Suriye’deki iç savaş anormal bir sessizliğe gömülmüş gibi duruyor. Ülkenin geleceği meçhul. Komşu ülkelere kaçan, sığınan milyonlarca Suriyeliye ne olacağı gibi. Türkiye’de genel kanı, artık geri dönme zamanlarının geldiği yönünde. Ancak kabul edilmesi gereken en önemli gerçek şu: Milyonlarca Suriyeliden çoğu kalacak.
Yıkılmış evlere ve şehirlere dönmenin pek bir anlamı yok. Öte yandan, ‘geliyorum!’ diyen orman yangınlarına, sele hazırlıksız yakalanan bir hükümetten mülteciler için planlı bir entegrasyon stratejisi beklemek biraz fazla olur tabii. Bir anda nüfusun sosyolojik yapısını değiştirecek ölçekte kitle girişi olması durumunda -ki sınır bölgeleri için bu geçerli- yapılacak ve denenmiş birkaç politika var. Tabii gelenlerin dili, dini ve kültürü de çok önemli.
Dil, din ve kültür konusunda bir sıkıntı olmasa bile entegrasyon çok masraflı bir süreç…
Batı ve Doğu Almanya’nın birleşmesinin 2 trilyon euroya mal olduğu belirtiliyor. 20 yıl boyunca her yıl batıdan doğuya 100 milyar euro aktarılmış. Ancak hâlâ batıyla doğu arasında belirgin sosyoekonomik farklar var.
Doğu daha yoksul ve doğuda yabancı düşmanlığı daha yüksek mesela…
On yıllardır Kuzey Kore’deki rejimin yıkılıp, Güney Kore ile birleşmesi bekleniyor. Nükleer tehdide rağmen birleşmenin getireceği ekonomik ve sosyolojik yükten çekinip, kuzeydeki rejimin sağlığına duacı olan güneyli sayısı az değil.
Bir de getto stratejisi var.
1948 ve 1967’de evlerinden sürülen yüz binlerce Filistinli, Gazze ve Batı Şeria dışında komşu Arap ülkelerine kaçtı. Bu ülkelerde yerleştirildikleri mülteci kampları artık şehir olmuş durumda ve birçoğu 70 yıldır, yani nesillerdir uluslararası yardımlarla yaşıyor. Ürdün, Suriye ve Lübnan, Filistinlilerin genel nüfusa karışmaması için ellerinden geleni yaptı. Yani 1948’den beri mülteci kamplarında yaşayanlar var. 2013 itibariyle beş milyon kayıtlı Filistinli mülteci vardı.
Bir de Türkiye örneği var.
Milyonlarca Suriyeliyi kabul et!
Evet, Türkiye stratejisi bundan ibaret.
Tabii, iç savaştan kaçan milyonları kabul etmemek bir opsiyon değildi.
Hepsini kamplara yerleştirip genel nüfustan uzaklaştırmak da öyle…
Ancak mevcut durumun da pek kabul edilir yanı yok.
Gelenleri düşük ücretle çalıştırmak kanunlara aykırı. Vicdanlara da aykırı olması lazım. Medeni ülkelerde ucuz işçi dediğiniz kavram aslında “modern kölelik” olarak tanımlanıyor.
Avrupa para vermeyince sınırlara sürmek de kabul edilemez. Orada sınırı geçmeye çalışırken insanlar öldü. Sorumlusu kimdi peki?
“İki yüzlü Avrupa! Bize insan hakları dersi vermeye çalışan Avrupa” mı? Sadece mi?
Türkiye’nin hemen her şehrinde komşu ülkelerden kaçanları, oraya sığınanları, hayat kurmaya çalışanları görmek mümkün.
Başından beri bu sürecin doğru yönetilmediğini biliyorduk.
