Ana SayfaManşet“Babanız Atatürk”

“Babanız Atatürk”

Falih Rıfkı Atay’ın “Babanız Atatürk” kitabı, nihayetinde bir propagandan kitabı. Ne var ki Türkiye’de eğitim müfredatındaki Atatürk anlatısı da üç aşağı beş yukarı bu minvaldedir. İnsanüstü bir şahsiyet olarak sunulması ve yasa ile korunma altına alınması, Atatürk hakkında doğru değerlendirme ve tartışmaların yapılmasını mümkün olmaktan çıkarıyor. Bir romancının kurgusal bir karakterinden bile Atatürk’e hakaret çıkartılabiliyor.

Falih Rıfkı Atay’ın “Babanız Atatürk”* başlıklı kitabı, 1955 tarihlidir. Eserin yazılma tarihi anlamlıdır. Zira Türkiye, 1946’da çok partili siyasi hayata geçer ve 1950’de yapılan ilk serbest seçimleri Demokrat Parti (DP) kazanır. DP, Cumhuriyet Halk Partisi içinden çıkan elitlerce kurulur. Başında, son zamanlarında Atatürk’ün en yakın çalışma arkadaşı olan Celal Bayar vardır. Lakin bu referanslar, DP’nin Cumhuriyet değerlerine bağlılığı noktasında müesses nizamın şüphelerini dağıtmaya yetmez.

1954 seçimlerinin DP iktidarını tahkim etmesi, Kemalist umdelere bağlı çevrelerde derin bir yeise neden olur. Atay böyle bir ortamda, çocuklar için Atatürk’ün hayatını ve ilkelerini anlatan bu çalışmasını kaleme alır.  Kitabın sunumunda Atay, çocuklara seslenir, vatanlarını ve özgürlüklerini Atatürk’e borçlu olduklarını her daim akılda tutmaları gerektiğini belirtir:

“Sevgili çocuklar! Her birinizin bir babası ve bir annesi var. Onlar olmasaydı dünyaya gelmezdiniz. Eğer Atatürk, milletinin ve ordularının başında Anadolu savaşlarını kazanmasaydı, bu dünyada vatansız ve hürriyetsiz kalırdınız. Asıl öksüzlük budur. Onun için kitaba Babanız Atatürk adını koydum. Hayatınızı ana babanıza, hür, şanlı ve şerefli Türklüğünüzü de Atatürk’e borçlusunuz.” (s.8)  

“Ben eğilmem”

Atay, Atatürk’ü hatalardan âri, her zaman her işin en doğrusunu bilen ve her şart altında hep en doğru kararları veren bir kişilik olarak resmeder. 152 sayfalık eserin her satırına Mustafa Kemal’in eşsiz hususiyetlerini işler. O, asla yanlış yapmaz. Doğumundan ölümüne kadar attığı her adım, muazzam kişiliğinin bir nişanesidir. Daha küçük bir çocukken bile bir büyüğün hassasiyetlerini taşır, mevzu ne olursa olsun olgun bir tavır sergiler. Cesurdur, atılgandır. Şerefini her şeyin üstünde tutar, gözünü daldan budaktan sakınmaz. O kadar onurludur ki, bir çocuk oyununun gereği olsa bile, kimsenin karşısında eğilmez.

“Mustafa şerefi üzerine titreyen onurlu bir çocuktu. Mahallesinde sokak oyunlarını seyreder, fakat katılmazdı. O zamanki arkadaşlarından birinin anlattığına göre, bir gün komşu çocukları birdirbir oynuyorlarmış. Kendisini de çağırmışlar.

–      Gel, sen de oyna! demişler. Mustafa:

–      Peki, demiş ve olduğu yerde ayakta durmuş.

