Ana SayfaYazarlar‘Anayasayı açıklama, yoksa partiyi kapatırız’

‘Anayasayı açıklama, yoksa partiyi kapatırız’

 

Tarihte kırılma anları vardır. O anda verilen bir karar ya da atılan bir adım ardından gelen tarihin tüm akışını domino etkisiyle değiştirmiştir.

 

Türkiye yakın tarihinde de böyle dönüm noktası anları bulanabilir.

 

Örneğin Terakkiperver Fırka kapatılmasaydı, Cumhuriyet’le yaşıt bir demokrasi tarihimiz olabilirdi. Demokrat Parti Tahkikat Komisyonu’nu kurmasaydı, darbe defteri hiç açılamayabilirdi. Demirel ve Ecevit bir kez koalisyon kurabilselerdi, Türkiye 70’ler bataklığına batmayabilirdi. Özal 89’da cumhurbaşkanı olmaya karar vermeseydi bugün siyasette bambaşka aktörlerle karşı karşıyaydık. 

 

Daha yakın dönem tarihimiz için benzer kırılma anlarının en çok olduğu yıl 2007’ydi.

 

O yıl verilen kararlar, atılan adımlar bugünü etkilemeye devam ediyor.

 

Hrant Dink suikastı, Malatya Zirve katliamı, e-muhtıra, 367 kararı, cumhuriyet mitingleri, Ergenekon davası ile Türkiye’deki siyasi havayı zehirleyen, iktidar mücadelesini sertleştiren, toplumu kutuplaştıran, hukuku siyasileştiren kötü bir kapı açıldı.

 

Dönemin ana aktörleri henüz konuşmadığı ve hatıralarını yazmadığı için o yıl tam olarak neler yaşandığını bilmiyoruz.

 

Maalesef Türkiye’de hatalardan öğrenme, özeleştiri kültürü yerleşmediğinden, tarihsel olaylar anakronizmle kesilip biçildiğinden, siyasetçiler, üst düzey sivil- asker bürokratlar da ‘kol kırılır yen içinde kalır’ anlayışı, ‘devlet terbiyesi’ gibi gerekçelerle bildiklerini anlatmak istemezler, hatıratları da ketumdur. Davet edildikleri Meclis komisyonlarına, tanık olarak çağrıldıkları mahkemelere gitmeyi ise zül sayıp, sürekli bir mazeret ileri sürerler.

 

O yüzden geçen hafta Yargıtay’da görülen, HSYK eski Birinci Daire Başkanı İbrahim Okur’un üç yıldır tutuklu yargılandığı davaya, eski Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in tanık olarak katılması önemliydi.

 

Dün Karar’da Elif Çakır, Sadullah Ergin’in 1,5 saat süren tanık ifadesinde İbrahim Okur’la ilgili sorulara verdiği cevapları yazdı. Henüz mahkeme kaydı açıklanmasa da yakın tarihe ve görülen davadaki iddialara şerh düşen bir ifade olduğu anlaşılıyor.

 

Sadullah Ergin, Milli Görüş kökenli, 28 Şubat günlerinde Refah Partisi’nin Hatay İl Başkanlığı’nı yapmış bir isim. Fazilet içindeki bölünme sırasında yenilikçiler saflarını seçip, AK Parti kurucusu olmuş, 2002’de Hatay milletvekili olarak girdiği TBMM’de ise AK Parti Meclis Grup Başkanvekili olarak AB adaylık süreci kapsamında çıkarılan demokratikleşme ve yargı reformu paketlerinde kritik bir rol oynamıştı.

 

2009-2013 yılları arasında 4.5 yıl Adalet Bakanlığı yaptı. Bu uzun ve kritik süreçte yaşadıklarını yazmadığı ya da anlatmadığı için başka pek çok AK Partili siyasetçi gibi o da zaman zaman günah keçisi muamelesi görüyor.

 

Son dört ay içinde gözlerinden dört kez ameliyat olan Sadullah Bey’le dünkü ameliyatının ardından telefonda konuştuk.

 

Sadullah Bey, mahkemede soru-cevap kısmına geçilmeden önce 2010 anayasa değişikliğine neden ihtiyaç duyulduğuyla ilgili bir girizgah yapmış. Bu sırada anlattıkları arasında bugüne kadar hiç duymadığımız, bilmediğimiz bilgiler var.

