[11 Mart 2016] Bazı olay ve tavırlar eskimez; kafaları hep meşgul eder. Günler geçti; ben hâlâ şu AYM ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ilk reaksiyonu olayına; daha doğrusu, bazı yorumcuların Erdoğan’ın o ilk reaksiyonunu savunma biçimlerine takılı kaldım. PKK güneydoğuda darbe üstüne darbe yiyor; yeniliyor; bu arada, Suriye’de bir ara gördüğünü sandığı fırsat penceresi de kapanıyor mu nedir? Yeni şeyler yazmak; örneğin (a) Kürtlerin her şeye rağmen esas olarak PKK’nın sözünü dinlemeye devam ettiğini sananların neden alışılmış kalıp tekrarlarının dışında düşünemeyerek yanıldığını; (b) buna karşılık, tam da hükümetin Kürt sorununda vizyon tazeleyebileceği şu sırada fezlekelerin işleme konup dokunulmazlıkların kaldırılmasının ne kadar büyük bir hatâ olacağını döne döne vurgulamak lâzım.
Gene de kendimi, şaşırtıcı bulduğum bazı söylemlerden hareketle AKP’nin içi ve etrafındaki bazı roller ile davranış biçimleri (ve AK Parti’yi nereye götürebilecekleri) üzerinde düşünmekten alamıyorum.
Toptancılık, örneğin. Her şeyde, olabilecek bütün noktalarda sımsıkı direnmek; “eh, belki sizler de şu noktalarda haklı olabilirsiniz” kabilinden, tırmanışı yumuşatıcı hiçbir tâviz vermemek, el uzatmamak. İlk baştan alırsak, (i) askerî casusluk suçu da sabit; (ii) dâvâ açılması da doğru; (iii) tutuklanmaları da yerinde; (iv) dolayısıyla tahliyeler de yanlış; haliyle (v) Erdoğan’ın reaksiyonu da her bir sözcüğüyle yüzde yüz haklı oluyor. Şu cümleye bakın: Başkalarına uygun görülmeyen tutuksuz yargılama “ülkenin güvenlik sırlarını tehlikeye atanlara karşı uygulanırsa, bunun altından kalkamazsınız.” Öyle mi, Can Dündar ve Erdem Gül “ülkenin güüvenlik sırlarını tehlikeye” atmış mı gerçekten? Neredeyse inandırıcılıktan en uzak nokta bu, bütün olayda. Buna rağmen, kendisi tartışılmaz bir bedahatmış gibi, tutukluluk sürmeliydi gibi son derece fuzulî bir inada gerekçe yapılıyor.
Ya da, bazı tanıkların zerrece güvenilmezliğini vurgulayıp, buradan, şimdi söylediklerinin de yanlış olması gerektiğini çıkarsamak; diğer bazı tanıkların ise mutlak güvenilirliğini vurgulayıp, şimdi söylediklerinin doğruluğuna (doğru olması gerektiğine) sıçramak. Özetle, Amerikan mahkeme dizilerinde savunma avukatlarının klasik taktiği. Delilin (veya argümanın) kendisi değil, kimin dediği ve çok gerilerden başlayarak tavrında tutarlı olup olmadığı önemli. “Hukuk devletine saygılı bir demokratın her şart ve koşulda yargı kararlarına saygı duyması zorunlu mudur?” Değildir (diyor yazar); faraza bu yargının geçmişte “Deniz Gezmiş, Adnan Menderes ya da yaşı büyütülerek asılan Erdal Eren’le ilgili verdiği kararlara saygı duyan bir demokrat” olamaz. Keza bazıları “daha önce 3 ay değil, 10 yıl tutuklu yargılanan Hizbullah sanıkları hakkındaki tahliye kararının ardından ortalığı ayağa kaldır”mışlardı. O zamanlar tahliyeye karşı “gürültü” koparıyorlardı, şimdi ise tahliyeler lehinde. İkisine de aldırmamak gerek (alıntılar için bkz Melih Altınok, “Zorunda mıyız?”; Sabah ve Serbestiyet, 2 Mart 2016).
