21 Eylül Dünya Barış Günü vesilesiyle kaleme aldığım bu yazıda güncel siyaset konularına, dünyanın büyük meselelerine girmeyeceğim.
Barış konusuna daha mütevazı bir açıdan yaklaşmaya çalışacağım.
Sanırım hepimiz şunda hemfikiriz ki barış istiyorsak yepyeni bir yaklaşıma, kökten bir zihniyet değişikliğine ihtiyaç var. Bugüne kadar büyüklerimizin, atalarımızın (“eskilerin”!) çatışma yönetme biçimleri, bariz şekilde fiyaskoyla sonuçlandı – dünyanın haline bakmak yeterli.
Bizi bugüne kadar sürekli kavgaya, savaşa sevkeden büyüklerimizden miras aldığımız eski düşünce biçimlerimizi yakından tanırsak, belki bu düşünceleri reddedebilir ve barışa doğru daha gerçekçi adımlar atabiliriz.
Bir yerde mecburuz buna; bugün “eskilerin” hiç tanımadığı, hiç tahmin bile edemeyeceği sorunlarla karşı karşıya dünyamız.
Barış Arayışları
Çatışma ve barış arayışları ailede başlar: İki kardeş bir oyuncak için kavga ettiğinde veya farklı oyunlar oynamak istediğinde; karı koca kavga ettiğinde… Derken iki araba trafikte birbirine yol vermek istemediğinde, Mecliste biri diğerinin konuşmasından hoşlanmadığı için saldırdığında…
Yani çatışma olmadan barış arayışı da olamaz.
Barışın sunduğu nimetleri aslında gayet iyi bilmemize rağmen çatışmayı sürdürmeyi tercih ettiğimizde, yani barışı ve getirdiği nimetleri reddettiğimizde, buna değer mi, diye sormak pek aklımıza gelmez. Bu çatışmanın sürmesi halinde insanlar ölecekse, değer mi? Bu çatışmanın sonunda hangi olası kazançları elde edeceğim? Bütün bunlara değer mi?
Bu soruları bağımsız aklın süzgecinden geçirmek önemli, fakat çok da kolay değil. En önemli sıkıntılardan biri, düalizm.
Ben inanıyorum ki bizi mahveden ve barışın en büyük engeli, düalist, yani ikici düşünce. Yani hayatın her alanında birbirinin karşıtı, birbirine indirgenemez ikiliklerin hakim olduğunu varsayan zihniyet.
Barış Nedir?
Yaratıcı Yazma eğitmeni olarak bana sık sık sorulur: Hocam, Yaratıcı Yazma atölyelerinden yazar çıkar mı?
Bu, sonuç odaklı bir sorudur; yazarlık sanki ulaşılacak, somut bir mertebeymiş gibi. Bu soru, yazma sürecinin kişiye kazandırdıklarını es geçer; “yazar” olarak tanımlanmanın aslında hiçbir önemi olmadığını: Yazarsanız yazarsınız, yazmazsanız yazmayan. Kitabı hiç yayınlanmamış pek çok blog yazarının yazısı, pek çok kitaptan daha ilginç ve okunasıdır.
Önemli olan yazma sürecidir: Yazma sürecinin bize kazandırdığı içgörüler, yazmanın bizi kendimizle yüzleştiriciliği, başka bir bedene şakacıktan girmenin eğlenceliliği, yazmanın rahatlatıcılığı, vs. Olaya sonuç odaklı yaklaşırsak moralimiz bozulur; yazmaktan vazgeçebiliriz.
İşte, “Barış nedir? Barışa nasıl ulaşılır?” bence aynı tip bir soru: Sonuç odaklı. Orada bir yerlerde sanki bizi bekleyen daimi bir barış hali varmış gibi. Oysa bunun mümkün olmadığını biliyoruz çünkü hayat dinamik; hayat statik değil.
Fakat tıpkı yazmak gibi, barışı daimi bir süreç olarak görebiliriz. Barışı sürekli gündemde tutabilir, barış için mücadele edebiliriz. Sanki kalıcı bir barış mümkünmüş gibi davranarak arayışlarımızı hep ayakta tutabiliriz.