 

Konuşmasında Türkiye’yi 2010 Anayasa Referandumu’na götüren süreci 28 Şubat’la başlatmış, “siyaset kurumunu dizayn etmek için yargısal aktivizm” dediği gelişmeleri sıralamış:  “1998’de Refah Partisi kapatıldı. 2001 yılında Fazilet Partisi kapatıldı. Bu sırada başka partiler hakkında da kapatma kararları verildi. 2007 yılında cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP’nin başvurusu üzerine, Genelkurmay’ın yayınladığı muhtıradan dört gün sonra Anayasa Mahkemesi bugün bile bizi mahcup eden 367 kararını verdi.”

 

Bunun üzerine AK Parti, erken seçime gitti. 22 Temmuz 2007’deki seçimden de yüzde 47 gibi o günler için rekor bir sonuçla çıktı.

 

Buraya kadar olan kısmı zaten biliyoruz.

 

Fakat Sadullah Ergin’in ifadesinde ilk kez anlattığı olay seçimlerden sonra yaşanıyor.

 

Hatırlayanlar olacaktır, 22 Temmuz 2007 seçimlerine giderken AK Parti, e-muhtıra, 367 kararlarına karşı yeni anayasa kartını açmıştı.

 

Haziran ayının başında Başbakan Erdoğan, Prof. Dr. Ergun Özbudun’la görüşüp, ondan bir anayasa taslağı hazırlamasını talep etmişti.

 

Bunun üzerine Prof. Özbudun başkanlığında bir komisyon kuruldu. Komisyon, AK Parti’yle farklı siyasi eğilimleri olan anayasa hukuku hocalarından oluşuyordu: Şu anda Anayasa Mahkemesi başkanı olan Prof. Dr. Zühtü Arslan,  Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem, Prof. Dr. Levent Köker, Prof. Dr. Yavuz Atar ve Doç. Dr. Serap Yazıcı.

 

Yeni anayasa tartışmaları seçimlerin hemen ardından bambaşka bir şekilde patlak verdi.

 

AK Parti milletvekili seçilen, liberal-sol eğilimli anayasa profesörü Zafer Üskül, “yeni anayasada Atatürk milliyetçiliği ve Atatürk ilke ve inkılapları gibi kavramların olmasına gerek yok” deyince kıyamet kopmuştu.

 

Bu arada komisyon hazırladığı ilk anayasa taslağını bitirip 2 Ağustos’ta Başbakan’a sunum yapmış, son hali de 29 Ağustos’ta AK Parti’ye teslim edilmişti.

 

AK Parti’nin itibarlı anayasa hocalarına böyle bir taslak hazırlattığı duyulur duyulmaz da büyük tartışmalar başladı.

 

İlk itirazlar AK Parti’nin tek başına anayasa yapamayacağı, bunun için Kurucu Meclis’e gerek olduğu şeklindeydi. Bunu anayasada Atatürk olacak mı, üniter devlet korunacak mı, vatandaşlık tanımı gibi tartışmalar izledi. 12 Eylül 2007’de taslak ortaya çıkınca girişte Atatürk’e atıf yapıldığı, ilk dört maddenin aynen korunduğu görülünce bu kez tartışmalar başörtüsüyle ilgili maddeye kilitlendi.

 

Kimsenin gözü anayasada ifade ve medya özgürlüğünü garanti altına alan, vatandaşlık tanımı meselesini çözen, din derslerini zorunlu olmaktan çıkartan maddeleri görmedi.

 

Taslakta üniversitelerde başörtüsü sorununu çözmek için iki alternatifli bir madde önerilmişti: “Kılık ve kıyafetinden dolayı hiç kimse yükseköğrenim hakkından mahrum bırakılamaz” ve “Yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir.”

 

İşte bugün bize basit görünen bu iki öneri, o günlerde TÜSİAD’dan CHP’ye, rektörlerden, merkez medyaya kadar laiklik itirazlarına, ‘taslak askıya alınmalı’ çağrılarına neden oldu. Tartışmalara rahatsızlığını bildiren Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya da katılmıştı.

 

Aynı günlerde başlayan “Türkiye Malezya olur mu”, “Mahalle baskısı” tartışmaları da bu hassasiyetleri artırmıştı.

