“Harita üzerinde Türkiye’yi bölme planı” yapmışlardı. “İhanet buluşmasının arkasından CIA ve MI6 çıkmıştı.” “Zaman ayarlı bir kaos planı” deşifre edilmişti. “Sokaklar karıştırılacak, bir büyük banka ve fabrika üzerinden ekonomiye operasyon çekilecekti.” Bu “15 Temmuz’un devamı”ydı hatta “15 Temmuz kadar mühim”di. CIA, ABD’den suikast için ülkeye eski mahkum bile sokmuştu. “Casuslara Alman elçiliği takip içi çip takmıştı.” “Türkiye uçurumdan dönmüştü.”
Üzerinden bir yıl geçti ama Türkiye’nin atlattığı bu “büyük tehlikeyi ve kaos planını” artık hatırlayan yok.
Bu ağır iddianalar ve manşetlerle tutuklanan Büyükada davasının sanıkları dört ay sonra tahliye edildiler. Ajan oldukları söylenen Alman ve İsveç vatandaşları da evlerine döndü.
Peki bu kadar ağır iddialarla başlayan o davadan geriye ne kaldı? Toplantıya katılmamış Af Örgütü yöneticisinin tutuklu yargılandığı, artık haber dahi olmayan bir dava, o dört ay Türkiye aleyhine yazılan yüzlerce negatif haber ve yorumdan başka hiçbir şey.
Davanın ve tahliyelerin Türkiye’de hukukun durumu, bağımsızlığı hakkında bütün dünyada oluşturduğu fikir bir tarafa, Alman devletinin alenen yürüttüğü diplomatik girişimleriyle gelen tahliyeler karşılığında Türkiye’nin ne elde ettiği de meçhul…
***
“Hem ajan terörist” hem PKK tetikçisi” denmişti. “Alman elçiliğinde saklanmış bir provaktör”dü. Die Welt muhabiri Deniz Yücel de bir yıl tutuklu kaldıktan sonra çıkan üç sayfalık iddianameyle tahliye edildi ve Almanya’ya gitti.
Neden bir yıl tutuklu kalmıştı, bu ağır iddialar nereden çıkmıştı yine belirsiz kaldı. Yine diplomatik görüşmeler sonucunda tahliye kararı geldi. Yine “Devletlerin işlerine bizim aklımız ermez, kesin karşılığında alınmıştır bir şeyler, kargolar geliyor” dendi. Ama yine aylar sonra bu tutuklamadan geriye Türkiye’nin imajına vurulmuş darbelerden başka bir şey kalmamış görünüyor.
***
Aynı büyük iddialar ve manşetlerle başlayıp sonu tahliye ile biten davalar serisinin son örneği de Amerikalı Pastör Brunson davası oldu.
15 Temmuz darbesinden beş ay sonra İzmir’de “FETÖ’cü Papaz” diye tutuklanıp, ardından bir de darbecilikten ve askeri casusluktan hakkında tutuklama kararı verildiğinde kimse kim olduğunu bilmiyordu.
“Amerikalı misyoner bir rahip” hakkında atış serbest, insanları bu suçlamalara ikna etmek de kolaydı.
Halbuki Andrew Craig Brunson ve eşi 23 yıldır Türkiye’de yaşıyorlardı.
Misyoner bir anne babanın oğlu olarak Meksika’da büyümüş Brunson, okuduğu kolejde yine misyoner bir ailenin kızı olan Norine’la tanışmış, ikisi evlenip, 1993 yılında 25 yaşlarındayken kiliselerini açıp, misyonerlik yapmak üzere Türkiye’ye gelmişlerdi.
En büyüğü 18 yaşında olan üç çocukları da Türkiye’de doğup büyümüştü.
23 yıldır yaşadıkları İzmir’de merkezi Alsancak’taki Diriliş Kilisesi olan ve sayıları 25 ile 40 arasında değişen küçük bir cemaatle misyonerlik faaliyetlerini yürütmekteydiler.
Vatandaşlık almamışlar, 23 yıldır bittikçe oturma izinlerini uzatmışlardı. Yani sürekli devletin gözetimi ve denetimi altında yaşamaktaydılar.
Darbe sırasında tatil için gittikleri ABD’deydiler ve darbecilikle suçlanacaklarını düşünmeden Türkiye’ye dönmüşler ve oturma izinlerini uzatmak için başlarına geleceklerden habersiz karı koca Göç İdaresi’ne gidip başvurmuşlardı.
Önce Ankara’dan gelen olumsuz güvenlik raporuyla tutulmuşlar, sonra eşi bırakılmış, 20 gün sonra da Brunson bir gizli tanık ifadesiyle FETÖ’den tutuklanmıştı.
İddianamesi ise ancak 18 ay sonra çıktı. İddialar Dua, Ateş ve Göktaşı kod adlı üç gizli tanığın ifadelerine dayanıyordu.
İddianamede 23 yıldır ailesiyle İzmir’de yaşayan ve 25 kişilik bir kilisede pastörlük yapan Brunson’a yöneltilen suçlama ağırdı; “Misyonerlik görüntüsü altında ülkemizi birkaç parçaya bölmek ve kalacak küçük bir kısmı FETÖ/PDY’nin yönetimine vermek”, “FETÖ/PDY silahlı terör örgütünün üst düzey sorumluları ile gizli bir şekilde irtibata geçerek, ayrıca PKK terör örgütü üyeleri ile koordineli bir şekilde faaliyet yürütmek suretiyle bir etnik kökeni Türkiye Cumhuriyetinden ayrıştırarak belirli amaçlar doğrultusunda yönlendirmeye ve yönetmeye çalışmak.”