Barış, belki tam da budur: Durağan, ideal bir sonuç değil, bir süreçtir; sürekli değişen dünyayla, sürekli değişen şartlarla birlikte dönüşen, kendini bunlara uyarlayan, evrilen, dinamik, daimi bir yaratıcı arayış durumu.
Düalizm
Hepimiz düalist zihniyetin, yani barış karşıtlığının içine doğarız. Barış karşıtlığı ailemizde başlar. Küçükten sorarlar: Anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı? Ablanı mı, abini mi? Oğlanlar bebekle oynamaz, kızlar kamyonla oynamaz. Sen cici çocuk musun kaka çocuk mu? Sürekli olarak siyah beyaz düşünmeye itiliriz. Arası yoktur, ara yol yoktur.
Düalist zihniyet eğitim hayatımız boyunca sürer. Ezberci eğitim zaten düalisttir: Ezberlenen şiir ya doğrudur ya hatalıdır. Okullara girmek için uygulanan test sisteminde cevap ya doğrudur ya yanlıştır. Çocuk ya başarılıdır ya da başarısız. Matematikte başarısız olan bir çocuğun belki müzikte veya bebek bakıcılığında veya yüzmede başarılı olmasına bakılmaz. Okulu / üniversiteyi de öğrenci ya kazanır ya kazanamaz. Kazanamazsa başarısızdır.
“Normal”lerimiz
Kimse doğmadan önce nasıl bir aileye, nasıl bir dine doğmak istediğimizi sormadı bize. Piyango bizi nasıl bir aileye düşürürse, bebeklikten itibaren beynimize enjekte edilen kalıplar, önyargılar, hayatı nasıl yorumlayacağımızı etkiler. Büyüklerimizden gördüklerini biz de uygularız: Nasıl giyinilir? Nasıl giyinilmez? Neler yenilip içilir, neler yenilmez ve içilmez, kimlerle arkadaşlık edilir, kimlere uzak durulur, vs
Geçen gün TRT World’ün hazırladığı, İsrail’in işgalci yerleşimcilerinin arasına sızmış belgeselcilerin çektiği ve yerleşimcilerin gündelik hayatını ve zihniyet yapısını ortaya koyan “Kutsal İşgal” belgeselini izledim. İsrailli anne babalar çocuklarını, film izlemeye götürür gibi bombaların Gazze üzerine inişini izlemeye getirmişlerdi. Bombalar patlarken, binaları yerle bir ederken çocuklarına “biz burada yaşayacağız” diye anlatıyorlar, çocuklar da birbirlerine heyecanla ve hayranlıkla “Bak, burası Gazze” diye gösteriyorlardı.
Hepimizin bakış açılarımızın, doğrularımızın, değerlerimizin en az %90’ı, aslında kendi seçimimiz değildir; içine doğduğumuz coğrafyayla, kültürle, aileyle alakalıdır.
Bunlar bizim seçimimiz olmadığı halde, düşüncelerimizi, korkularımızı, eğilimlerimizi şekillendirir. Gazze’nin bombalanışını neşeyle izleyen çocuklar da İsrailli Siyonist bir aileye doğmayı seçmediler. Ama anne ve babalarının hayata bakışı, onların da hayata bakışını damgalayacak. Gazzelileri öldürmek, onların normali olacak.
Ben Atatürkçü, laik bir beyaz Türk aileye doğmuşum. Babaannem de anneannem de başı açık kadınlardı. Dindar bir aileye doğmuş olsaydım, büyük ihtimalle başım örtülü olurdu, normalim o olurdu.
(Öğrencilerimi hep uyarırım: “Normal” kelimesine dikkat! Normal demek, benim normlarıma göre, demek. Yani evrensel bir “normal” yoktur, olamaz.)
Toptancılık
“…’ler genellikle hırsız olur.”
Bu cümleyi okudunuz; nokta nokta’nın yerine hangi sosyolojik grubu koyarsınız?
Kafanızda bir insan grubu canlandı mı?
“…’ler genellikle ahlaksız olur.”
