[13-14 Ocak 2016] Son bir hafta kişisel sorunlarla geçti. İşler yığıldı. Derken, 1128 öğretim elemanının bildirisi öne çıktı. İçeriği bir sorun; imzacılarına yöneltilmeye başlayan saldırı ve soruşturmalar ayrı bir sorun. Başka her şeyi (ve bu arada, Yaprak Zihnioğlu’na itirazlarımın üçüncü bölümünü de) ertelemek pahasına, bu konuya eğilmek istiyorum.
Savaş ortamı kendini hissettirdikçe
Bazen düşünüyorum, evet, temelde bir Türkiye var, ama acaba o bir Türkiye’nin içinde kaç ayrı alt-Türkiye var diye. Batıda, daha genel bir ifadeyle “Türk Türkiye”de yaşayanlar için, seçimlerde HDP’nin kazandığı, özellikle 7 Haziran 2015’te neredeyse tulum çıkardığı iller, âdetâ ayrı bir dünya. Kimi Güneydoğu diyor (the Southeast), kimi “bölge” (the region), kimi “kuzey” veya Bakur (the north), kimi Kürdistan, Türkiye Kürdistanı veya kuzey Kürdistan. Coğrafî mesafenin, sosyo-ekonomik geriliği ve yoksulluğunun, onyıllar boyu süren eski devlet baskısı ve ayırımcılığının yanısıra, son zamanlarda sertleşen ve derinleşen PKK hegemonyasının da büsbütün ötekileştirdiği bir âlem. Orada enikonu bir savaş cereyan ediyor. Defalarca yazdım; bu, tamamen PKK’nın başlattığı bir savaş. Yanlış ve haksız bir savaş. Barış ve demokrasiye karşı bir savaş. Bizzat Kürt halkına zarar veren bir savaş. Zaten o nedenle, Kürtlerin sessiz çoğunluğu da desteklemiyor.
Geçelim. Türkiye’nin büyük bölümü uzaktan seyrediyor bu savaşı. Daha çok “şehit asker ve polis, öldürülen terörist” haberlerini okumakla yetiniyor. Bunda, alttan alta bir infial hissinin de payı var. Bu sefer toplum “Kürt hareketi”ne herhangi bir haklılık payı tanımayı iyiden iyiye reddediyor. Tersine, “özyönetim” adı altında hendekli-barikatlı ilçe merkezi işgallerine karşı güvenlik güçlerinin giriştiği operasyonlara, en azından zorunlu ve kaçınılmaz diye bakıyor; giderek bu tavır daha net ve kesin, hattâ kavgacı bir desteğe doğru gelişiyor. Öyle veya böyle; çoğu insan artık PKK ve/ya HDP’nin başına ne geldiği ve geleceğine pek aldırmıyor gibi.
Gelgelelim, bu manzarada aldatıcı bir yan var. “Güneydoğu” Türkiye’nin kalanından izole edilmiş değil. HDP bir “Türkiye partisi” olamadı ama Kürt sorunu bütün Türkiye’nin sorunu. Nitekim bu savaş — ilk patlak verdiğinde kullandığım ifadeyle “PKK’nın yeni karşı-devrimci iç savaşı” (bkz Suruç’un ardından (2), 24 Temmuz 2015) — ülkenin tamamını içten içe sarsıyor ve zehirliyor. Bunun en basit belirtisi, tam normalleşiyoruz derken, çeşitli gerginliklerin tekrar yükselişe geçmesi. Savaş her zaman milliyetçiliği tırmandırır. Milliyetçiliğin “birlik” vurgusu, normal zamanlarda bile, farklılık ve çok-sesliliği esas alan demokrasi ile kolay kolay bağdaşmaz. Savaş durumunda ise, karşıt milliyetçiliklerden her birinin “kendi milleti”ni mutlak birliğe çağırması, demokrasiyi daha da fazla zorlamaya başlar. “Çizgi dışı”na çıkanlara karşı toleranssızlık tırmanışa geçer. Kamplar katılaşır; herkes kendi durduğu yerin kabul edilebilirlik sınırlarını dar ve daha dar ve daha daha dar çizmeye koyulur. Bazı örnekleri kısaca hatırlatalım: (a) Sırf “PKK bir terör örgütü değildir” dedi diye Tahir Elçi’ye reva görülen muamele (ve bu yüzden, ölümü karşısında hükümetin bir derece töhmet altında kalması). (b) Selâhattin Demirtaş’ın Aralık ayındaki demeçleri ve DTK kararları üzerine, doğrudan devlet ve siyaset adamlarınca dile getirilen adlî suç isnatları ve dokunulmazlığın kaldırılması çağrıları. (c) En son, Oral Çalışlar’ın deyişiyle “Beyaz’ın başına gelenler” (12 Ocak 2016). (Bazı köşe yazarlarının, son zamanlarda Kürt sorunu dışındaki konularda dahi sergilediği saldırganlık, keza bu yaygın hırçınlaşma bağlamında düşünülmeli sanıyorum.)
