Kadınlar hangi erkeklere âşık olur?
Bu pat diye girişle altın, pırlanta kitaplara, ilişki gelişim uzmanlarına, öncesi-sonrasıyla izdivaç testlerine filan dalmak değil niyetim.
Ancak üzerini ne kadar örtse, meramını ustalıkla gizlese de, karşı yahut arzuladığı cinsin beğenisidir çoğu insanı genç, diri tutan.
Velakin, ihtiyarlığı da o öğretir, hatırlatır. O ayrı.
Tamam… Dostların, arkadaşların, dünya âlem seni sevsin, herkeşler seni beğensin, takdir etsin. Hoştur da…
Böylesi duyguların ten tene dile geldiği anlar bambaşkadır.
Öyle uzanıp yatarken, laf ola beri gele konuşurken, koynundaki sevdalın parmaklarını dudaklarına koyup, dese ki:
“Susss, şu sesi dinle! Bir elin tene değdiğindeki sesi…”
Ya mahcup olursun, ya da kanatların çıktı mı diye omzuna bakarsın.
Öğrenmenin en kalıcı hâli, öyle ya da böyle çıplak hâlidir.
Kamusal alana göre çoğu insan için mahremdir biraz bu mevzular.
Mahrem olduğu için cidarında dolanır, derinlere inersin. İnersin de, kelime seçmekten cümleye zaman kalmaz.
“Ya lale açmalıdır göğsümüzde, yahut gül” olursun.
Erkek erkeğe, kız kıza konuşman sayılmaz. Onu geç.
Teşneliğe yatkındır o muhabbetler.
Mahremi, “göze alınır”, istediğin seviyede sündürülebilirdir.
Neyse.
“Kadınlar hangi erkeklere aşık olurlar?” ise ana(ç) sorumuz…
Bir “yazan”a sormalı, belki de.
Şimdi tahayyül edin.
Üç kadın denizin karşısında oturuyorlar… Öyle böyle değil ama.
Biri 16 yıl önce 4 Temmuz’da yitirdiğimiz Tomris Uyar; hayatından Ülkü Tamer, Cemal Süreya ve Turgut Uyar geçen yazar.
Hani onun sevdalı dostu Edip Cansever’in, “Tomris rakıyı çok severdi, bense onu…” dizesindeki ketum kadın.
Diğeri, ayrıldıklarında Ankara’ya küsen şair Metin Altıok’un sevdası Füsun (Altıok) Akatlı; “Bir yüzük yaptım sana güvercin teleğinden /Bir yüzük bükerek hoşçakal sözcüğünden”…
Ve yayıncı, telif hakları uzmanı Nimet Tuna.
Çeyrek asır önce, sohbetleri aşka ve “aşksızlığa” gelip dayanıyor nihayetinde.
Ardından da “aşık olunabilecek erkeğin özellikleri”ne…
Masaya uğrayan erkeklerin de görüşlerini alarak “güle oynaya” başlıyorlar, erkeklerle ilgili manifestolarına.
“Kriter”leri özetleyerek, aktarıyorum. (¹)
Adam, Tokyo (bir zamanlar plaj için tasarlanıp da, her yerde giyilen ulusal terlik) giymeyecek. Yatarken çorap da giymesin elbet. Ortalıkta pijamayla dolaşmasın.
(Spor olmayan beyaz çorap ya unutulmuş, yahut göze batmıyormuş herhal o senelerde)
Pamuklu, keten, yün gibi doğal elyaf giyecek. Naylon ve parlak kumaşlar kesinlikle yasak. (Ferit Edgü’nün önemli katkısı: Fanila giymeyebilir. Turgut Uyar: Ama don giysin)
Çoğunluk adamın haftada en az bir kere yıkanmasına razıyken Edgü, her gün yıkanmasında diretiyor.
Ya yüzmeyi, ya dans etmeyi bilsin, ya da herhangi bir sporu iyi yapsın.
TV’de makul miktarda maç seyretsin ama yorum yapmadan, sessizce…
Boks ve güreş sevmesin.
Kes giyip jogginge çıkması, pazar günlerini doğa budalalığıyla geçirmesi -sizi de yürüyüşe zorluyorsa- yasak.
Kesinlikle uykucu biri olmasın ama uykusuzluğundan da yakınmasın.
Uykusuz gecelerini paylaşılan bir şölene dönüştürebilsin.
Tatil günlerini eşya onarmakla geçirmesin.
Musluğun contası bozulduğunda hemen işe sıvanmasın. Ustasını bulsun.
Haftada en az bir kitap okusun.
Turgut Uyar: Pardayyanlar ile Arsen Lüpen’den haberi olsun.
Ferit Edgü: Kafka, Shakespeare, Balzac, Sait Faik, Sartre ve F. S. Fitzgerald ya da Hemingway’den birini iyice okumuş olsun ama “İhtiyar Adam ve Deniz” sayılmaz.
Edip Cansever: Şiir de okusun.
Bir saz çalıyorsa çalsın ama dostlar toplantısında konser vermesin.
Aynı şekilde isterse Mavi Yolculuk’a çıksın ama dönüşünde dia gösterileri düzenlemesin.
Esprisi “humor”a dayalı olsun. Fıkra anlatmayı, “Lazın biri…” diye başlamayı nükte sanmasın.
Turgut Uyar: Askerlik anılarını anlatmasın.
Arka koltukta otururken de taksi ücretini ödeyebilsin.
Lokantada bahşişi yüzde 10'dan fazla bırakmasın. Hesabı öderken cebinden tomarla para çıkarmasın.
Edip Cansever’e göre, armağan almayı da vermeyi de bilsin. Her hesabı kendi ödemeye kalkışmasın.