Ya şimdi?
Şayet aklınızda bir grup ismi canlandıysa, bu, bize bugüne kadar dayatılan düalist bakış açısının etkisi.
Eski tip, düalist düşüncedekiler kendilerinden olmayan insanları geneller, “öteki” olarak görürler. “Şu dinden olanlar şöyle oluyor, bu kökenliler böyle oluyor…” diye toptancılık yapar, insanları etiketlerler.
Bu etiketlemeler yüzünden büyüklerimiz birtakım insanlara antipatiyle bakmışlardır. Pozisyona göre değişir bu kişiler: Kürtler, Ermeniler, Yunanlılar, Yahudiler, Müslümanlar, Hristiyanlar, Romanlar, vs.
Nedenini hiç sorgulamadan biz de aynı antipatiyi duyarız, oysa hayatımızda tek bir Ermeni veya Yahudi veya Yunanlı tanımamışızdır. Ama 100 yıl, belki de 500 yıl önce tarihte bir olay yaşanmıştır, bir husumet doğmuştur ve biz bu düşmanlık duygularını, korkuları ve önyargıları büyüklerden miras alır, o kişileri biz de “öteki” kılarız.
Bugüne kadar dünyaya hakim olan ve gelecek için reddetmeyi önerdiğim bu zehir dolu yaklaşım, bence barışın önündeki en büyük engel.
Çocukluktan bizi korkular, önyargılar kuşatır. (Kendi çocukluğumdan tadımlık: “Onlar çingene, onlar çocukları kaçırırlar, sonra sakatlayıp dilendirirler, onlara uzak dur!”)
Bir kavgada diyelim ki bir Suriyeli bir Türk’ü öldürdü. Eskiler, düalist düşüncedekiler, “katil cezalandırılsın” demez, “bütün Suriyeliler cezalandırılsın” der. Sanki bütün Suriyeliler katilmiş gibi, bir Suriyelinin yaptığından dolayı bütün Suriyelilere saldırırlar; dükkanlarını yıkar, insanları yaralar, yüreklere korku salarlar.
Reddetmek
Ailemizden miras bu düşünme alışkanlıkları çocuklukta eğilimlerimizi şekillendirse de, yetişkinler olarak, bize büyüklerden dayatılan bütün değerleri kabul etmek zorunda değiliz.
Örneğin, toptancı yaklaşımı reddetmek imkanına sahibiz.
Reddetmek tabii ki kolay değil. Reddedilecek bir şey olduğunun farkına bile varmayız; düşüncemiz veya inancımız bizim için o kadar olağan ve normaldir ki, başka türlü zaten bakılamazmış, gibi gelir. Bu nedenle ailemizde, mahallemizde öğrendiğimiz yaklaşımların dışına çıkmak çok zordur.
Dahası, konfor alanımızın sınırlarını zorlamak için ortalıkta pek bir nedenimiz de yoktur; “otomatik pilot”a bağlayarak rahat rahat yaşayıp gideriz. Aklımızda sorular canlansa bile, belki sürü hayvanlarından kalma bir alışkanlıkla, grubumuzun dışına çıkmak, tek olmak istemeyiz. Yalnız kalmaktan korkarız. Grubumuzun içinde güvende olmak, barışın sunabileceği nimetlerden daha önemli gelir bize.
Ama böylesi bir “otomatik pilota bağlanmış” hayatı reddetmek, elimizde. Büyüklerden devraldıklarımızı ezbere tekrarlamak yerine bu düşüncelerin ötesine geçebilmeliyiz. Bize miras kalan öğrenilmişlerin arasından, bizde “öteki”ye karşı nefret duyguları uyandıranları, bizi şiddete sevkedecek olanları reddetme, bizi daha barışçıl insan kılacak olanları seçme hakkına ve aklına sahipiz.
Kavramlar
Bunu yaparken, hiçbir soyut kavramı putlaştırmamak önemli. Kavramları çok iyi tanımlamak lazım: “Ahlak”, “adalet”, “barış” gibi soyut kavramlar risklidir çünkü bunlar da bizi tuzağa düşürebilir; bunlar görecedir, hem çağdan çağa değişir, hem de coğrafyadan coğrafyaya, kişiden kişiye.