 

AK Parti’nin ve Erdoğan’ın, Abdullah Gül’ü yeniden cumhurbaşkanı aday yapıp yapmamayı düşündüğü, denge politikaları takip ettiği günlerdi.

 

AK Parti, eleştirileri önce “bu henüz bizim taslağımız değil” diyerek savuşturmaya çalıştı. Sonra parti anayasa taslağını görüşmek üzere Erdoğan başkanlığında üç günlük bir kampa girdi. Ama kampın sonunda taslakla ilgili bir karar açıklanmadı.  Taslak ortada kaldı.

 

Tam bu sırada ilginç bir gelişme oldu ve devreye TOBB girdi. TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, yanına TİSK, TESK, TÜRK-İŞ, HAK-İŞ gibi sekiz kuruluşun başkanlarını alarak yeni anayasa için bir platform kurduklarını açıkladı ve Meclis’in inisiyatif alarak bütün kesimlerden anayasa için katkı almasını istedi.

 

Bu çağrıdan sonra Meclis Başkanı Köksal Toptan devreye girdi,  bütün kesimlerden yeni anayasa için öneri ve katkı bekliyoruz diyerek topu Meclis’e attı.

 

Bu arada TOBB öncülüğündeki Anayasa Platformu, ‘toplumun bütün kesimlerinden’ görüşler almak üzere her ilde toplantılar yapmaya başladı.

 

Böylece AK Parti’nin Prof. Özbudun başkanlığındaki komisyona hazırlattığı anayasa taslağı, “katılım, herkesin görüşü alınmalı” gibi gerekçelerle profesyonel bir hamleyle rafa kaldırılmış oldu, zaten bir süre sonra da unutuldu.

 

Peki Türkiye yeni bir anayasaya ilk kez bu kadar yaklaşmışken tam olarak ne olmuştu?

 

İşte Sadullah Ergin, Yargıtay’daki tanıklığında anayasa taslağının neden rafa kaldırıldığını ilk kez anlatıyor:

“Anayasa Hukuku hocası Prof. Dr. Ergun Özbudun ve arkadaşlarının hazırladığı ve Parlamenter Sisteme dayalı yeni Anayasa metni AK Parti tarafından kamuoyu ile paylaşılmak üzereyken, Başbakan Yardımcımız üzerinden AK Parti’ye şu mesaj gönderildi. ‘Yeni Anayasa metnini açıklamayın, açıklarsanız AK Parti’ye kapatma davası açmak zorunda kalacağız.’ Bu siyaset kurumuna ve TBMM’nin yasama fonksiyonuna karşı yapılmış bir tehditti. Bu mesaj/tehdit üzerine bu paketin açıklanması bir süre ertelendi.”

 

Yani AK Parti’ye üniversitelerde başörtüsü özgürlüğü getiren yasa değişikliği yüzünden 16 Mart 2008’de açılan  kapatma davasından altı ay önce ilk kapatma tehdidi Prof. Özbudun başkanlığındaki komisyonun hazırladığı anayasa taslağı yüzünden gelmişti.

 

Sadullah Bey’in ifadesinde Başbakan Yardımcımız dediği isim ise Cemil Çiçek’ti.

 

Dün Cemil Bey’i arayarak bu olayı sordum. Çok ayrıntısına girmek istemedi ama böyle bir uyarı geldiğini zımnen teyit etti:

 

“AK Parti’nin denetimli serbestlik altında iktidar olduğu yıllardı o yıllar. Olup bitenleri bu kavram altında değerlendirmek gerek. Demokrasiye inanmamış, oportünist çevreler o dönem sadece eğitim hakkıyla ilgili bir madde üzerinde durdular. Varsa yoksa eğitim hakkı üzerinde duruyorsunuz. Baştan bir kurgu vardı, bir kapatma davası yoluna gidiliyordu.”

 

Cemil Bey ve Sadullah Bey isim vermedi ama o uyarıya dönemin Yargıtay Başkanı aracılık yapmış.

 

TOBB’un Anayasa Platformu’yla araya girmesi ise yine hükümetin, kapatma tehdidinden sonra bu işi rafa kaldırmak için bulduğu bir ara yolmuş.

 

Fakat bütün bu alttan almalara rağmen o kapatma davası altı ay sonra yine başörtüsü meselesi yüzünden açıldı.