Buna göre, “karşı” taraf toptan kötüdür ve hiçbir dediklerine zerrece katılmamak gerekir. Peki, “bizim” tarafa nasıl bakmalıyız? Bu noktada karşımıza şöyle bir önermeler dizisi çıkıyor: (a) “Cumhurbaşkanı bir ‘kişi’den fazladır; halkın oylarıyla seçilen, yetkilerini milletten alan Erdoğan, sadece ‘Erdoğan’ değildir; artık o ‘Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır.” (b) Ama maalesef diktatörlükle suçlanıyor; “milletin seçtiği cumhurbaşkanını tanımamak, ona hakaret etmek, onu aşağılamak, ailesine saldırmak, alay etmek, dalga geçmek çok olağan eylemler olarak telakki” ediliyor.” Buna karşılık (c) “millet iradesini temsil konumundaki Cumhurbaşkanı’nın, AYM’nin aldığı kararı doğru bulmadığını beyan etmesi, karara saygı duymadığını açıklaması ‘hukuk tanımazlık’ olarak yorumlanıyor.” (d) “Erdoğan’ın, Can Dündar kararına ilişkin tepkisi şahsileştirilmiş bir tepki değil, vatanın aleyhinde işler yapan bürokratik vesayete yönelik bir isyan özelliği taşımaktadır.” (e) “Cumhurbaşkanı Erdoğan ne zaman ‘kişi’ olur? Asıl AYM’nin kararına gösterdiği tepkiden, isyandan vazgeçtiği zaman Cumhurbaşkanı bir ‘kişi’ olur. Erdoğan’ın arkasındaki millet desteği sürdükçe Erdoğan ‘kişi’ değildir; kavgası da, davası da ‘kişisel’ sayılmaz” (bu sefer beş alıntı da Kurtuluş Tayiz’den; bkz Bir cumhurbaşkanı ne zaman ‘kişi’ olur, Akşam ve Serbestiyet, keza 2 Mart 2016). Özetle, cumhurbaşkanı cumhurbaşkanıdır; millet seçmiştir; haksız saldırılara uğramaktadır; bu olayda da o saldırıları yapanlarca suçlanmaktadır; öyleyse… (her yaptığı gibi) bu tavrı ve tepkisi de doğrudur?! Aynı mantığı Melih Altınok daha da net ifade etmiş: “Cumhurbaşkanı’nın AYM’nin kararıyla ilgili itirazlarının içeriği kadar şekli de doğrudur.” Neden? Bekliyorsunuz ki hukuki bir analiz gelecek. Hayır; şöyle devam ediyor: “Zira [bu “zira”ya dikkat] Cumhurbaşkanı yine oyunu aldığı vatandaşlarının sessiz çoğunluğunun, AYM'nin Can Dündar kararına saygı duymayanların yegâne sesi” olmuştur.” Çok açık: Cumhurbaşkanı cumhurbaşkanı olduğu için doğrudur; vatandaşların oyunu aldığı için doğrudur; “sessiz çoğunluğun… sesi” olduğu için doğrudur. Kısacası, siyasî bakımdan doğru yerde olduğu için doğrudur.
Bu arkadaşlar kendi yazdıklarına kendileri inanıyor mu acaba? Yani şöyle oturup başbaşa, seyircisiz (okuyucusuz), sessiz sakin, tribünlere oynamadan konuşsak, bu akıl yürütme tarzını evet, rasyoneldir diye savunacaklar mı gerçekten? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konumu ve önemi de doğru; millet tarafından seçildiği de; bin türlü haksız saldırı ve hakarete uğradığı da. Peki, bütün bunlardan, şu önümüzdeki somut olayda sarfettiği “uymuyorum” lâfının da doğru, haklı ve yerinde olduğu çıkarsanabilir mi?
Burada ciddî bir tehlike söz konusu. Bu tehlike içerikten çok muhakeme tarzında düğümleniyor.
Birinci soru. Bu takdirde biz, kamuoyu önünde cereyan eden herhangi bir olayın kendisini, kendi ölçüleri içinde nasıl konuşup tartışabiliriz?