Örneğin, iki tarafın eşit şartlarda olmadığı bir “savaşsızlık” hali, güçlü tarafça “barış” olarak tanımlansa da barış, ancak eşitler arasında olabilir.
Gazzede çocukları öldüren bir Siyonist, Tanrının adaletini uyguladığını düşünür. Yeni Zelanda’da camide 50 Müslümanı öldüren yobaz Hrıstiyan, Tanrının adaletini uyguladığını düşünmüştü. Kadını miras eşitsizliğine veya recme maruz bırakan veya kafa kesen bir yobaz Müslüman, Tanrının adaletini veya ahlakı uyguladığını düşünür.
Bu tür adalet anlayışını reddetmek elimizdedir ve reddetmeliyiz de, çünkü şiddet içerir, bizi barış arayışlarından alıkoyar.
Diğer taraftan şiddeti, nefreti meşru göstermediği sürece, bize ne kadar saçma, aykırı, rahatsız edici gelirse gelsin, her kişinin bakış açısı, her kişinin hayatı yaşama biçimi meşru ve eşit değerdedir. Ne kadar farklıysa, bütüne o derecede katkıda bulunur ve barış arayışlarında saygı ve kaale alınmayı hakeder. Barışı düşünürken, bu geniş bakış açısı, gözlerimizi yeni fırsatlara açar.
Çocuklar
Barış isteriz, ama şiddeti reddederken, bize en doğal gelen şiddet ve zorbalık, en korunmasız olan çocuklara uygulanır. Kadına şiddete doğal olarak karşı çıkarken gözümüzün önünde insanlar çocuklara tokat atarlar, itip kakarlar, kolundan hoyratça çekerler, kimse gıkını çıkartmaz! Çocuk onura, haklara sahip bir birey olarak görülmeyip, ailenin mülkiyetinde görülür. Ailesi yoksa devletin mülkiyetindedir.
Bugüne kadar böyleydi ama bunu da reddetmek, elimizdedir.
Barış bir daimi arayış hali ise, bir hayat tarzına dönüşmeli. Bunun geleceğe ait tohumlarını ekmek için öncelikle çocuklara şiddetsiz bir ortamda barış içinde yaşamayı tattırmalıyız… ki bugüne kadar süregelmiş olan döngünün dışına çıkılabilsin.
Çocuklar şiddeti değil, diyaloğu tanısınlar, böyle büyüsünler.
Şiddet dolu söylemimize dikkat ederek başlayabiliriz işe. Birilerine ne kadar öfkelensek de, “Elleri kırılsın” gibi, veya çocuğa “Şimdi alırım ayağımın altına”, “Yersin tokadı” gibisinden şiddet dolu, şiddet tehdidi içeren cümleleri dağarcığımızdan çıkartabiliriz.
Tek Doğru ve Milliyetçilik, Irkçılık
Klasik / eski tip düalist yaklaşımda, tıpkı test usulü sınavlardaki gibi, tek doğru vardır. Benim dinim, benim inancım, benim ideolojim mutlaktır, esastır! Merak etmeye, sorgulamaya gerek yoktur.
Milliyetçilik ve ırkçılık düalizmin şahıdır; kör noktalarımıza gelen bu kibirli, kendini üstün gören yaklaşım, barışın önündeki en büyük engeldir. Milliyetçiler, dünya üzerindeki ülke sınırlarının insan icadı olduğunu unutur, mutlak olduğu zannına kapılırlar. Bu yüzden vize uygulamasını, “bu toprak benim, giremezsin” deme hakkını çok doğal görürler. Yine bu nedenle göçmenlere düşman olurlar.
Bu düalist, toptancı zihniyet, dünyanın bütün coğrafyalarındaki ayrımcılıkları, çeşitli kutsallar adına (din, bayrak, vatan, ideolojiler, toprak, bütün -izm’ler) işlenen cinayetleri, savaşları açıklar.
