Bu satırları yazdığım 10 Temmuz 2020’de, Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesine dair 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararı Danıştay tarafından iptal edildi. Ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ayasofya’nın ibadete açılmak üzere Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilmesi kararnamesini imzaladı. Bir bakıma, müze mi cami mi tartışması sona erdi. Dünyanın dört bir yanından 400’ü aşkın Bizans-Osmanlı tarihçi ve sanat tarihçisinin imzaladığı bir bildiriyi, 7 Temmuz’da kısa bir girişle yayınlamıştım. Orada dile getirildiği üzere soru, artık bir tarih hazinesi olarak Ayasofya’yı, içindeki bütün sanat eserleriyle birlikte en iyi nasıl koruyacağımıza döndü.
Tabii bu tür kararlar İstanbul şehrinin tarihinde ilk defa verilmiyor; Kariye Camii ve Ayasofya gibi binalar ilk defa işlev değiştirmiyor. Roma’nın yanında ve ona rakip olarak yükselen Yeni Roma, Bizans Konstantinopolis’i, sonra Osmanlı Kostantiniyye’sini ve İstanbul’u, bütün dünyanın gözünde çok katmanlı bir metropol hüviyeti kazandı. Üç imparatorluğun mirasını Doğu ile Batı arasındaki sınırda toplayıp birleştirdiği kabul edildi. Çeşitli toplumları, dinleri ve heterojen görsel dilleri kapsayan bu uzun tarihin izleri, şehrin dokusu ve tabakalarında çok belirgin. Binaların geçmişten günümüze şekillendirilmesi ve yeniden şekillendirilmesi, yeni sosyo-kültürel işlevlere uyarlanıp dönüştürülmesinde; malzemelerin tekrar tekrar devşirilip yeni yapılara monte edilmesinde, söz konusu mimarî tarzların zaman boyunca katmanlanması açıkça izlenebiliyor.
Konstantinopolis’in 1453’te Osmanlı orduları tarafından kuşatılıp zapt edilmesinden sonra, şehirdeki neredeyse bütün Bizans kiliseleri teker teker camiye çevrildi. Bu süreç sadece iki Bizans kilisesinin Hıristiyan kaldığı 17. yüzyıla kadar aralıklı olarak devam etti. Söz konusu dönüşümlerin en büyüğü, 29 Mayıs 1453’te savaş sona erdikten hemen sonra gerçekleşti. Geleneksel anlatıma göre, zaferin ertesi günü Sultan II. Mehmed, yeni başkentinin “ulu camii”ni ilân etmek üzere Ayasofya’ya gitti. Bazilikanın derhal camiye dönüştürülmesini talep etti ve ilk Cuma namazını 1 Haziran 1453’te kıldı. Böylece Ayasofya, Kostantiniyye’nin ilk emperyal camii; zamanla tarihî yarımada sırtlarında sıralanacak olan “selâtin camileri”nin ilki haline geldi.
Marmara’dan, Haliç’in karşı kıyısından, hattâ Boğazdan bakıldığında, Philip Mansel’in ifadesiyle “tüm dünyanın arzuladığı” şehrin (City of the World’s Desire) tümüyle gölgesinde kaldığı, hem Bizansı hem Osmanlıyı simgeleyen bu en etkileyici yapının, kentteki ilk Osmanlı mimari müdahalelerine konu olması şaşırtıcı değil. Ayasofya’yı camiye dönüştürmek, o çağların alışılmış fetih uygulamalarını aşan bir projeydi ve özellikle Mehmed’in benzersiz, karmaşık kişiliğiyle ilgili ideolojik ve estetik çağrışımlar taşıyordu. İBB’nın satın aldığı Bellini tablosuna ilişkin yazımda belirttiğim üzere (bkz Fatih Sultan Mehmed’in genç bir saray mensubuyla portresi, 27 Haziran 2020), II. Mehmed kendini Bizans’ın (ve Bizans üzerinden Roma’nın) varisi olarak konumlandırmak; imajını da buna göre, çağdaş bir İtalyan-Osmanlı estetiğiyle şekillendirmek peşindeydi. Konstantinopolis’in fethi, II. Mehmed’de yıkıntı halindeki şehri yeniden canlandırıp bir dünya imparatorluğunun müreffeh başkenti statüsüne kavuşturmak arzusunu doğurmuştu. Bellini ve benzerlerine sipariş ettiği Latince yazılı portrelerinde kendini Victor Orbis (Dünyanın Fatihi) olarak takdim ettiren II. Mehmed, Costanzo de Ferrara’nın sultanın 1481’de ölmesinden sonra yaptığı, bugün Hermitage Müzesi’ndeki bir madalyonda SVLTANI MOHAMMETH OCTHOMANI VGVLI BIZANTII INPERATORIS(Sultan Mehmed, Osman soyundan, Bizans İmparatoru) olarak anılıyordu.