–      Ama eğil de atlayalım, demişler. Mustafa başını sallayarak:

–      Ben eğilmem. Üstümden böyle atlayabilirseniz atlayın, cevabını vermiş.” (s.13)    

Hayatındaki her hamle planlıdır. Henüz tıfıl bir askeri lise öğrencisiyken bile memleketi içine düştüğü kötü halden kurtarmanın hesabını yapar. Nelerin aksadığını görür, eksikliklerin nasıl giderileceğinin hesabını yapar. Arkadaşları mışıl mışıl uyurken onun gözlerine uyku girmez, gece gündüz vatanın geleceğini düşünür. Disiplinlidir. İşe herkesten önce gelir, yoğun bir tempoyla çalışır ve ancak herkes gittikten sonra işi bırakır.

Çalışkandır. İkili ilişkileri mükemmeldir. İnsanlarla çabucak ilişki kurar. Nerede görev yaparsa yapsın -şehirde, köyde, çölde- halkın sevgisini kazanır. Sıcakkanlı olduğu kadar mesafelidir de. Gerektiğinde sınırlar koymasını bilir. Yumuşak ve tatlı dili gerektiğinde çatallaşıp sertleşir. Doğal bir liderdir; herhangi bir ortama girdiğinde kendiliğinden başköşeye oturtulur:

“Daima sofranın başında idi. Bunu da yalnız zekâsına, bilgisine, çalışmasına ve güzel, tatlı, samimi konuşma yeteneğine borçlu idi. Ne kadar geç kalsalar, en önce vazifesi başında bulunan hep o idi. Orduda parlamak, başarılar kazanmak ve bu haklı şöhretle ilerleyerek memlekette büyük vazifeler görmek hırsı içinde idi. Bir akşam otururken arkadaşlarından birine:

–      Seni ordu komutanı yapacağım.

Bir başkasına:

–      Seni büyükelçi…

Bir üçüncüsüne:

–      Seni sadrazam yapacağım, demesi üzerine içlerinden biri:

–      Ya sen ne olacaksın diye sorunca:

–      Bu tayinleri yapabilecek mevkiin sahibi,.. cevabını vermişti.” (s. 32-33)

“Vatan tehlikesi her şeyi mazur göstermiştir”

Kuralcıdır; ilkelerine bağlı yaşar, bunlardan taviz vermez. Hayatın güzelliklerini es geçmez. Savaş alanında dahi odası derli topludur, karargâhı bir köşkü andırır.  “Mustafa Kemal ölüm karşısında bile hayat yaratır”; en güç koşullarda dahi hayattan zevk almasını bilir. Özverilidir. İdealisttir. Ülke söz konusu olduğunda en değerli varlıklarını gözünü kırpmadan feda eder. Mesela ordu komutanı iken şartların görevini gereği gibi yapmasına elvermediğini gördüğünde istifa eder.

“Mustafa Kemal, ordu komutanlığından istifa ettikten sonra, Halep’ten İstanbul’a gelecek kadar bile parası kalmamıştı. O zamanlar hem nazır hem de komutan olan bir ahbabı ile görüşüyordu. O da tamamıyla kendisinin fikrinde idi.

–      Ne yapalım? diye sordu.  

–      Hiçbir şey yapamazsanız benim gibi istifa edersiniz, dedi.

Arkadaşı düşündü, düşündü, düşündü:

–      İstifa edemem, çocuklarımın geçinecekleri yok demişti.

Mustafa Kemal:

–      Bahis konusu Türk milletinin ölümü, kalımıdır. Böyle zamanlarda insan nasıl bu tür kaygılara düşer, diye cevap verdi.” (s. 53-54)

Özgüvenlidir. Başkasını ikna etmede mahirdir. Mahareti, olmayanı oldurmaktır. Ordu yoksa kurulur, para yoksa bulunur, düşman güçlüyse yenilir. Memleketin bekası tehlikeye düşmüşse, her şey yapılır. Nitekim Meclis’te, millete angarya yüklediğine dair kendisine yönelik eleştiriler arttığında Mustafa Kemal gerektiğinde kanunun dışına da çıkılabileceğini söyler.