 

Erdoğan’ın İspanya’da yaptığı “başörtüsü velev ki siyasi simge” çıkışı üzerine, MHP’nin “gelin çözelim” meydan okuması ile Meclis’ten geçirilen üniversitelerde başörtüsü özgürlüğü getiren yasanın ardından AK Parti’ye kapatma davası açıldı.

 

Ama aynı MHP, kapatma davası açılınca, AK Parti’nin “parti kapatmayı zorlaştıran bir değişiklik yapalım” teklifine önce sıcak bakıp, sonra “Siyasetçilere siyaset yasağı şartı” isteyerek yanaşmamıştı.

 

Neyse ki Anayasa Mahkemesi’ndeki kapatma davasından kapatılmaya yetecek oy çıkmadı. O günlerde olan bitenlerin hikayesi de henüz yazılmadı.

 

Fakat yine Sadullah Ergin’in ifadesinden bu kapatma davasından sonra da onun tabiriyle yargısal aktivizmin rahat durmadığını, bu kez 2008-2009’da bir kere daha AK Parti’nin kapatılması için girişim yapıldığını öğreniyoruz.

 

Bu girişim Deniz Feneri davası çerçevesinde, partinin yurtdışından yardım aldığı iddiası üzerine açılmaya çalışılmış, bunun için yazışmalar da yapılmış ama ikinci kapatma davası girişimi sonuçsuz kalmış.

 

Yani 2007 ile 2009 arasında, AK Parti üç kez kapatılmaya çalışıldı. Birinde dava açıldı.

 

“Siyaset Kurumu bürokrasi ve yargı eliyle icra edilen siyaset mühendisliğinin esiri haline getirilmek isteniyordu. 2010 Anayasa Değişiklik Paketi işte böyle bir atmosferde hazırlandı” diye anlatıyor Ergin yaşananları. 

 

Ama parti kapatmayı zorlaştırmak, yargısal aktivizmi engellemek için hazırlanan anayasa paketi, referanduma bu ikisi için konulmuş maddeler törpülenerek gitmişti:

“Bir bütün olarak hazırlanan paketin iki maddesi yasama ve yargı denetimi aşamasında zedelendi. Birincisi paketin içerisinde sekizinci madde olarak hazırlanan maddeydi. Siyasi partilerin kapatılmasını, Meclis’te grubu olan partilerin eşit sayıda (5’er üye) vererek kurulan komisyonun iznine bağlayan düzenleme. Bu madde ile partilerin kapatılma sürecine demokratik bir denetim mekanizması getirilmek istenmişti. Ancak madde iyi anlatılamadığı için 330 oy sınırın altında kalarak paketten düştü. İkincisi ise HSYK’nın oluşumuna dair Anayasanın 159. Maddesini düzenleyen paketin 22.maddesiydi. Bu madde yazılır iken HSYK’nın seçimle gelen üyelerinin seçiminde ‘tek oy’ sistemi  öngörülmüştü. Yeni oluşacak HSYK’nın çoğulcu yapıda oluşması için böyle bir önlem alınmıştı. Anayasa değişiklik teklifi ‘tek oy’a göre yapılmıştı. Anayasa Komisyonu’ndan geçen metinde ‘tek oy’ vardı. TBMM’nin kabul edip yasalaştırdığı metinde ‘tek oy’ vardı. Referanduma sunulan metinde tek oy vardı. Ancak paket referandum sürecinde iken ana muhalefet partisi Anayasa Mahkemesi’ne açtığı davada ‘tek oy’un da iptalini istemişti. Tek oy sisteminin niçin getirildiği mahkeme üyelerine de anlatıldı. İptal edilmesin diye gayret gösterildi. Ama Anayasa Mahkemesi oy çokluğu ile ‘tek oy’ sistemini iptal etti. İptal günü Adalet Bakanı olarak şu açıklamayı yaptım: ‘Bizim öngördüğümüz modelde çoğulcu bir yapı vardı. İptalden sonra ortaya çıkan tablo çoğunlukçu bir yapıyı teşvik edecektir. Bu da orta ve uzun vadede diğerine göre daha sağlıksız bir yapıyı getirir. Mahkeme çoğulcu bir yapıyı iptal etti, çoğunlukçu bir yapının önünü açtı.’ Benim bu beyanım 7 Temmuz 2010 günü yapılmıştır. HSYK seçimlerinden tam 4 ay önce. HSYK oluşumunda herhangi bir grubun HSYK’da salt çoğunluk sağlamasını önlemek ve çoğulcu bir yapı inşa etmek için maddeye konulan sigorta Anayasa Mahkemesi eliyle devre dışı bırakılmıştır. O sigorta kalmış olsaydı büyük ihtimalle bugün bu konuları konuşuyor olmayacaktık.”

