Belli ki çok mutlu bir gün.
Güneş denizin üzerinde dans ediyor, dalgalar genç kadının eteklerinde…
Kadının elinde koca bir deniz topu var. Bir gayret şişiriyor.
Adam sevgiyle, neşeyle seyrediyor onu.
İkisi de, birlikte son kez kumsala indiklerinden habersiz.
Beyin kanaması… Aniden yığılıyor kumsala kadın.
Artık yok, o gitti…
Adam, ölümün ağır travmasını -her gördüğünde- yeniden yaşatacak şeylere katlanamıyor çevresinde.
Onun tüm eşyalarını yok ediyor evden. Hepsini…
Bir tek şey dışında… O rengârenk deniz topunu özenle saklıyor.
Çünkü O’nun “nefes”i var hâlâ içinde…
Polisiye bir filmdi sanırım. Sadece bu sahneyi iyi hatırlıyorum.
Belki hayata; yaşamadan önce filmden bir sahne gibi gelen hayatlara, yaşadıktan, yitirdikten sonra da hayatında “sahneler” gibi kalan an(ı)lara benzettiğim için.
Belki insanın ölenin ardından imkânsızı, sadece yaşayan hatıraları istemesinden…
Lâkin yaşatamazsın.
İnsan çok yakınlarını yitirdiğinde, hem her şey kalıyor geriye, hem hiç bir şey…
Her şey kalıyor, çünkü hemen her filmde, değdiği hemen her şeyde, oturduğu mekânda, dolaştığı sokakta, alınan-verilen gülümseyerek seçilmiş hediyelerde, kulağa çalınan bir şarkıda, her mevsim yeniden doğan bir çiçekte, onun sevdiği renkte, kokularda, birlikte paylaşılan tatlarda…
Kelimelerde; sık kullandığı bir küfürde hatta.
Her şey, O’nu, onunla yaşanan anları hatırlatıyor.
Hiç bir şey kalmıyor, zira fotoğraflar, "capcanlı" videolar bile, çığlığı anca zamanla kısılacak “O artık yok” anonsunu yineliyor.
Hayatın mutlu duraklarından gülümseyen o siyah-beyaz fotoğraflar, kare kare hatıralar… Aynı cümleyi yineliyor, sezdirmeden solarken.
Hayâller bile aynı şeyi söylüyor:
“Artık o yok…”
Hatıralar dersen, çoğu yaşandığı gibi değil, hatırlandığı kadarıyla kalıyor zamanla…
Temize çeksen, bir şeyler eklesen de… O kadar.
Hafızada emildikçe o eski an(ı)lar… Görüntüler flulaştıkça, hatıralar da kuytusuna çekiliyor. Bazen birden geliyor, bastırıyor, ama artık hatırını sormuyor insanın.
Gidenin ardından, “Şükrolsun, ne güzel günlerdi onlar” tesellisinin koyu noktası da yine aynı cümleyle:
“Ama artık o yok…”
Bir tek rüyalar direniyor, gönlün asla razı gelemediği o gerçeğe.
Giden, -şanslıysan- gece rüyana geliyor.
“Ben iyiyim” diyor, en sağlıklı, en diri haliyle… Capcanlı gülümsüyor.
Lâkin uyanıyorsun ve o sıcacık düş de yüzünü aynı suyla yıkıyor:
“O artık yok…”
Ölüm, tıbbın ölüme de dair biriktirdiği, güçlendirdiği kestirimlerle, beklenen bir şey de olsa… Hiç beklenmese de…
Hep erken, hep zamansız geliyor yaşayarak tanık olanlara; hele yakından, çok yakından vurduğunda.
Zira, “ecel, beklendiği yere bile davetsiz misafir sıfatıyla gelir” (¹)
Bilge Karasu’nun satırlarındaki gibi flulaştırmak istiyoruz ölümü:
“Yakınlarınız, yakından bildikleriniz, sevdikleriniz bir süre; sanki hiç ölmeyecekmiş gibi gelir size. Her ölümlü gibi onların da öleceğini bilseniz bile, bu böyle.Kendi ölümümüz için de aynı şey söz konusudur."
Ama ölüm kayıtları siliyor.
Gidenin ardından bir vefa eksikliği, ödenememiş bir borç, suçluluğa benzer bir çaresizlik, koyu bir boşlukta yankılanan bir “Keşke…” kalıyor geriye.
İnsan sevdiklerine dair içinde bir ukde kalmasın ister de, ne mümkün.
Hele fedakâr, diğerkâm, hep dost, hep sevgili ise giden. Güzel, iyi insansa, izleğinde…
Onunla ilgili hatıralarının muhasebesinde, kendini noksan hissediyorsun.
Ömür noksandır zira. İnsan zaten hep noksan…
Öyle ölümler, bir süre “ondan artakalanlar”ın odasına kapatıyor seni.
Bir süre hayata hep o odadan çıkıp, güne oradan başlıyorsun.
“Keşke” diyorsun, “Ah, keşke”…
Yamandır bu duygu. Telafisi yoktur zira.
“Biraz daha yaşasaydı…”larla başlar, “Yaşarken, şunu da yapsaydım yahut bunu yapmasaydım”larla sürer.