“Bazılarına göre millete angarya yaptırıyormuşum; hâlbuki kanun angaryayı kaldırmış. Bu doğrudur efendiler. Fakat tehlike, vatan tehlikesi her şeyi mazur göstermiştir. Ordunun ihtiyaçları angarya gerektirirse, biz bunu yapar, yaptırırız. En doğru kanun işte budur!” (s.92)

“O şimdi bir diktatör”

Sorumluluğunu hakkıyla yerine getirir. İcap ettiğinde, içi kan ağlasa da en acı kararları almaktan kaçınmaz. Ancak “sırası gelince onbinleri vatan uğruna ölüme atan” Mustafa Kemal, maceraperest de değildir. Dökülecek her damla kanın değerini hesap eder ve “çarpışmaksızın sağlanabilecek menfaatler için tek bir Türk’ün canına kıymazdı.” (s. 99)  

Nereye el atarsa başarı olur; Çanakkale’deki büyük zafere imzayı o atar; Arıburnu, Conkbayırı, Anafartalar onun eseridir. Kurtuluş Savaşı, onun dehasının bir neticesidir. Yunan’ı Sakarya’dan def edip İzmir’de denize döken de yok olmakla yüz yüze gelmiş bir milleti küllerinden doğurup yepyeni ve çağdaş bir devlet inşa eden de odur.

Öngörüleri şaşmaz. İstanbul’dan Samsun’a giderken rotayı değiştirip İngilizlerin takibini olanaksız kılan, kaptanın tecrübesi değil, onun basiretidir. Eğer döneminde bazı yenilgiler ve facialar olmuşsa, bunun nedeni onun görüşlerinin dinlenmemesidir; “Gerçekten onun dilediği gibi çalışılsaydı, Rumeli elden gitmeyecekti.” (s. 38) İttihat ve Terakki onu dinleseydi, imparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na sokmazdı. Dolayısıyla onun belirlediği güzergâhtan sapıldığında, ülkenin başına gelmedik felaket kalmıyordu.

O, düşman çizmesini vatan topraklarının üzerinden kaldırmaya çalışırken sadece dış düşmanlarla değil iç düşmanlarla da uğraşmak zorunda kalır. Düşmanları ya da rakipleri hiç boş durmazlar; gayesine erişmesi önlemek adına onun önüne büyük bentler örerler, ayağını kaydırmak için türlü kumpaslara başvururlar. Tuzakları boşa çıkarmak için bütün yetkilerin onda toplanması mecburiyeti hasıl olur.

“Bu savaş kaybedilse bile, Türk toprağı üstünde tek bir Türk kalıncaya kadar hürriyet savaşına devam etmek azminde olan Mustafa Kemal, muhaliflerinin oyununa düşmedi. Başkomutanlığı almakla beraber Meclis’in bütün yetkilerini de kendi şahsında topladı. O, şimdi bir diktatördü.” (s.86)

“Kanun adamı”

Mamafih o, “halktan korkan, halkla arasına üniformalı setler çeken diktatörlerin aksine tam bir halk adamı” kimliğini haizdir. Bir insanda aranabilecek bütün iyi özelikler onda vücut bulmuştur. Kalp adamıdır. İrade adamıdır. Aile adamıdır. Ve de kanun adamıdır.

“Bir öğretmen Atatürk aleyhinde çok kötü bir şiir yazmıştı. Kendisini hizmetten çıkarmışlardı. Öğretmen yeniden kadroya girmek için dört bir yana başvuruyordu. Bir gün Bakan’ın yanına gitti. Ehliyetli de bir gençti. Bakan:

–      Oğlum, dedi; hakkınızda hiçbir şey yapamayız.

–      Niçin yapamazsınız?

–      Oğlum suçun doğrudan doğruya Atatürk’ün şahsına ait. Biz karar veremeyiz.

–      Öyleyse ben Atatürk’ün karşısına çıkacağım.

–      Hele bir bekle, çok inatçı imişsin. Bana bir hafta sonara yine gel.

Bakan bir akşam sofrada Atatürk’e meseleyi açtı:

–      Hani efendim hakkınızda ağır hiciv yazan bir öğretmen vardı…

–      Evet…

–      Af Kanunundan faydalanarak yeniden öğretmen olmak istiyor.