Herhalde gençliğinden hayatının sonuna kadar uzanan bu vizyon çerçevesinde, II. Mehmed’in fetihten sonraki ilk amacı, Bizansın “harap başkent”ini yeni evrensel imparatorluğunun merkezine dönüştürmek; bir yandan görkemli geçmişiyle bağlarını koparmadan, diğer yandan bir Türk-İslâm şehrinin geleneklerine göre yeniden kurmaktı. Benzersiz kubbesiyle ana binanın kendisinde söz konusu gelenekleri ihlâl eden bir şey yoktu. Asıl mesele, ezanın okunabileceği minare veya minarelerdi. İç mekâna mihrab, minber ve büyük bir avize eklenirken, dışarıda hemen ahşap bir minare yapıldı. Daha sonra, yapının güneydoğu köşesindeki kırmızı minare ya II. Mehmed’in kendisi, ya da oğlu II. Bayezid tarafından inşa edildi. Kuzeydoğu köşesindeki ince beyaz minarenin II. Bayezid’in saltanatında yapıldığı kesindir. Batı tarafındaki, birbirinin aynı iki minare ise Mimar Sinan (ö. 1588) tarafından 16. yüzyıl sonlarında, ya II. Selim (hd 1566-1574) ya III. Murad (hd. 1574-1595) zamanında ilâve edildi.
Jüstinyen’in 6. yüzyılın ilk yarısında yaptırdığı Ayasofya, sadece Bizans mimarisinin en büyük örneği değildi. Hem Antik çağın doruğunu simgeliyor, hem yeni bir Ortaçağ medeniyetini haber veriyordu. O zamana kadar inşa edilmiş en büyük katedraldi ve İspanya’nın Sevilla Katedraline kadar daha bin yıl da öyle kalacaktı. Etkisi Doğu Ortodoks, Roma Katolik ve Müslüman dünyalarına yayıldı. Özellikle muazzam kubbesi, Roma sonrasında yitirilen ve Rönesansa kadar geri getirilemeyen bir sanat ve yapı tekniğinin ifadesiydi. Bu nedenle kubbe, âdetâ yapının kalanından ayrı bir gizem kazandı. Sonraki hükümdar ve mimarlara yüzyıllar boyu özlem ve ilham kaynağı oldu. 674-678 ve 717-718 yıllarında Konstantinopolis’i iki defa kuşatan Arap orduları için, uzaktan seyrettikleri bir haşmetin gıpta ettikleri sembolüydü. Orta Çağ boyunca çevresindeki tüm Balkan ve Ortadoğu devletleri de Ayasofya’ya hayrandı. 11. yüzyıldan itibaren Anadolu’da kurulan Türk beyliklerinin ilk kuşağı ve aralarından sivrilen Konya Sultanlığı (veya Rum Selçukluları) uzun süre hep kubbesiz camiler inşa etti. Anadolu beyliklerinin ikinci kuşağı ve bu arada Osmanlılar, Konstantinopolis’e yaklaştıkça, Bizans kültürü ve uygarlığıyla yoğun temas içinde kubbeli cami tekniklerini yavaş yavaş öğrendi. 16. yüzyılda Sinan, Ayasofya’nın kubbesini aşma arayışıyla yaşadı ve öldü.