Düalizmin Doğal Sonucu
Eskilere göre çatışmalarda bir taraf kazanmak, diğer taraf kaybetmek zorundadır. Sorunları çözmeye çalışırken süreçodaklı değildirler; sonuç odaklıdırlar.
Hayat sanki bir savaş alanıdır ve mutlaka kazanmak zorundadırlar: Birbirlerini yargılar, suçlarlar; ne olması gerektiği konusunda katı inançlara sahiptirler; süreçte bir şeyler ters giderse “başarısızlık” olarak görürler; “haklı çıkmak zorundayım” diye düşünürler; kendilerini ayrı ve üstün görürler; birbirimizi ancak zıddımızla birlikteyken tamamladığımızı fark edemezler. Bu düalist bakış açısının sonucunda iktidar, başarı, güç kazanmak peşinde koşulur hep.
Bize böyle öğretildi!
Ama reddedebileceğimiz ilk düşünce, başkası üzerinde hakimiyet kurma fikri, olabilir.
Buna gündelik hayatımızla başlayabiliriz: Ailemizde. İşyerimizde. Trafikte. Barış dolu, sevgi dolu, merhametli olmamızı engelleyen her şeyi reddedebiliriz.
Nefret etmeyi reddedebiliriz.
Akıntıyla Sürüklenmek
Yüzyıllardır hakim olan düalist yaklaşım gereği, hayatın bütün göstergeleri, bütün akışı, eğitim sistemleri, yetiştiriş biçimleri, hayatın bir savaş, bir mücadele olduğuna işaret eder.
Görüyoruz işte: Büyük güçler, bütün dünyaya sürekli savaş halini dayatıyor.
Bunlara tepki göstersek bile kendimiz de kontrolsüzce sürükleniriz. Ancak kendi düşüncemizi yansıtan gazeteler okur, ancak kendimiz gibi düşünen insanlarla görüşürüz; karşı görüşten biriyle konuştuğumuzda da gerçek bir anlama ve empati kurma güdüsüyle dinlemeyiz.
Akıntıya direnmek, reddetmek, ekstra efor gerektirir. Bir felaket yaşandığında sosyal medya, her zaman bize gönlümüze göre bir günah keçisi sunacaktır. Kendimizi de bu tartışmanın ortasında, yine sürüklenirken buluruz.
Öğrencilerime hep şunu söylerim: Normalde ahbaplık etmeyeceğiniz insanlarla tanışın, dostluk kurmayı deneyin. En antipatik, normalde asla bulaşmak istemeyeceğiniz kişilerin kanallarını izleyin. Dalga geçmek, yine ne zırvalamışlar demek için değil; gerçek bir anlama arzusuyla dinleyin. Belki bazı şeyler benim kör noktama geliyor olabilir. Belki kaçırdığım bir şey var. Belki de onun fikriyle benim fikrimin birleşiminden müthiş bir yeni fikir çıkacaktır.
Adeta genlerimizin derinine sinmiş düşünme kalıplarını reddetmek, fikir olarak tabii ki bizi irkiltebilir, korkutabilir: Bebeklikten itibaren, “benim efendi oğlum, benim söz dinleyen kızım” diye diye bizlere itaat etmek öğretildi; hayır demek öğretilmedi. Merak duygumuzu öldürdüler: Başka hangi dilde çocuklara “Başımıza icat çıkarma!” gibi korkunç bir cümle sarf edilir? Bu coğrafyada mucit olmak bile teşvik edilmez, aksine, münasebetsizlik olarak görülür.
Yine de, ben burada ne için tartışıyorum, işin aslını biliyor muyun, neyin kavgasını veriyorum, diye bir durup kendimize sormak, bizim elimizde. Sürüklenmemek, bu sunulanı reddetmek, bizim elimizde.
Kadınlar
Biz kadınlar iyi biliriz: En iyi arabulucu biziz. En basitinden, evde çocuklar arasında kavga olduğunda, babayla çocuklar arasında çatışma yaşandığında, kadınlardır diplomasi uygulayan.