–      Öğretmen yapılmasına yasal bir engel var mıdır?

–      Hayır, efendim?

–      O halde niçin bana soruyorsunuz?

–      İşlediği suç sizin hakkınızda…

–      Aşk olsun sana! Şahsi dargınlığım için kanun emirlerini yerine getirmenizden hoşlanmayacak kadar beni egoist mi sanıyordun? Kendisini hemen ilk açılacak yere tayin ediniz.” (s. 122-123)  

Milliyetçidir, ancak ırkçı değildir. Vatan Türkiye; Türk de Türkiyelidir onun tasavvurunda. Demokrattır; inkılap ilkelerine ters düşmedikçe Meclis’in iradesine karışmaz. Hayatta iken ülkede muhalefet partilerinin kurulmasını ister. Fakat en yakın arkadaşlarının kurdukları partiler, “laik cumhuriyet” ilkelerine bağlı kalmayıp kapatıldıklarından, bu isteğini gerçekleştiremez.

“Atatürk’ün bedbahtlıklarından biri, yaşarken muhalefetli bir Meclis bulamamak olmuştur.” (s. 143) 

“İş yine olur, fakat birtakım kafalar kopar”

Atay, kitapta “laiklik” konusuna özel bir önem atfeder. Atatürk’ün henüz Şam’da genç bir subayken, softaların milletin üzerine çullanmasına yandığını, daha o günlerden laik bir düzeni kafasında kurduğunu yazar.

“Türkiye, Müslüman olmayanlar için cennetin zevkleri, Müslüman olanlar için cehennemin zorluklarıyla doluydu… Din adına milleti pençesi altında tutan ikiyüzlü softaların taassubu da, onu zulüm ve rüşvete dayanan devlet idaresi kadar üzüyordu. Millet bu iki istibdattan da kurtulmalı idi.” (s.21-21)

Birinci Meclis’in kompozisyonu da Mustafa Kemal’in hoşuna gitmez. “Pek çoğu hacı hoca kafasındadır… Meclis’e bakılınca beyaz sarıktan, âbani sarıktan, sivillerde ise çimden, külahtan geçilmez. Pek çoğu kravatsızdırlar.” (s. 80) Onlar da Mustafa Kemal’den rahatsızdırlar. Hatta Yunanlılara karşı zafer kazanıldıktan sonra sarıklı vekillerden biri “Yunanlılardan kurtulduk, bakalım Mustafa Kemal’den nasıl kurtulacağız” diyerek rahatsızlığı dışa da vurur. (s. 101)

Mustafa Kemal iyi bir asker olduğu kadar iyi bir diplomattır da. Sevmediği herkese hemen cephe almaz, belli süre onlara tahammül eder, lazım olduğunda onlarla işbirliği de yapar. Ama zamanı geldiğinde ve yeterli gücü bulduğunda onlara darbeyi indirir. Saltanatın kaldırılmasına muhalefet eden yobazlara verdiği cevap bunun çarpıcı bir örneğidir:

“Efendiler! Egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ‘İlim böyle diyor’ diye görüşme ile, tartışma ile verilmez. Egemenlik, saltanat kuvvetle alınır, zorla alınır. Osmanoğulları, Türk milletine zorla hâkim olmuşlardı. Şimdi de Türk milleti egemenliğini onların elinden almış bulunmaktadır. Bu bir olup-bittidir. Artık eline aldığı bu egemenliği millete bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız, meselesi yoktur. Bu, mutlak böyle olacaktır. Burada toplananlar hakikati olduğu gibi görürlerse iyi olur. Görmezlerse iş yine olur, fakat birtakım kafalar kopar.” (s.103)

“Onun ilk talebesi Mussolini’dir, ikincisi de benim”

Atay, Atatürk’ün reformlarında gözettiği temel faktörlerden birinin, halkta Batı’ya karşı var olan aşağılık duygusunu aşmak olduğunu belirtir. Osmanlı’nın yüzyıllar süren geri çekilişi ve devasa toprak kayıpları, ahalide Batı’ya karşı hem bir nefret hem de bir hayranlığa sebep olur. Batı’nın gücüne duyulan inanç, aynı zamanda onlar karşısında bir aşağılık duygusu da geliştirir. İşte Atatürk, peş peşe radikal adımlarla bu duyguyu kırmaya çabalar. Atay, bu bağlamda özellikle dil ve tarih alanında yapılan çalışmalara vurgu yapar.

