Başkasını bilmem ama, muhtemelen bizim kadar abartmazlardı, biz “takım kurma” ve “takım olma” işini çok ciddiye alırdık. İçimizdeki “adam olacak çocuk” Ömer, sonradan öğretmen çıktı, takıma dair her şeyi mutlaka kayda kuyda bağlamaya pek meraklıydı. Ömrünü kurumuna adamış bir devlet memuru titizliğiyle her şeyi not ederdi. Yarın, ertesi gün biri kalkar da bir soru sorar veyahut bir hususa itiraz ederse, delilleriyle konuşur, belgeleri ortaya döker ve karşı durulması güç sağlam cevaplar verirdi.
Her daim çok temiz bir “takım defteri” olurdu onun. Defter deyip geçmemek lazım! Önce ortak bütçeden kılı kırk yararak güzel bir defter ve cilt seçer, sonra özenle defteri ciltler ve buruşmasın diye sayfalara mandallar (ataşlar) tutuştururdu.
Defterin ilk sayfasına takımın adı yazılır, ikinci sayfasına da takımın arması çizilirdi. Lakin öyle lalettayin bir yazım-çizim değil! Evvela eline kalem yakışan, yazı-çiziyle muhabbeti iyi olan ve hattı göze hoş gelen birini bulmak icap ederdi. Etrafı kolaçan eder ve genellikle bu becerilere sahip abi ya da ablalarımızdan birini gözümüze kestirirdik. “Aman çocukların şevki kırılmasın” diye isteklerimizi hevesle kabul edenler de vardı onların içinde, “ya şimdi bunun sırası mı?” bakışıyla bizi taca atmaya çalışanlar da. Biz de adamına göre kimine rica eder, kimine yalvarır yakarır, kiminin gönlünü ise suğra işlerini yapma taahhüdüyle çelerdik. Evelallah hepsini de bir biçimde yola getirirdik.
Kitaba uygun
Doğrusu, bu takıma isim bulma ve arma dizayn etme vazifesiyle alakadar olanların sayısı, hep az olurdu. Çoğunluk, haklı olarak, bürokrasiye takılmadan “bırakın bu kâğıt-kalemi, hadi topumuzu oynayalım” kafasındaydı. Ancak gel gör ki, bu meseleyi kafaya takanları ikna etmenin imkân ve ihtimali yoktu. İsim ve arma belli olmadan sahaya çıkılmazdı, o kadar! Saatlerce ve hatta günlerce isim ve arma hakkında boğaz boğaza girdiğimizi, uzlaşamadığımız için küstüğümüzü, birbirimizden selamı-sabahı kestiğimizi hatırlarım.
Üçüncü sayfa, kadro sayfasıydı. Bir yerlerden kulağımıza çalınmış ya bir “18 kişilik kadro” lafı, biz de mutlaka 18 kişi olmalıydık, daha azı kurtarmazdı. Elbette, her zaman mümkün olmuyordu bu. Aynı kafada 18 çocuğu nerden bulasın? Fakat endişeye mahal yok, onun da çözümü vardı. Topla pek haşır neşir olmayanları kadroya dahil eder, böylece 18’i kâğıt üzerinde tamamlamış olurduk. Maksat her şey kitaba uygun olsun!
Tabii, taktik tahtamız yoktu ama taktik sayfamız vardı. Beyaz sayfa üzerine kalesi, korner direkleri, ceza alanı çizgileri ve orta yuvarlığıyla adamakıllı bir saha çizilir ve kim nerede oynayacak sahaya işlenirdi. “Tandem”i bilmiyorduk, 4-4-2 ya da 3-5-2’den haberdar değildik; bildiğimiz tek sistem liberolu 4-3-3’tü. Abilerimiz öyle oynardı, biz de takımı sahaya -pardon sayfaya- bu formatta dizerdik.
Liberolu 4-3-3
Kalecinin (1) önüne ayağı diğerlerine nazaran biraz daha düzgün olan birini libero (5) olarak koyar, birkaç adım önüne stoperi (4) diker, sağına (2) ve soluna (3) bekleri yerleştirirdik. Sağ iç (6), sol iç (8) ve merkez oyun kurucu (10) ile orta sahayı örerdik. Sağ açık (7), sol açık (11) ve santrafor (9) ile de gol arardık.