İkinci soru. Bu kurguyla savunulamayacak iktidar ve muktedir var mı? Eğer “sessiz çoğunluğun sesi” olmak (iddiası) herhangi bir devlet adamının herhangi bir ifadesinin, başka kanıt, ölçüt veya gerekçeler aranmaksızın, “içeriği kadar şekli” itibariyle de “doğru” kabul edilmesine yetiyorsa, acaba bu bizi bugün ve tarihin her döneminde, başka neleri, hangi yöneticileri ve yönetimleri toptan aklamaya; hiçbir nesnel doğrulama/yanlışlama mekanzimasına tâbi olmayan bir mutlak doğruluk hâlesi içine almaya götürür?
Üçüncü soru. İstediğimiz kadar “elbette eleştiri her zaman olacak, tartışma olacak, bunlar demokrasinin olmazsa olmazlarıdır” gibi şeyler söyleyip duralım. Tek tek her olay çıkageldiğinde, yapılabilecek en basit, en asgarî, en makul eleştirileri hep yukarıdaki mantıkla reddedeceksek, ortamı o genel ve soyut lâflar mı, pratikte her eleştiriye karşı ânında yükselen taş duvarlar, savunma surları mı belirler?
Dördüncü soru. Gene her eleştiriyi “öteki”lere, kötülere, şeytanlara, zaten sicili bozuk olanlara maledip bu yolla çürütmeye kalkacaksak… Eleştirenler hep dışarısı, düşmanlar, gayrimeşrular, sözü dinlenemez ve kabul edilemezler olacaksa… Bu silâhlar “içeri”ye de tevcih edilecekse ve her adımda karşımıza “‘ora’lara gitme, ‘onlar’ gibi olma!” uyarıları ya da “bak gördün mü kimlerle berabersin!” tehditleri dikilmeye başlayacaksa… Bunun, demokrasi saflarında tolerans, çoğulculuk ve farklı görüşlerin dile getirilebilmesi olanağı açısından sonuçları ne olur acaba?
Ben organik bir AK Partili değilim. Farklı bir düşünsel gelenekten geliyorum. Durduğum yeri demokratik meşruiyet ve sivilleşme açısından seçtim. Ayaklanmacılığı reddettiğim için seçtim. Muhalefete bakıp da seçtim. AKP’nin ardındaki sosyolojinin tarihsel haklılığına hak verdim. Bu çerçevede, solun trajedisi içinden bugüne bakıp düşünmek ihtiyacını duyuyorum. Onyıllar boyu, sosyalist ülkelere ve uluslararası komünist harekete yönelik her eleştirinin emperyalizme, burjuvaziye, CIA’ye, revizyonistlere, karşı-devrimcilere, kapitalizmi restore etmek isteyenlere maledilmesini yaşadım. Bunun boğucu ve zihin köreltici etkilerine tanık oldum. Türkiye’de sol nasıl parçalandı ve alabildiğine fraksiyonlaştı sanıyorsunuz? Saflık ve farksızlık arayışı nasıl başladı? Ana gövdenin büyük dallarının küçük dallarından en son ayrılanı, yani bir bakıma en (son aşamada) kendine yakın olanı en kötü, en büyük düşman sayma anlayışı nasıl hakim oldu? 1960’ların başında bir tek TİP varken, 1970’lerin sonunda, yani yirmi yıldan kısa bir sürede hepsi küçük küçük elli küsur örgüte nasıl gelindi? Şimdi de bazı AKP’li gençlerle tanışıp konuşuyorum; bakıyorum da ateş püskürmedikleri hemen hiç kimse yok. Bir sohbette, diyelim sekiz farklı tutumu somutlayan sekiz ayrı kişinin adı geçiyor. Hepsine kızgınlar; falancayla şu yüzden, filancayla bu yüzden birlikte olamazlarmış; peki ne olacak, kiminle birlikte çalışabileceksiniz ki diye sorduğunuzda, her bir “münferit” küskünlüğü tekrar ve tekrar anlatmaya girişiyorlar. Sonuç, kişisel öfkelerinde kendilerini bir kere daha haklılamaları oluyor.
Naiflik, ama korkutucu bir naiflik, tek tek ağaçlardan ormanın bütününü görememek. Demokrasi koalisyonunun nasıl bir arada tutulabileceğini gerçek gündemin ilk sırasına çıkarıyor.