Hayatı 23 yaşında Madımak katliamıyla biten Gülsün Karababa’nın Ölü Ozanlar Derneği filminden günlüğüne aktardığı cümleyi hatırlarsın:
“Ölüm saati geldiğinde hiç yaşamamış olduğumu hissetmem ne acı…”
Yitirdiğin sevdiklerini de hatırlar, onlarla neyi, ne kadar yaşadıysan hep noksan kaldığını düşünürsün.
Ölenin ardından o kıvamlı travma, o ruhsal spazm, farklı dozajda hemen her insanın ana-baba-nine-dede-eş-dost-yoldaş hatıralarının zembereğine çöreklenir.
Keşke’leri acaba’lar izler, şüpheler pişmanlıkların sisinde yanıp söner.
Peşine takılıp, yolunu kaybedersin bazen.
Ölenle ölünmez, tamam da… Ölenlerle yaşamak ne yana düşer?
Onu çok sevdiğini, onun için yaptıklarını kendine hatırlatman yetmez.
Defter-i kebirini tutamazsın, kabrinin başında.
Çünkü sevdiğin insana mütemadi bir huzur, mutluluk, sevgi vermek, anlayış göstermek için kısa ve engebelidir ömür.
Küçücük kalırsın.
Önceliklerin durma değişir. Ve dardır hep zamanın…
Behçat Necatigil de uyarmıştır ama nafile:
“Siz geniş zamanlar umuyordunuz /Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk /Geçeceği aklınıza gelmezdi.
Vermeye az buldunuz, yahut vaktiniz olmadı…”
Ölüm vurduğunda… Hayırlı bir evlat, bir torun, iyi, sevgili bir eş, vefalı dost, sadık yoldaş olduğunu düşünmen, aklından böyle düşünceleri kovmaya kâfi gelmez.
O gidince, ne yaptıysan az, ne yapsan boş.
Yoktur; koca bir boşluktur artık durduğu, oturduğu, sana baktığı yer.
Her istediğinde, elinin ucundaki telefondan sesini duyamayacak… Ama kimbilir ne zaman silebileceksin o numarayı “rehber”inden…
Yoksa elin varmayacak, hiç silemeyecek misin?
Her ölümün vakanüvisi Metin Altıok anlardı seni de… 53’ünde göz göre göre gitmeseydi:
“Dolanıp duruyorum ortalıkta.
Kedim hımbıl, yaprak döküyor çiçeğim, /Rakım bir türlü beyazlaşmıyor.
Anahtarım güç dönüyor kilidinde, /Nemli aldığım sigaralar.
Ne zaman bir dosta gitsem /Evde yoklar.”
O “evde yoklar”ı, Altıok’un “Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar” sitemiyle değil de, ölümün kapattığı bir kapı, mutlak yokluk olarak da hissederim ben.
Onun için bir daha acıtır.
Yoktur artık; ardından öyle çok konuşacak/anlatacak şeylerin de olsa… Bir sessizlik çöker.
Ve o –layıkıyla- anlatacağın onca şeyin yeri, zamanı bir türlü gelmez.
Mecburiyetlerin, rutinlerin, gidip-gelmelerin, bahanelerin hengamesinde, zaman daralır hep.
Öyle insanlar gittiğinde… Doyasıya, öve öve anlatamazsın bile onları; mahcup olursun ana-babanın, eşinin-dostunun iyiliğinden, böylesine güzelliğinden.
Ne anlatsan, az gelir zaten.
Onu anlatarak, kendine de pay çıkardığının düşünülmesinden çekinirsin sanki.
Sen evlâdısındır, yahut yoldaşısındır; onları övmek kendini övmek gibi gelir sana.
Hele, liyakatsiz ana-baba, sevgisiz eş-dost enkazından geçilmeyen bir ülkede yaşıyorsan…
Susarsın.
Kendi familyamdan olmasa da…
Cenaze törenlerinde, tabutun önünde skolastik bir tabloda donmuş gibi duran insanları izler, bunları düşünürüm.
Dönüş yolunda, yaşlı, hasta yahut o an bir omza, bir kola ihtiyaç duyan insanlar ve yanlarında onu hakiki bir sevgiyle kollayan/koltuklayanlara rastlarsam…
“Öldüğüm için beni affedin” yazan, bir mezartaşı tasarlarsam meselâ…
Sonra bagajında, arkasında “Babam sağolsun” yazan arabalar, minibüsler, kamyonlar görürsem…
İçim yanar da, ısınır.
Minnettarlığın yanısıra, hepsinde bir haytalık dönemi, bir özür saklıymış gibi gelir bana.
Bazen lafta, “kamyon arkası yazıda” bile kalsa, “Oh be, ilan etti cümle aleme” derim. Sağken, ilan etti...
İmrenirim babasının, sevdiceğinin sağ olmasına, uzun ömürler dilerim.
BİR FİLM-BİR REPLİK
ÖĞRETMENİM ÖLÜM
“- Kitabında biri ölmek zorunda mı?
– Kalanların hayata daha çok önem vermesi için biri ölmek zorunda, zıtlık yaratmak için.” The Hours
“İnsanlar öleceğini duyunca, seni gerçekten dinliyorlar.” Fight Club
(¹) Murat Menteş – Ruhi Mücerret
Ana yazı fotoğrafı: Edvard Munch “Hasta odasında ölüm”