 

Sonrası malum. Her hakim ve savcının tek adaya tek oy verme sistemi yerine eski liste usulü kalınca, HSYK seçimi ideolojik gruplar arası nüfus sayımına döndü.  Yargıdaki en örgütlü yapı olan Kemalist YARSAV’ın listesine karşı, hükümet de vefat eden Adalet Bakanlığı müsteşarı Ahmet Karaman’ın organizasyonuyla kendine yakın muhafazakar milliyetçi grupları karşı listede birleştirmeye çalıştı. Ama günün sonunda, liste usulü seçimin kazananı diğer muhafazakar grupları ve hükümeti de aldatarak kendi adaylarına oy veren, başka kılıklarda listeye giren FETÖ’nün adayları oldu. Daha sonra FETÖ’nün YARSAV’ın da bir kısmını kontrol ettiği, onlardan da oy aldığı ortaya çıktı.

 

Sadullah Ergin, Yargıtay’daki tanık ifadesinde çok eleştirilen bu HSYK seçimleri için şöyle diyor:

“2014 HSYK seçimlerinde tehdit olarak FETÖ vardı ve o tehdide karşı Yargıda Birlik Platformu oluşturuldu. Bu platform içerisinde FETÖ’ye karşı olan gruplar yer aldı. 2014’teki platformu oluşturan bileşenlerden herhangi biri ileri tarihte bir suça bulaşıp, suç örgütü haline gelse, 2014’te oluşturulan platformun diğer bileşenleri bu suça ortak mı olacaktır. 2010 HSYK seçimlerinde tehdit algısı ise 2008’de AK Parti’ye kapatma davası açan-açtıran, 2009’da yeni bir kapatma davasının hazırlıklarını yapan ve yargısal aktivizmi, siyaset mühendisliği için kullanan bir gelenekti. “

 

Dokuz yıl sonra filmin sonunu bilerek olan bitene bakınca değerlendirme yapmanın adil olmadığı bir dönemden bahsediyoruz.

 

Ama kesin olan bir şey var. Tarih başka türlü akabilirdi.

 

Emniyet’teki FETÖ yapılanması, iktidarı ve toplumu Ergenekon davalarına 2007 krizi ve kapatma davaları sayesinde ikna edebilmişti.

 

Eğer bugün kimsenin mesele etmediği Cumhurbaşkanı’nın eşinin başörtüsüne takılıp, e-muhtıralardan 367 kararlarına kadar krizler çıkarılmasaydı, bugün yine kimsenin geri dönmesini savunmadığı başörtüsü yasağında ısrar edilmesiydi, hatta bu yüzden iktidar partisine kapatma davası açılmasaydı, iktidar da kendisini korumak için sertleşmeyebilir, FETÖ’nün davalarla tasfiye teklifine ikna olmayabilirdi.

 

Ama öyle olmadı. Hayatta kalma güdüsüyle iktidar da yargısal aktivizme teslim oldu, siyaset sertleşti, hukuk siyasallaştı, kutuplaşma arttı, yolun sonu 15 temmuz darbe girişimine  ve bugün yine yargısal aktivizmin siyaseti ve toplumu dizayn için kullanılmasına kadar çıktı.

 

Halbuki, Türkiye, 2007’deki krizden ders çıkarıp, sorunlarını yeni bir anayasayla da aşabilirdi. O gün anlamsız, önyargılı gerekçelerle yeni anayasaya karşı çıkanlar, bugün o hakların ve özgürlüklerin garanti altına alınmasına en çok ihtiyaç duyanlar haline geldiler.

 

Tarihte kırılma anları tam olarak böyle oluyor.

 

Toplumlar ellerine geçen fırsatları işte bazen böyle heba edebiliyorlar.

- Advertisment -