Uzun sayılacak bir aradan sonra biraz eskimiş bir gündem üzerine yazasım geldi. Konuyla ilgilenen herkesin bildiğini varsaydığım için buraya alıntı yapıp yerimi daraltmak istemem.
Söz konusu açıklamaya gelen tepkileri kabaca iki kümede toplayabiliriz.
İlk kümede, kategorik ön yargılar içinden bakan “bunlar değişmez”ci laikler yer alıyor. İronik olan şu ki bu kesim, Türkiye’nin son 20 yıllık siyasal tecrübesi içinde neredeyse hiç değişmemeyi temsil ediyor. Cumhuriyet mitinglerinde donmuş kalmış; AKP’nin kendisini “muhafazakar demokrat” olarak nitelediği dönemde de durmaksızın öfke biriktirmiş; AB reformlarından Kürt açılımına kadar her dönüşüm fırsatında tercihini statükodan yana kullanmış bir sosyoloji bu. Cumhuriyet endoktrinasyonuna maruz kalmış; dindarlığı Kemalist modernleşmenin çizdiği sınırlardan daha derin yaşamayı “gericilik”, müdahaleci katı laikliği “ilericilik” olarak kodlamış ve kutuplaşmanın bir ucunda kemikleşmiş durumdalar. Birçok vektörün çatışmasıyla ilerleyen ve sonuçta belirgin biçimde otoriterleşen iktidar yapısını, tarihin kaotik akışını anlamaya çalışarak değil, “siyasal İslam’ın özüne” bağlayarak açıklayan bir metodolojiye sahipler. Kendi ideolojik, siyasal tercihlerinin bugünlere gelişimizde taşıdığı sorumlulukla ilgili en küçük bir yüzleşme ve özeleştiriyi akıllarından geçirmiyorlar. Boğazlarına kadar haklı çıkmışlık ve rövanşizm duygularıyla yüklüler. Üstelik, kendi gözlemlerimi söyleyecek olursam, CHP tabanı açısından bakıldığında hiç de azınlık sayılmazlar. Kılıçdaroğlu’nun gerek aday tercihleriyle gerek politik söylemiyle muhafazakar hassasiyetlere açılan çizgisini hakkıyla hazmetmiş, yeni bir duygusal iklim üretebilmiş değiller. Yeni yönelime gösterdikleri rızanın altında, elde edilen başarılar yatıyor. Yoksa, ne Mansur Yavaş, ne İmamoğlu ne de Kılıçdaroğlu’nun bizzat kendisi, bu kesimi misal Yılmaz Özdil kadar heyecanlandıramaz.
Bu kesimin Babacan ve Davutoğlu’na bakışının da baştan beri bu özcülükten fazlasıyla nasibini almış olduğu sır değil. Bu kopuşları “düşmandaki çatlak” hevesiyle karşıladıkları ama aktörü olmak istedikleri post Erdoğan dönemin eşit değerde bir paydaşı gibi görmediklerini söylemek haksızlık olmaz.
Babacan’a tepki veren ikinci küme de laik hassasiyetler taşıyor. Ancak bu çevreleri birincilerden ayıran çok önemli bir fark var. Bunlar yakın tarihe demokratik bir prizmadan bakan; olabildiğince nesnel yorumlayan; katı otoriter laikliği de, laiklik karşıtı otoritarizmi de aynı derecede tehdit gören; özgürlükçü, demokratik hukuk devletini arzulayan çevreler. Toplumu “nöbetleşe zorbalık” kültürüne karşı uyaran; siyasal aktörleri demokratik zihniyet üzerinden değerlendiren ve eleştiren bir zeminde duruyorlar. Kültürel kimlik çatışmalarının siyasal alanı zehirlediğinin, otoritarizmi beslediğinin farkındalar. Çok da haklılar…
Birinci kümenin Babacan’ı ışık hızıyla linç etmesinde şaşırtıcı bir yan yok. İkinci kümenin eleştirel argümanları ise kuşkusuz tartışmaya değer.
Başlıca iki düzeyde gerekçe göze batıyor eleştirilerde. Birincisi ilkesel diyebileceğimiz bir itiraz. “Azgın azınlık” gibi sert bir ifadeyle işaret edilen otoriter laiklik ve rövanşizm tehdidine karşı, giderek arttığına tanık olduğumuz laiklik karşıtı iktidar siyasetlerine hiç değinilmemiş olması demokratik perspektifle bağdaşır bulunmuyor. Eğer kültürel kimliklerin kendilerini dayatmasının demokrasi üzerindeki yıkıcı etkisini kabul ediyorsak, politik söylemimizi de buna uygun kurmamız gerekir deniliyor.
İkinci itiraz reel politik düzeyle ilişkili. Söz konusu açıklama, Babacan’ın, önemli bir siyasal aktörü olarak rol aldığı muhafazakar dünyanın, iktidardan soğuyan halkasıyla, kimlik endişeleri üzerinden bağ kurma çabası olarak yorumlanıyor ve fayda sağlamayacağı, dahası kimlik çatışmasını siyasetinin temeline oturtan Erdoğan’a yarayabileceği söyleniyor. AKP’de yaşanan kanamanın kimlik temsiliyetindeki zaaftan değil ekonomik, sosyal, politik başarısızlıktan kaynaklandığına işaret ediliyor.