“Mustafa Kemal, büyük bir tarihi ve bağımsız bir dil olmadan bir milletin büyük olamayacağını bilirdi… Türk inkılapları böylece 1924’ten 1934’e kadar on yıl sürmüştü Genel tarihte hiçbir millet bu kadar kısa sürede kökten düzeltmemiş ve yenileştirmemiştir.” (s. 118)  

İnkılapları meşrulaştırmanın ve parlatmanın bir diğer veçhesi de geçmişin, bilhassa da yakın geçmişin topyekûn kötülenmesidir. Fatih’lere, Yavuz’lara bir saygı duruşunda bulunulur ama ondan sonra gelenler bütünüyle kötücül karakterler olarak çizilir.

“Kadın mizaçlı ve harem esiri bir padişah; bozgunlar içinde dağılışa doğru giden devleti saraylar yaptırmak için borçlandıran, horoz döğüştürmek ve pehlivan güreşleri tertip etmekten başka zevk olmayan bir padişah; ondan sonra otuz üç yıllık zulüm ve istibdat devrini açarak memlekette elektrik, otomobil ve telefon gibi icatları bile sokmayarak memleketi gerilikler içinde çökerten bir dördüncü; bunaklığı halkı utandıran bir beşinci; nihayet düşmana sığınarak vatandan kaçan bir altıncı padişah, yeryüzünde her hanedanın tarihine son verdirir.” (s. 102)

Atatürk bu enkazın üzerine modern bir devlet bina eder. Tarihe “Türklüğün yeniden dirilişi” olarak geçecek bu dönemin mimarı olması nedeniyle Atatürk ülke içinde istediğini yapabilecek bir kudrete erişir. “Çünkü batmış olan bir devletin bir kahramanın kılavuzluğu ile kurutulan bu halkı Mustafa Kemal’in her yaptığında bir keramet buluyordu.” (s. 114) 

Dış dünyada ise büyük bir saygı uyandırır. Büyük devletlere boyun eğdirerek “bütün esir Doğulu milletlere” ilham kaynağı olur.

“Ellinci yıldönümünde bulunmak üzere gittiğimiz ve dünyada kendisinden başka kimseyi görmeyen Hitler, bizimle konuşurken:

–      Atatürk, dedi, bir milletin bütün vasıtalarından mahrum bırakılsa dahi, kendini kurtarabilecek vasıtaları yaratabileceğini ispat etti. Onun ilk talebesi Mussolini’dir. İkinci talebesi benim.” (s. 132)

“Ölüm, ondan korktu”

Atay, Atatürk’ün her şeyi tek başına yaptığı bir tablo sunar okuyucuya. Kitapta başka kimsenin adı geçmez. Yaşamının belli dönemlerinde Atatürk ile çok yakın mesai yapmış Karabekir’lerin, İnönü’lerin, Orbay’ların, Bele’lerin ve benzerlerinin esamisi okunmaz. Olayların akışına göre kendilerinden bahsedilmesi gerekse bile isimleri zikredilmez, “arkadaşları” ya da “eski arkadaşları” gibi bir ifadeyle geçiştirilir. Yapılıp edilenlere hiç kimse ortak edilmez, bütün değerler Atatürk’ün hanesine yazılır.

Bir kimsenin adı ancak iki şekilde anılır: Ya eleştirildiğinde ya da o kişi Atatürk’ü övdüğünde. Rakip de olsa bir kişi Atatürk hakkında müspet bir kelam etmişse, sayfalarda ona yer açılır. Mesela, bu meyanda, Atatürk ile yıldızı hiçbir zaman barışmamış Enver Paşa’ya da Padişah Vahdettin’e de atıf yapılır.