Diline dolamadığı sürece mâli durumu önemsiz, yalnız arabası varsa, park yerine göre program düzenlemesin. Taksiye binebilsin.
Alkolik olabilir de sarhoş olmasın. (Edgü’nün katkısı: Düşebilir ama çelme takmasın)
Yemek masasında viski vb. içmesin. Masaya gelen çerezlere saldırmasın.
Omlet, makarna ve biftek dışında yemek pişirmeyi becersin. Kendine yetsin.
Politik görüşü sola yakın bir aydın olsun. Ama parti sloganlarıyla konuşmasın.
Cinsellik konusunda ondan beklenen, “programlı olmaması, kendini bir şeylere zorunlu hissetmemesi, heteroseksüel olsa da homoseksüellerle dostluk kurabilmesi”…
Hayatında en fazla 6 kere doktora gitmiş olsun. Antibiyotiklere düşkün olmasın.
İlk gördüğü insanlar hakkında acele ve değişmez yargılar verecek kadar gözükara bir psikoloji uzmanı kesilmesin.
Çeyrek asır geçti…
Üç efsane kadının oyun-muhabbet amaçlı listesi, uyar mı uyar bugünlere.
Erkeğin elden düşmeyen cep telefonuyla, dev ekran televizyonuyla, bağır-çağır spor oturumlarıyla, internetle, iPad’le bir nevi “cinsel ilişkisi”nin dozajı, acaba kaç kriter ekler(di) bu listeye?
Yahut, ezkazâ aşık olunur da, böyle özellikler -önce göze, sonra sineye- zamanla mı batardı…
Bir şey kesin; böyle listelerin sonu gelmez.
Mönüyü inceler, sonra gider gönüldeki "şefin tavsiyesi"ne kulak kabartırız.
Şefin -mevsim- salatasına…
Belki dikkatinizi çekmiştir. Listede erkeğin fiziksel, sözlü yahut tutumsal şiddetine dair tek bir cümle yok.
Normal… Zaten o kadınlar öyle bir “tür”ü, değil erkek, “insan” kategorisine almadıkları için bu konuda bir kritere gerek duymamışlar.
BİR FİLM/BİR REPLİK
ÇOK ODALI EVLİLİKLER
Eşiyle birbirleri için yaratıldıklarını düşünüyordu kadın.
Sadece aralarındaki tensel çekim, yataktaki uyum değildi bunun nedeni…
Gerçi o da çok eğlenceliydi ama, bir çok şeyde aynı zevkleri paylaşıyorlardı.
Mesela ayakkabılar… İkisi de ayakkabı almaya bayılıyordu.
Televizyon izlemeyi de seviyorlardı, saatlerce…
Ama bir gün artık aynı duyguları, ruh halini paylaşmadıklarını fark etti genç kadın:
“Ben Umutsuz Ev Kadınları’nı izliyordum, ama o sevmiyordu. Olabilir tabi… O kendi kablolu kanallarını izliyordu.
Tanrı zaten bu yüzden birden fazla televizyon yarattı.
Ayrı odalarda televizyon izlemeye başladık.
Çok önemli değildi, o da… Evde 5 televizyon vardı zaten.
Ama ikimiz de Grey’s Anatomy’yi seviyorduk.
Diziyi birlikte değil, ayrı odalarda seyretmeye başladık.
Bu delice bir şeydi, ama ikimiz de bunu haftalarca fark etmedik.
Kafama dank ettiğinde bu gerçekten kötü diye düşündüm.
Boşandık…”
Aktardığım telepatik hikaye, yönetmen Nate Meyer’in gişe yapamayan, hafızamda da sadece “bir yazı konusu” olarak kalan 2012 yapımı “See Girl Run” filminden.
Günümüzün evliliklerine, eşler arasındaki yabancılaşmaya, “evli ev hayatı”na çevirmiş kamerasını.
Kurulan “yuva”nın temelinde aşka benzeyen, ama kısa sürede aşk olmadığı anlaşılan, yine de gemiyi götüren (bazen de batıran) küçük şeyler, ortak sanılan alışkanlıklar var o ilişkide.
Kimi buldu-sandı-alıştı böyle evliliklere. Kimi uzlaştı oda planında…
Kimi mutfaktaki ya da çocuk odasındaki mutlulukla yetinmeyi öğrendi, şu kısa, dört duvar ömründe.
Bilgisayar ekranları önce chat’ır chat’ır buluşturdu, sonra yine chat’ır chat’ır ayırdı bazı çiftleri.
Ekranları ayırmak en güzeliydi.
Olabilirdi, doğaldı… Birlikte olan insanların, yapışık ikiz gibi yaşamaya çalışması anormaldi.
Evde birden çok televizyon, masaüstü/dizüstü/tablet, akıllı telefon, oyun konsolu filan da vardı zaten…
Altyapı hazırdı yani. Ama bir gün baktılar ki, herkes ayrı odada, ayrı ekranda…
Bu da olabilirdi elbet, normaldi.
Hatta gerekliydi; farklı odalardaki, ekranlardaki “mevzu”lar, yaşanan keyifler, edinilen bilgiler, derecikler gibi ilişkiyi besleyebilir, zenginleştirebilirdi.
Farklı odalar, ayrı özgürlük alanları yaratarak, en büyük ihtiyacı olan “nefes almayı”, bir avuç özgürlüğü sağlayabilirdi evliliklere. Güzeldi de, bu yönüyle…
Bazı odaların aslında “sarı odalar”, yan yana ama birbirinden çok uzakta, etrafı kalın duvarlarla çevrili ayrı ama benzer hücreler olduğu ortaya çıkmasaydı.
(¹) Tomris Uyar, "Yüzleşmeler".
YAZI FOTOĞRAFI: Tomris Uyar