İstanbul’da toplu taşıma araçlarında giderken dört, beş yaşındaki Suriyeli çocukların dilenmesi doğru yönetilmediği anlamına geliyordu zaten. Gelmeliydi…
Milyonlarca Suriyeliyi “misafir” ettiğimizi tüm dünyanın yüzüne vururken Türkiye’nin birçok bölgesinden kaybolan çocuklar ve ikinci, üçüncü karısını Suriyelilerden alanların haberleri de geliyordu. Milyonlarca göçmen artık Türkiye’de toplumsal bir sorun olmuş durumda. Hükümetin “kervan yolda düzülür” stratejisiyle buraya kadar geldik.
Muhalefetin de pek iç açıcı/hiç iç açıcı önerisi yok aslını söylemek gerekirse.
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) lideri Kemal Kılıçdaroğlu “İktidarımızda Suriyeli misafirlerimizle helalleşip iki yılda memleketlerine uğurlayacağız” dedi. Dünya tarihinde başarılı örneği olmayan bu tür bir planı nasıl gerçekleştireceği konusunda bir ipucu paylaşmadı. Belki hükümet fikirlerini sahiplenir diye susuyor.
Bu da bana “erke dönergeci” projesini hatırlattı. Koca koca paşalar dizilmiş ve evrensel termodinamik kurallarına aykırı bir makinenin yapıldığını tüm dünyaya müjdelemişti. Enerji ihtiyacına cevap verip dünya barışı sözü veren paşaların müjdesini hâlâ bekliyoruz.
Emin olun Kılıçdaroğlu’nun sözü de daha olası değil.
Bir de Berat Albayrak’ın Karadeniz’deki gazıyla dalga geçiyorduk.
Şiddet ve ölümden kaçan milyonlarca insana kapıyı açmak belki de on yıllardır ülke olarak yaptığımız en önemli sorumluluk ve iyilik örneği.
Ancak dünyada yaptığı iyiliği insanların bu kadar gözüne sokan başka millet yoktur herhalde.
İspanya ve Portekiz’den kaçan Yahudiler 500 yıldır hâlâ bunun borcunu ödeyemedi.
Birkaç yıl önce, daha eski bir tarihte İstanbul’u ziyaret eden üç İrlandalı kadını yemeğe çıkarmam istenmişti. Kadınlar rehberin onlara İstanbul’un turistik yerlerini gezdirirken İrlanda’dan geldiklerini duyunca, “Biliyor muydunuz? Biz 18’inci yüzyılda siz açlıktan kırılırken ve kraliçe yardım etmezken size buradan gemi dolusu yiyecek gönderdik” demiş.
Görünen o ki, asgari ücretin yarısına çalıştırılan, itilen, kakılan, dövülen Suriyeli bir çocuğun torununun torunu bile bizim yaptığımız “iyiliği” ödeyemeyecek.
Avustralya ve mülteci politikası
En başarılı göçmen ülkeleri söz konusu olduğunda ABD ve Avustralya yarışır. ABD’deki Özgürlük Anıtı’nda bulunan şiirde Amerika, “Bana bitkinlerini, yoksullarını, özgürlüğe susamış ezilmiş kitlelerini yolla” diyerek özgürlük ve fırsatlar ülkesi olarak her gelene kapılarının tamamen açık olduğunu ima etse de, “Ne olursan ol, gel” dermiş gibi görünse de gerçek bundan çok farklıydı. Yasalar belli kültürel ve ırksal tercihler olduğunu açıkça belirtiyordu. Örneğin 1800’lerde Çinlilerin gelmemesi için özel kanun bile çıkarıldı. Kapılar hep Avrupa’nın kuzeyinden gelenlere açıktı.
Avustralya da farklı değildi. 1900’lerin başından itibaren uygulanan “Beyaz Avustralya” politikası özellikle Asya ve Pasifik Adaları’ndan gelenlere ülkenin kapalı olduğunu kesin bir dille belirtiyordu. Bu yasanın son emaresi 1973’te kalktı. Günümüzde artık dil, din, renk, etnik köken veya kültüre göre herhangi bir ayrımcılık yapılmaması yasalarca güvence altında.
Ancak buraya bir günde gelinmedi.
Şu anda 25 milyon vatandaşı olan Avustralya’da, nüfusun yüzde 30’u yurt dışında doğmuş. Anne ve babasının en az biri yurt dışında doğmuş olan ikinci nesil Avustralyalıları dahil edince bu oran yüzde 50’ye çıkıyor.