“İstanbul Hükümetinin gidişini beğenmeyen Mustafa Kemal, bu hükümetten Harbiye Nazırlığı vazifesini istedi. Kendisinin başlıca rakibi ve muhalifi Başkomutan Enver Paşa memleketi bırakırken:  

–      Benim yerime Mustafa Kemal’i getiriniz. Ancak o bir şey yapabilir, demişti.” (s. 60)

“Padişah söze başladı:

–      Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık şu kitaba girmiştir. (Masanın üstündeki kitabı gösterdi. Bu bir tarih kitabı idi.) Bunları unutun. Asıl şimdi göreceğiniz hizmet hepsinden büyük olabilir. Paşa, devleti kurtarabilirsin.” (s. 67)

Hayatı olağanüstü seyreden Atatürk’ün ölümü de sıradan olmazdı. Ölümünde de bir mucize olmalıydı.

“Atatürk, bir defa üç gün süren bir komaya girdi. Kendine geldiği zaman uyumuş olduğunu söylediler. Pek inanmamış, fakat ne olduğunu da anlayamamıştı. Atatürk’ün bu komadan kurtuluşu bir mucize idi. Çok yakın hekimlerden biri demişti ki:

–      Size edebi bir şey söylemiyorum, yirminci asır tıbbının kudretini bilen biri olarak söylüyorum, ölüm ondan korktu.” (s.150) 

Atatürk’ü tarihselleştirmek

Atay’ın kitabı, nihayetinde bir propagandan kitabı idi. Ne var ki Türkiye’de eğitim müfredatındaki Atatürk anlatısı da üç aşağı beş yukarı bu minvaldedir. İnsanüstü bir şahsiyet olarak sunulması ve yasa ile korunma altına alınması, Atatürk hakkında doğru değerlendirme ve tartışmaların yapılmasını mümkün olmaktan çıkarıyor. Bir romancının kurgusal bir karakterinden bile Atatürk’e hakaret çıkartılabiliyor.

Sağlıklı olmadığı tartışma götürmez bu halden çıkmak lazım. Şükrü Hanioğlu’nun “Atatürk’ü tarihselleştirmek” bunun yolunu göstermesi açısından önemli. Tarihselleştirmek, Hanioğlu’nun ifadesiyle “ele alınan tarihî gelişmeyi içinde oluştuğu gerçeklik ve bunun gelişmeye etkisi etrafında değerlendirmeyi, tarihi gelişmeleri içinde oluştukları gerçekliklerde anlamak” gereğini ifade ediyor. (https://www.karar.com/ataturku-tarihsellestirmek-gerek-1600900)

“Şahıs kültünü ortadan kaldırmadığımız, siyasetin Atatürk’ü bir meşrulaştırma aracı haline getirmesini bir kenara bırakmadığımız, onun bir devlet kurucusu olmakla beraber ‘yanılmaz’ olmadığını, tez ve siyasetlerinin yoktan var olunmadığını kabul etmediğimiz sürece Atatürk etrafındaki tartışma sürecektir. Atatürk’ü ‘kutsal’ bir şahsiyet, düşünce ve siyasetlerini de ‘inanç’ haline getirmek yerine Cumhuriyet’in kurucusunu tarihselleştirmek gereklidir.” (https://kriterdergi.com/soylesi/ataturku-tarihsellestirmemiz-gerekiyor)

Atay “Babanız Atatürk”ü yazdığında Cumhuriyet 32 yaşındaydı; bugün bir asrı devirmeye yaklaşıyor. Az bir süre sayılmaz; artık Cumhuriyet’in banisini serinkanlı bir biçimde tahlil edebilecek bir olgunlukla hareket etmenin vakit geldi de geçiyor.

* Falih Rıfkı Atay, Babanız Atatürk, Pozitif Yayınları, İstanbul, 2020

Perspektif, 22.04.2021

- Advertisment -