Bu bildiri, büyük bir yanlışı ifade ediyor
Türkiye’nin (114’ü devlet, 76’sı özel olmak üzere) toplam 190 üniversitesindeki, sayıları neredeyse 80,000’i bulan öğretim elemanından 1128’inin imzaladığı bildiri ve doğurduğu tepkiler, bu ortam çerçevesinde değerlendirilmeli. İki basit şey söyleyeceğim. İlki içeriğe ilişkin. Bu bildiriyi bilgi, fikir, düşünce, tahlil ve sonuç planında külliyen hatâlı buluyorum. Hattâ içinde herhangi bir doğruluk kırıntısı göremiyorum desem yeridir. Temmuz ayından bu yana Güneydoğu’da yaşananları tamamen tepetakla ettiğini; savaşı çıkaran ve hendek-barikat çizgisinde ısrar eden PKK’ya da, PKK’yı savunmak ve mazur göstermek için atmadığı takla, başvurmadığı demagoji kalmayan HDP’ye de tek lâf söylemediğini; sanki onlar yokmuş gibi tamamen gerçek dışı bir görüntü çizdiğini; buna karşılık devlete keza tümüyle hayal mahsulü suçlar isnad ettiğini düşünüyorum.
Özellikle (a) “devletin başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün politikası” iddiasını bir yalan olarak görüyor; (b) “hükümetin Kürt siyasi iradesinin taleplerini içeren bir yol haritası oluşturması” talebini ise, PKK’nın “silâhlı özyönetim” dayatmasının kabulünü imâ etmesi, dolayısıyla “Kürt siyasî iradesi” dediği Kandil’in bütün pozisyonuna bire bir denk düşmesi bakımından çok çarpıcı buluyorum. Bütün bunların nereden geldiğini de anlamıyor değilim. Hepsinin temelinde arkaik, anakronik bir solculuğun “ezilen milletin ne yaparsa yapsın haklılığı, devletin ise topyekûn haksızlığı” takıntısı var. Bunun üzerine “devrimci şiddet” ve “silâhlı mücadele” fetişizmi biniyor. Bunları kendi hayat tecrübemden, adım gibi biliyorum. Piramidin en tepesine de AKP ve Erdoğan düşmanlığı oturuyor anlaşılan. Sonuçta, devletin grisini kara, PKK’nın karasını ak gösteren bir tablo şekilleniyor. Bu bildiriyi imzalayan herkese yalancı demiyorum. Ama bilerek veya bilmeyerek, dikkatle okumuş olsunlar veya olmasınlar, bayağı büyük bir yanlışa imza attıkları kanısındayım.
Yanlışa ve aykırıya özgürlük, asıl bu çetin dönemlerde gerekli
Bu kadarı nisbeten kolaydı; şimdi gelelim asıl zor soruna. Bu, söz konusu 1128 öğretim elemanının, düşünce ve ifade özgürlüğü başta olmak üzere demokratik haklarıyla ilgili. Madalyonun bir yüzünde, bana göre ve diyelim ki size göre ve başkalarına göre de, çok yanlış bir metin ve siyasî girişim. Ama madalyonun diğer yüzünde (1) bunları düşünmek ve söylemek, ifade etmek de bir hak, demokrasinin bir parçası ve (2) herhangi bir suç içermemekte. Evet, lütfen herkes de benim kadar dikkatle okusun; hiçbir terör veya terör örgütü övgüsü yok içinde. Doğru, yapılan tahlil ve önerilen adımlar şu anda hükümetin elini kolunu bağlamak suretiyle PKK’nın (ve HDP’nin) yararına olacak; legali ve illegaliyle bu Kürt milliyetçi hareketinin sıkıştığı köşeden kurtulmasına yarayacak şeyler. Ama bu, benim kendi sübjektif yorumumla vardığım bir sonuç ve ayrıca, yasalarda mevcut herhangi bir suç tanımına sığdırılması mümkün değil. Siyasi bakımdan sakat ve dolayısıyla siyaset sahnesinde, kamuoyu önünde eleştirilebilir olmayı, hukukî açıdan suçlanabilir olmakla birbirine karıştırmamak lâzım.