Ayasofya eşsiz ve erişilmezdi, ama tek örnek değildi. Yeniden yorumlanırken önceki işlevlerinden dinî açıdan ayrılan, fakat yine de Bizans geçmişlerinin estetik izlerini yeni bir Osmanlı bağlamında koruyan yapılar, II. Mehmed’in (zamanında Avrupa’da ve hattâ kendi ülkesinde bile tartışılan) “Rum kayserliği” veya “Bizans imparatorluğu” iddiasının bir parçasıydı. İster Ayasofya’nın dönüşümüyle, ister Topkapı Sarayını da getirip eski Bizans imparatorluk sarayının üzerine kondurmasıyla II. Mehmed, Osmanlıyı Bizans’a ilginç bir şekilde eklemlemeye; eski ve yeni stilleri birleştirip güçlü bir yer duygusu uyandırmaya çalışıyordu. II. Mehmed’e adadığı bir kroniğin yazarı, bürokrat ve tarihçi Tursun Bey’e göre, “Ayasofya kârnâmesi resminde” yapılmış olan büyük cami (Fatih), sadece kilisenin tüm sanatlarını kapsamakla kalmamış; aynı zamanda “nev’-i şîve-i tâze” diye tarif ettiği yeni bir dile; “tasarrûfat-ı müte’ahkirîn” (sonrakilerin, çağdaşların uygulamaları) sayesinde eşsiz bir güzelliğe ulaşmıştı.
Osmanlılar yeni mimarilerini Bizans örneklerinden hareketle biçimlendirirken, bir yandan da Bizans kiliselerini camiye dönüştürmeye devam ediyordu. Bu süreç gerek Müslüman, gerekse Hıristiyan ve Yahudi gruplarının Rumeli ve Anadolu’dan Konstantinopolis’e sürgün ve iskân edilmesini emreden fermanlarla büsbütün hızlandı. Yeni gelenler, önceden mevcut veya yeni kurulan mahallelere yerleştirilirken, namaz kılabilecekleri cami ve mescidlerin de sağlanması gerekiyordu. Bu binalar ideal olarak semt veya mahallenin merkezinde yer alacak, halka açık bir forum işlevini de üstlenecekti. Fakat tabii uygun bir yerde elverişli bir Bizans yapısı varsa, yenisini sıfırdan inşa etmek yerine mevcudu dönüştürmek daha pratikti. Ayasofya’nın yanı sıra bu yaygın ve daha küçük ölçekli dönüşümler de, yerel düzeyde benzer ideolojik ve sembolik önem ve anlamlar taşıyordu. Binaların iç ve dış kısımlarına çeşitli İslâmlaştırıcı özellikler ekleniyor; yeni mahalleleri, yüksek mevki sahibi kurucu veya hamileri, dönüşümlerinde görev alan yetkililer, veya yakın zamandaki tarihsel olaylar üzerinden isimleri değiştiriliyor; böylece tek tek kiliseler önceki Hıristiyan kimliklerinden ayrılıp yeni bir işleve adapte edilebiliyordu.