Gerçi 11’e 11 yaptığımız maçlar çok nadirdi, genelde 5’e 5, 6’ya 6’larla yetinirdik. Öyle semt sahalarımız falan yoktu, küçelerimizin (sokaklarımızın) genişliği de ancak bu kadarına el veriyordu! Eğer bir kişi fazla ise, onu da oyunun dışında bırakmıyor, bir devre bir takımda bir devre diğer takımda oynatıyorduk.
Olsun, biz yine de ilk 11’lerimizi yapardık. Mevkiler ile numaralar arasında mutlak bir bağlılık vardı. Şimdiki gibi, yok doğum tarihinmiş, yok yaşınmış, yok memleketinin plakasıymış, bunları forma numarası yapmak akla bile gelmezdi. Numara ve mevki birbirlerinden ayrı düşünülemezdi. Misal, sağ açığa 11’i, sol beke 2’yi veremezdiniz; herkes giyeceği numarayı da sahada duracağı yeri de bilirdi!
El emeği göz nuru
İsim tamam, arma tamam, kadro tamam, taktik tamam… Peki, ya forma? Nihayetinde forma değil midir bir takımı takım yapan, onu diğerlerinden ayırmaya yarayan? Formasız takım olur mu hiç? Olmaz. O halde bir forma temin etmek gerek!
Bir takımın çakma formasını alıp hepimizin onu giymesi söz konusu olamaz. Çünkü hepimiz farklı takımları tutuyoruz. Fener’in formasını alsan Galatasaraylılar kazan kaldırır, Kartal forması alsan Fırtına taraftarı (o, ben oluyorum) hır çıkarır. Olacak iş değil yani!
Diyeceksiniz ki, kendine özgün bir forma yap! Demesi hoş da bizde böyle bir olanak yok. Ne böyle bir firma var o vakitlerin Diyarbekir’inde (ya da varsa bile biz haberdar değiliz) ne de bizde buna ayıracak bir para. Yoksa bizim de aklımız erer, fiyakalı bir forma tasarlamaya.
İş başa düştü yine. Bulduğumuz çözüm basitti: Hepimiz, istediğimizde ailelerimizin hayır demeyeceği ucuzlukta ve aynı renkte tişörtler aldık. Balıkçılarbaşı’ndaki Vakıflar İşhanı’nda spor malzemeleri satan bir dükkân vardı. Oradan da hangimiz hangi numarayı giyiyorsak o numarayı temin ettik. Annelerimiz, ablalarımız, yengelerimiz o numaraları o tişörtlerin arkasına diktiler. Böylece el emeği göz nuru formalarımız oldu.
Günahlar ve sevaplar
Takımın defterine hayalimizdeki formayı çizer, sokağa imkânlar dahilinde ürettiğimiz tişört formalarımızla çıkardık. Ama o formayı sırtımıza geçirdiğimizde, artık oynadığımız mevkie ve taraftarlık durumumuza göre, kendimizi Şenol, Selçuk, Fatih veya Ziya, Kempes, Beckenbauer, Cruyff veya Keagan sanırdık. O havaya girdikten sonra artık kim tutabilirdi ki bizi!
Oynadığımız her maç takım defterine işlenirdi Ömer tarafından. Bizim takımın kadrosunu, maçın skorunu ve bizim takımdan kimlerin gol attığını tek tek not ederdi. Mübarek, sanırsın NBA istatikçisi! Maç performansımızdan ötürü bize yıldız veya puan verip vermediğini şimdi anımsayamıyorum ama her maçın karnesini detaylı bir biçimde çıkarırdı. Takım defteri, futbola dair günah ve sevaplarımızı, inkâr etmemize müsaade etmeyecek bir kesinlikte kayıt altına alan bir amel defteri gibiydi.
O amel defterlerimizden birini saklamadığımıza şimdi öyle çok hayıflanıyorum ki…