Ayrıca unutmayalım ki akademikler (*) de birer insandır ve “yanlış” veya “aykırı” sayılan herhangi bir görüşü akademik kimlikleriyle savunmaları, salt birer birey, “sıradan” birer insan olarak savunmalarına göre daha ağır bir durum oluşturmaz. “Bilim yanılmazdır; dolayısıyla bilim insanları her zaman doğruyu söyler (söylemeleri gerekir); dolayısıyla (bize göre) doğruyu söylemiyorlarsa, bu bilhassa tahammül edilmez bir durum oluşturur” — yok böyle bir şey. Hele öznellik dozajının çok arttığı insan ve toplum bilimlerinde, asla söz konusu değil. Aksini tasavvur etmek, akademiklerin ancak yüzde yüz “doğru”yu söyledikleri ve savundukları takdirde (ölçüde) bilim özgürlüğünden yararlanabilecekleri varsayımına götürür ki, bunu da çürütmek son derece kolaydır: Peki, kime göre “doğru”? Eğer önceden bilim özgürlüğünden yararlanabilmek için falanca koşulları yerine getirmek ve X, Y, Z “doğru”larından şaşmamak gerekir diyeceksek, yani belirli bir anda “doğru” kabul edilenlerin sınırını aşamayacak ve yanılmak pahasına özgürce tartışamayacaksak, “yanlış”ları ayıklayıp “doğru”ya ulaşmak nasıl mümkün olacak? İnsanlığın tüm düşünce ve bilim tarihi tam tersine; ilerleme uğruna “yanlış” saydıklarımızın da serbestçe ifade edilmesine olanak tanımak gerektiğine işaret ediyor.
Onun için, bırakalım cadı kazanı kaynatmayı; mahzurlarına Yıldıray Oğur’un hemen dikkat çektiği YÖK soruşturması tehditlerini (bkz Bu kez PKK’nın yenilmesine izin vermek, 13 Ocak 2016); Sedat Peker’in “oluk oluk kanlarını akıtalım”larına varan aşırılık ve ultra-aşırılıkları. Tersine, vereceksek adam gibi bir fikir mücadelesi verelim. O birkaç paragrafı cümle cümle ayıklayalım, didik didik edelim. Tek tek konuşturalım bakalım, savunabiliyorlar mı imzaladıkları metni, keza cümle cümle.
Ve unutmayalım: sonuçta, demokrasinin ve bilimin çıkarları ortak. Demokrasi için de, bilim için de çok-sesli ve hoşgörülü bir özgürlük ortamı mutlak surette gerekli. En fazla da böyle dar geçitlerde, çetin ve çetrefilli dönemlerde gerekli.
NOTLAR
(*) Yeri gelmişken belirteyim; son beş on yılda dilimize musallat olup bilir bilmez kullanılan şu “akademisyen” deyimi de bir başka yanlış. Ya “akademik” diyeceksiniz, ya “öğretim üyeleri,” ya da (yardımcı doçent altını da içeriyorsa) “öğretim elemanları.” Akademisyen ise, tamamen bir zamanların Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist Doğu Avrupa ülkelerine özgü, çok özel ve çok sınırlı bir deyim. Normal dünyada akademi (veya akademya) denince, bizstihî yüksek öğretim camiası anlaşılır. Oysa Sovyetlerde ve Doğu Avrupa’da böyle değildi; bu rejimlerin bazı kendine özgü kurumları arasında, çok sert bir üniversite – akademi ayırımı da vardı. Akademi deyince, yalnız ve yalnız her ülkenin yüksek Bilimler Akademisi ve mensupları anlaşılırdı. Bunlar çok ayrıcalıklı kurumlar ve çok ayrıcalıklı bir zümreydi; zor intisap edilirdi; üniversitede ders verme yükümlülükleri yoktu; sadece araştırmayla uğraşmak gibi inanılmaz bir lüksleri vardı. “Akademisyen” deyimi sırf onlara mahsustu ve öyle herhangi bir profesörlüğü vb değil, mesleğinin en üst kaymak tabakasında olmayı yansıtan çok dar ve özel bir ünvanı ifade ederdi.