Ayasofya’nın tekil, heybetli boyutlarının aksine, bu dağınık mahalle cami ve mescidleri çoktu, küçüktü; devlet hiyerarşisinde düşük, ancak kent topoğrafyası üzerindeki etkileri açısından büyük önem taşıyordu. Sonraki yüzyıllarda Mehmed’in halefleri dönüşüm meselesine farklı şekillerde yaklaştı. Örneğin II. Bayezid’in saltanatı, muhtemelen nüfus artışı ve her biri bir mescid veya cami ile donatılmış yeni mahallelerin artık yerli yerine oturmuş olması nedeniyle, bu açıdan âşikâr ki o kadar üretken değildi. Yavaş yavaş, daha “etkileyici” Bizans kiliseleri dönüştürülüyor, yani öncekinden daha seçici bir süreç izleniyordu. Aziz Sergius ve Aziz Bakhus Kilisesi, Aya Theodosia, Stoudios Manastırı ve Giritli Aziz Andrey Kilisesi, sırasıyla Küçük Ayasofya’ya, Gül Camii’ne, İmrahor Camii’ne ve Koca Mustafa Camii’ne bu dönemde dönüştürüldü. Kullanılmayan ve harap olmaya terk edilmiş kiliselerin camileştirilmesine öncelik verilmesi, önemli bir motivasyonun da bu yapıların bir şekilde korunması olduğunu düşündürüyor. Örneğin Khora Kilisesi’nin II. Bayezid’in veziri Hadım Ali Paşa tarafından Kariye Camii’ne dönüştürülmesi, Küçük Kıyamet olarak bilinen 1509 depreminden sonra gerçekleşmiş olabilir. Daha sonraki dönemlerde yeni mahallelerin oluşumu neredeyse durma noktasına geldiğinde, bu tür projeler daha da yavaşladı. III. Murad döneminden itibaren dönüşümler bir mahalle ağırlıklı olarak Müslüman olduğunda kilise ihtiyacının azalmasına bağlandı, yani daha işlevsel bir yaklaşıma gidildi. Bölgelerinde bir camiye ihtiyaç duyulmaması nedeniyle, başlarda da söylediğim gibi sadece iki Bizans kilisesi tümüyle dönüşüm dışı kaldı. Fener’deki Kanlı Kilise ya da Moğolların Azize Meryem Kilisesi, mahallenin Rum nüfusuna verildiği için Ortodoks işlevini korudu. Aya İrini ise Ayasofya’ya fazla yakındı ve sonradan Topkapı Sarayı’nın birinci avlusunda izole edildi. 1826’ya kadar cebehane ve askerî müze gibi din dışı alanlarda kullanılmakla birlikte, mimarî bir değişim geçirmedi.
Altını önemle çizmeliyiz: 29 Mayıs 1453’den sonra kentteki tüm Bizans kiliseleri ânında camiye dönüştürülmedi. Bu değişimler 17. yüzyılda hâlâ devam ediyor, bazı yapılar orijinal işlevlerini koruyordu. Kiliselerin camiye dönüştürülmesine dair popüler muhayyilenin aksine, bu binaların birçoğundaki Bizans mozaik ve freskleri (örneğin Kariye’dekiler) hiçbir zaman toptan kaldırılmadı, fakat zaman içinde kâh alçı, boya ve kir ile örtüldü, kâh depremlerle zarar gördü. Kiliselerin iç dekorasyonlarının camileştirilmelerinden sonra da görünür kalması ve bu suretle geçmiş yaşamlarına atıfta bulunması, fethedilen şehrin sanat ve mimarlık mirasının yorumlanmasına dair dikkatli seçimleri yansıtıyor. Örneğin Viyana elçisinin papazı olan Stephan Gerlach 1578’deki ziyaretinde, önceden camiye dönüştürülmüş olan Kariye’yi görmüş, özellikle portiko’su (revaklı girişi) ve naos’undaki (ana mekânı, sahınındaki) süslemeler ile Theodor Metokhites’i gösteren muhteşem mozaiklerini yazmıştı. Öyleyse 16. yüzyıl sonlarında bile, cami olarak kullanılan yapının içindeki mozaik dekorasyonun en azından bir kısmı görülebiliyordu. Hattâ modern dönemde Kariye’ye duyulan ilginin çoğu bu mozaik ve fresklerden kaynaklanıyor, 19. yüzyılda şehre gelen Batılılar yapıdan “Mozaik Camii” olarak söz ediyordu.
Dini işlevlerinin değişmesine rağmen camiye dönüştürülme sürecinde Bizans katmanlarını koruyan bu binaları, birer palimpsest, üzerine yeni şeyler yazılmış olmasına rağmen altındaki eskinin hâlâ okunabildiği birer tarihî belge, ya da eski boyaların sürekli satha çıktığı pentimento örnekleri gibi görmemizde fayda var. Geçmişten öğrenmek diyoruz; belki asıl bu konuda, II. Mehmed ve haleflerinden öğrenecek bir şeyler bulabiliriz. Ayasofya’yla ilgili son kararın ışığında, bu yapıların bütün tarihine sahip çıkmaya devam etmemizi, içerdikleri olanca kültür ve sanat mirasını en iyi şekilde korumayı sürdürmemizi diliyorum.