Zehra’nın kanatları altındadır adeta. Karısının derin aşkını, yaptığı beş kuruş getirmeyen işine, sonu gelmez öğrenciliğine olan saygısını, fedakarlığını çok sonra anlar Seyyid. Ne zaman ki Zehra MS hastalığına yakalanıp gözleri görmemeye, ayakları tutmamaya, takatten kesilmeye başlar o zaman bilir ki karısı gören gözü tutan eli delice koşturan ayağıdır. Aslında Zehra’nın böyle parasız bir öğrenciyle ilmine hürmeten evlenmesi de nadide bir durum. Aynı konumda olan nice arkadaşı hiçbir kız ya da ailesi kabul etmediğinden evlenememekten muzdariptir.
Zehra hastalığın pençesindeyken Seyyid artık ne bir satır okuyabilmekte ne de derslere devam edebilmekte. Başka bir ders açılmıştır hayat medresesinde, nazari ahlaktan çok ötede hayati ahlak dersi. Karısının ilaçları, tetkikleri, tedavisi için koştururken, biteviye yemek bulaşık temizlikle uğraşırken, bebeğin doyurmaktan banyoya, temizlikten avutmaya akıl almaz zor bakımıyla ilgilenirken hırçınlaşır biraz. İlim tahsil etmeye geldiği şehirde tamamen uzak düşmüştür gayesinden.
Zehra’nın da kızına biçtiği elbiseyi dikememek, çocuklarına yemek yapamamak, halısını dokuyamamak ve kocasını bu iş karmaşası içine atmış olmak yüreğine oturur. Seslerini birbirlerine ilk kez yükseltip kavga etmenin ardından Allah’tan gelene teslim olmayı seçmeleri, yatışıp barışmaları çok önemli. Seyyid ilmine rağmen öğretmenliği kabul etmeyen bir hal içindeydi ve daha öğreneceği çok şey olduğunu düşünüyordu. Fakat artık bambaşka bir ilimle karşı karşıyaydı, nazariyelerden, kitaplardan taşan afaki ahlakın gerçek hayattaki sınanmasıyla. Kitabı olmayan bu ilmi öğrenmenin yolu bilgiyi kuvveden fiile çıkarmak için emek vermekten geçiyordu.
Kızını okula bırakıp bebeği kucağında derse gitmiş, içeri girmeden kapı aralığından dinlemeye başlamıştı. Onu gören bir molla erkek adamın böyle bebekle gelmesinin medresenin izzetini zedelediğini söyleyerek kalbini yaralasa da aldırmadı Seyyid. Ciltler dolusu kitap hayat sahnesine çıkmıştı ve hocanın kapı aralığından gelen sesi de bilgi biriktirmek yerine bildiklerinizle amel edin diyordu.
Oldukça durağan olan filmi çekici kılan Türk sinemasında alışık olmadığımız biçimde dindar kişilerdeki iyi yanların nazara verilmesi. Bizde hocalar hacılar sinema ve edebiyatta daima dini istismar eden, riyâkar, cahil, bencil, art niyetli, nobran kişiler olarak tasvir edildiğinden insan, dini birikimin kişiye kattığı iyi şeyleri görmeye hasret kalıyor. Genç bir din adamının hayatını amaçlarını hastalanan karısının ayaklarının altına sermesi karşısında duralamamak ne mümkün.
Görme yetisini kaybetmeye başlayan Seyyid’in müşteriden avans aldıkları için Zehra’nın yerine geçip bitirmek zorunda olduğu halıyı dokurken gül almak için tekrarladığı dersler, zahir ile batın kitapla fiil arasındaki ilişkiyi açığa kavuşturuyor. Bıçakla parmağını kestiğinde, Zehra böyle durumlarda yaraya tuz basmayı öğretiyor ona, ninesinden öğrendiği gibi.
Ev sahibi Azam’a gelince, ne kadar söylense de yine de onlara yardım etmekten alıkoyamıyordu kendini. İnsanın içindeki sonsuz iyilik ve merhamet aksine izin vermezdi zaten. Kızı Ayda engelini aşıp bebeğe bakıyor, kendisi ise yemek yapıp getiriyordu. Seyyid ve Zehra da Ayda’yı gün yüzüne çıkarmış, ekmek ve sevgilerini paylaşmış ve yanlarından hiç ayırmaz olmuşlardı. İki aile iki komşu birbirini bütünlüyor, kusurları gece gibi örtüyor, bir aile başka bir aileyi dağılmaktan kurtarıyor, birbirinin dermanı olabiliyor. İşte bunlar hep kitap dışı.
Seyyid ailesiyle birlikte Azam ve Ayda’yı da alıp kırlara götürdüğünde herkes kendince eğlenirken o yerinden kalkamayan karısına aşkının nişanesi olarak şiir yerine İnşirah suresini okudu.
“(Ey Muhammed!) Senin göğsünü açıp genişletmedik mi?/ Belini büken yükünü üzerinden8 kaldırmadık mı?/ Senin şanını yükseltmedik mi?/ Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. / …”
Ardından da aşkın mizan ve menziline Allah için sevmeyi koyan, Musa peygambere hitap eden ayetleri okudu. Böyle bir film olacak fonda Hafız Şirazi’den beyitler geçmeyecek!
“Onun aşkının kimyasından bu kara yüzüm altın oluverdi
Evet senin lütfunun mutluluğuyla toprak altın olur
Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa yırtıp atın kitaplarınızı
Çünkü aşk ilmi hiçbir kitapta yazmaz”