Ülkeye ilk geldiğimde Melbourne şehir merkezinde bulunan St. Paul Katedrali’nin üzerindeki “Mültecileri evlerinde hissettirelim!“ afişini görünce buraya gelmenin kolay olduğunu düşünmüştüm. Değilmiş…
Afişin devamı meğerse buradaymış…
“Avustralya yuvanız olmayacak.“ Bir diğeri ise “Avustralya’ya ayak basamayacaksınız.“
Burada; devlet makamlarınca, insan kaçakçılarının yalan söylediği, kadın veya çocuk fark etmeden Avustralya’nın bu konuda taviz vermeyeceği belirtiliyor.
Bu arada afişler yeni de değil; 2014 yılından…
Ve o zamandan bu yana hiçbir şey değişmedi. Zira Avustralya’da yasadışı yollardan ülkeye girenler hâlâ kesinlikle kabul edilmiyor. Tekneyle gelmeye çalışıp yakalandıktan sonra yıllarını Papua Yeni Gine’de Birleşmiş Milletlere göre insan haklarına aykırı kamplarda geçirmek zorunda kalan çok sayıda genç var. Tekneyle geldikten sonra burada tanışıp iki çocuğu olan bir çift yıllardır mahkemede sürünüyor. Dört yaşındaki çocukları hayatının tümünü gözetim altında geçirdi. Büyük ihtimalle mahkeme süreci sonunda çocuklar hiç tanımadıkları bir ülkeye geri gönderilecek.
Bu tür kararların ahlaki olarak doğru olduğunu savunmak imkânsız. Ancak göç sürecini kontrol altında tutabilmek için siyasetçilerin bazı kararlar alması gerekiyor. Sorumluluk alması, vatandaşlara karşı da şeffaf olması gerekiyor.
Ne “Nasıl olsa hallolur” stratejisi kabul edilebilir ne de “Bana güven gerisini merak etme sen” stratejisi…
Şu anda Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin çoğunun kalıcı olduğunu kabul ettikten sonra başka bir süreç başlıyor.
Bu belki de en zor süreç.
Göçmenleri bir kaynak, bir zenginlik, geleceğe yatırım olarak görmek gerekiyor. Ayrıca kurumsal bir altyapı ile onların ülkeye entegre olmasının sağlanması lazım.
Avustralya gibi bu konunun uzmanı bir ülke bile sıkıntı yaşamıyor değil.
Ancak bu süreç karşılıklı ilerliyor…
Sydney’de havaalanında indiniz. İngilizceniz, eh…
Elinizdeki diploma bile Türkçe. Gösterseniz anlayacak kimse yok. Hatta geçerli olup olmadığını bile bilmiyorsunuz. Zaten tecrübeniz yoksa diploma da pek işe yaramayacak muhtemelen… Ama heyecanlısınız.
Fırsatlar, zenginlikler ve türlü başarılar gözünüzün önüne geliyor. Havaalanından çıkıyorsunuz ve karşıdan karşıya geçmeye çalışırken ilk şoku yaşıyorsunuz. Ters taraftan gelen araba size çarpmamak için son anda direksiyonu kırıyor. Ders 1: Burada trafik soldan akıyor…
Ehliyet nasıl alınır? Ev nasıl tutulur? Çalışma hayatı nasıl? Hakların neler? Doğru bildiğiniz her şeyi sıfırdan öğrenmeniz gerekiyor.
Buraya gelenlerin kadın ve çocuk hakları, LGBTİQ+ toplumun hakları konusunda doğru tutum alması gerekiyor.
Türkiye’nin batısında yangınların dumanı dağılmamışken Ankara’daki pogromun haberi geldi.
Sonra da Karadeniz’de yaşanan sel felaketleri sonucu hayatını kaybeden onlarca insanın haberi… Son bir haftada COVID-19 yüzünden bin kişi hayatını kaybetti…
Sanırım erke dönergecine hiç bu kadar ihtiyacımız olmamıştı!