Bu eleştirinin sahipleri kuşkusuz seçimlerin kaderini AKP’ye mesafe koymuş (kararsızlaşmış) seçmenlerin belirleyeceğinin farkındalar. Bu gerçeğin (AKP dahil) farkında olmayan kimse yok zaten.
Son argümandan başlarsak…
Eskiden AKP’yi desteklemişken bugün iktidara mesafe koyan kararsızların üzerinde,ekonomik-sosyal başarısızlıkların belirleyici etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Bu kesimlerin, önemsedikleri sorunları aşacak ehliyetli, güçlü, güven verici bir irade aradıkları çok açık. Cevabını aradığımız soru, bu güvenin nasıl sağlanacağı. Yani, neden uzaklaştıklarını biliyoruz ama yeni adresler ararken hangi endişeleri taşıdıklarını, onları nasıl bir söylemin yakalayabileceğini pek bilmiyoruz. Böyle bir çekim yaratmada “kimlik endişelerinin” göz önüne alınmaması önermesi bana fazla iddialı geliyor. Kararsız bir AKP seçmeninin sadece ekonomik referanslarla tercihte bulunacağını, kimlik çatışmalarının etkisinden muaf olduğunu düşünmek ikna edici değil. Babacan ismi özelinde bakarsak; ekonomi alanında sicili güven veren, kurduğu sakin söylemle çatışmadan yorulmuş muhafazakar (ve laik) çevrelerde beğenilen, çatışma yerine uzlaşma ve barışmaya içtenlikle inandığını düşündürten bir profille karşı karşıyayız. Fakat kitlesel yönelim için bunlar şu ana kadar yeterince iş görmedi. Kabul etmek gerekir ki en kararsız insanlar dahi kupkuru bir rasyonalite içinde yaşamıyorlar. Siyasal tercihlerde her zaman, sebebini açıklamada bile zorlandığımız sempati/antipati duyguları rol oynuyor. Bu duyguların kurulmasında kültürel kimlik kodlarının önemli bir payı var. Bugün yön değiştirme tereddütleri yaşayan bir AKP seçmenine neden CHP’nin hiç yakın gözükmediği sorusu üzerine buradan cevap bulabiliriz. Sonuç olarak kabul etmemiz gerekir ki (kararsız) bir seçmene sadece ekonomik başarı vaatleriyle değil, onun karmaşık psikolojisini hesaba katan, kimlik yakınlığını da içeren bir çağrıyla seslenmenin yadırganacak bir tarafı yok. Dolayısıyla Babacan’ın kimlik endişeleri üzerine verdiği mesajın reel politik açıdan yararsız olduğu kanaatine katılmıyorum.” Tehlikeli sulara açılmıyorsunuz, sahipsiz değilsiniz” mesajının karşılığı olduğunu düşünüyorum. Doğru bir politik akıl buluyorum bunda. Kuşkusuz sihirli değnekten söz etmiyoruz. Muhalefet açısından güçlü, güvenilir irade algısı yaratmak birçok şeye bağlı ama bu çıkış o çabayı zayıflatmıyor; tersine üzerine bir tuğla koyuyor. İktidar ile muhalefet bloku arasında geçirgenlik kanalları açmaya çalışıyor.
İlkesel olarak demokratik perspektifle bağdaşmadığı; laiklik karşıtlığını pas geçen dengesiz bir tutumu yansıttığı eleştirisine gelince… Bırakalım ilk günden beri son derece tutarlı bir demokrasi ve hukuk devleti savunuculuğu yapıyor olmasını bir tarafa; sırf “azgın azınlık” sertliğinin yer aldığı tartışma konusu açıklamanın bile bütününe bakıldığında demokratik zihniyet açısından son derece güçlü formülasyonların yer aldığını görüyoruz. Belli ki Babacan, önemsediği bir noktada dikkat çekici bir etki yaratmak uğruna dengeyi “feda etmiş”. Bütün zeminini ısrarla demokrasi, eşitlik, ayrımcılığın reddi üzerine kurmuş, bunu son açıklamasında da ihmal etmemiş bir siyasetçinin bu tür bir çarpıcılığa baş vurma hakkı olduğunu düşünüyorum. Bunun ilkesel bir sapma olduğunu söylemek aşırılık olur. Adil olmaz.
Kendisini ikinci küme laikler içinde gören birisi olarak, o çevrelerden gelen eleştiri argümanlarına dair düşüncelerim bunlar oldu. Elbette bu bir tartışmadır; farklı fikirlere açık olmalıyız.
Birinci küme içinse söylenecek söz çok daha kısa.
Post Erdoğan dönemin nöbetleşe zorbalığına aday kokusu yayıyorlar…
Ayrıca, bu seçimi onlar kazandırmayacak. Ama kaybettirme tehlikeleri var…