FETÖ ile ilişkisinin tek delili de tutuklanmasına neden olan Gizli tanık Dua’nın ifadesinde tarihi belirsiz bir toplantıda kilise açma izni için FETÖ’cü bir avukattan yardım istedikleri iddiasıydı. İddianamede böyle bir toplantı ve görüşmeyle ilgili gizli tanık ifadesi dışında başka bir delil yoktu, doğru bile olsa bu onu FETÖ’cü Papaz yapmazdı.
Daha da tuhafı iddianamenin yarısı Gizli Tanık Dua’nın LDS (The Church of Jesus Christ of Latter-day Saints) Kilisesi ya da bilinen adıyla Mormonların Türkiye’de faaliyetleri hakkında, çok daha önce polise ya da savcılığa verdiği bir ifadeden alıntılardan ibaretti.
İddialar da 2006-2011 arasındaki olaylarla ilgiliydi ve bu olaylarla Rahip Brunson arasında hiçbir ilişki de yoktu. Zaten Pastör Brunson’un mensup olduğu Evanjelik Kilisesi’ne göre Mormonlar gerçek Hristiyan bile değildiler.
“Kayıp 13. Kabile Kürtler” gibi bir zamanlar Yahudilikle ilgili iddia edilen komplo teorilerinin Hristiyanlık versiyonlarına da gizli tanık ifadelerinden yer verilmiş iddianamenin 18 ay sonra çıkmasından sonra başlayan duruşmaların her birine de gizli ve açık tanıkların tuhaf iddiaları damga vurdu.
Gizli tanık 'Serhat'a göre Brunson, Hristiyan bir Kürt devleti kurmak istiyordu. Bunun için PKK’yı Hristiyanlaştıracaktı. Sonraki duruşmada konuşan bir tanık ise Brunson’un kilisede koltukların üzerine 'Türkler oturamaz' yazısı koydurduğunu söyledi.
Üç çocuğu ve eşiyle 23 yıldır İzmir’de yaşayan 25 kişilik bir cemaati olan Amerikalı bir misyoner rahibin bunları yapacağına, PKK’nın Hristiyanlığı kabul edip, Hristiyan bir Kürdistan kurulacağına diyelim ki inanıldı.
Peki, FETÖ’cülük, darbecilik, askeri casusluk, PKK ile işbirliği içinde ülkeyi bölmeye çalışmakla suçlanan biri neden iki yıl tutuklu kaldıktan sonra geçen hafta ev hapsi için tahliye edildi?
Diyelim ki zaten bu iddiaların pek inandırıcı olmadığı biliniyordu. Mesele hukuki bir mesele de değil. Amerikalı pastör, haksız biçimde ABD’de tutuklanıp, yargılanan Halkbank Yöneticisi Hakan Atilla’ya karşı koz, pazarlık ya da mütekabiliyet için tutuklanmış olsun.
Bütün hukuki iddialardan ve tutarlılık sorgulamalarından vazgeçelim ve olaya sadece pragmatik bir diplomatik güç mücadelesi üzerinden bakalım.
Peki iki yıl sonra bu tutuklamadan Türkiye nasıl bir menfaat elde etti?
Tutuklama, Hakan Atilla’nın yargılanması, ceza almasını engellemedi. Atilla, Brunson gibi ev hapsine alınmadığına göre bu tutuklama ve tahliyenin somut bir sonucu olmadı.
Bu tutuklama, FETÖ liderinin iade sürecini de kolaylaştırmadı aksine ABD’de 80 milyon üyesi olan ve şu anda başkan yardımcısı ve Cumhuriyetçi senatörler düzeyinde ABD yönetimine hakim Evanjelik Kilisesi’nin öfkesi kazanıldı, FETÖ kendi tezlerini anlatmak için bir zemin elde etti ve kendine Cumhuriyetçiler içinde de güçlü müttefikler buldu.
Washington Post’un, İsrailli savcıların beş parfümden kaçakçılık ve Hamas’a yardım çıkaran absürt bir iddianameyle tutukladığı Ebru Özkan’ın Türkiye’ye getirilmesini Brunson pazarlığına bağlayan haberini de Türkiye yalanladığına göre bu iki yıllık tutuklamadan geriye sadece iki sonuç çıktı.
Bir hafta önce ağır iddialarla tutukluğunun devamına karar verdiği bir sanık için, bir hafta sonra ev hapsi kararı veren bir hukuk sistemi manzarası ve aklı başında Amerikalıların ve bütün müttefiklerinin utanılan akraba muamelesi yaptığı bir Başkan ve onun Evanjelik Kilisesi bağlısı yardımcısından işitilen yaptırım tehditleri.
Kuzey Kore’yi füzelerin düğmesine basmakla, Avrupa’yı paralarını kesmekle tehdit etmiş Trump’ın tehditlerini, daha bir hafta önce iltifatlarından büyük anlamlar çıkaranlar dışında muhtemelen kimse ciddiye almayacaktır.
Bu tehdide hükümetin hak ettiği cevabı vermesi de doğru.
Ama keşke bütün bunlara sebep olan dosyanın da savunulacak bir tarafı olsaydı. Bir hafta arayla tutukluluğun devamı ve tahliye kararları vermeyen bir yargı olsaydı da, top rahatça yargının bağımsızlığına atılabilseydi.
Atılan taşlar ürkütülen kurbağaya değseydi.
Belki de adaletin kalitesi, yargının bağımsızlığı bir ülkenin elini, tutuklu bir yabancıdan daha güçlü yapıyordur…