Fakat biz kadınlar da farkında olmadan erkek-egemen bakış açısını benimsiyoruz. Erkek bakışı, erkeklerin söyledikleri hep mutlak ve doğru olarak bilindi; biz kadınlar da bu bakışa göre yaşıyoruz genellikle. Yüzyıllardır genlerimize işlemiş; başka türlüsünü hiç bilmedik. Kendimizi, erkeklerin sahip olduğu pek çok ayrıcalıktan mahrum bırakmayı doğal sayıyoruz; insan olarak kadın-erkek, eşit haklara sahip olmayı içselleştiremiyoruz.
Ama barışın önündeki en önemli engellerden biri, öğrenilmiş çaresizliktir.
Erkeklerin bunu doğal kabul etmesi şaşırtıcı sayılmaz; ayrıcalıklı bir konuma doğmuş olmak, kim olursa olsun, kişiyi diğer tarafın mağduriyetlerine kör kılabilir.
Ama gerçekten barış istiyorsak, sömürüye karşı isek, kadın olarak da erkek olarak da bu eşitsizliği reddedebiliriz.
Direnç
Fakat insanlar, davranışları ve düşünceleri mantıksız da olsa, değiştirmeyi tercih etmezler. Kararsızlıktan hoşlanmazlar.
Her şeye siyah beyaz, tek gözlükten bakmak rahat ve kolaydır. Sorunlar ve çözümleri basit görünür. Çok fazla düşünmeye ihtiyaç yoktur. Buna karşılık, geniş perspektiften bakınca sorunların muazzamlığıyla, karmaşıklığıyla karşı karşıya gelmek, bizi ürkütebilir. Daha önce sorunu çok basitmiş gibi görürken hissettiğimiz güveni yitirmek, korkutucudur. İnançlarımızın doğruluğu konusunda tereddüt hissetmek, rahatsız edicidir.
Dolayısıyla, farklı görüşlerin karmaşıklığına girmek, cesaret ister.
Ama cesur olmak, korkuları reddetmek de bizim elimizde. Geniş perspektif konusunda atılan her adım, dinamikleri değiştirip, barış için de yepyeni imkânlar ortaya çıkarabilir.
Çatışma
Çatışma illa kavga veya şiddet demek değildir; uzayan bir mücadele, bir anlaşmazlıktır. Fikirlerin, inançların, çıkarların, ihtiyaçların örtüşmemesidir.
Çatışma ihtiyaçların, değerlerin farklılığından kaynaklanır, ki hatırlatayım, bu ihtiyaç ve değerlerin çoğunu biz seçmedik, içine doğduk.
Ama çatışmaya genellikle olumsuz anlam atfedilir çünkü kavgayı, kavgacı olmayı çağrıştırır. Bu nedenle çatışmadan genellikle kaçınmaya çalışırız.
Reddetmekten de bu nedenle kaçınırız, çünkü reddetmenin sonucunda iş çatışmaya varabilir, ki bu risklidir. Bizi mahallemizden kovabilirler. Yalnız kalabiliriz.
Oysa ki çatışma, dünyanın en olağan şeyidir. Bir öykü, bir film senaryosu, bir roman yazıyorsanız, olmazsa olmaz bir şey vardır, o da çatışma! Her şeyin süt liman olduğu bir kurgu mümkün değildir çünkü çatışma, hayattır. (Her gün yaşadığınız iç çatışmalarınızı düşünün.)
Reddetmemiz gereken, çatışma değil; çatışmadan kaçınmak meseleleri çözmez, yanlış anlamalara, içten içe tırmanan husumete yol açar. Reddetmemiz gereken, çatışmayı nefrete, veya şiddete dönüştürmek. Çatışma kontrolden çıkıp şiddete dönüştüğünde felakettir.
Buna karşılık kontrollü çatışma çok değerlidir; öğrenmek için, hayatı tanımak için bize fırsatlar sunar. Yeter ki kontrolsüzce sürüklenmeyelim, çatışmayla nasıl başedeceğimizi bilelim.
Eskiler ve Bizler
Bugüne kadarki uygulamalara, dünyanın genel haline baktığımızda şunu görüyoruz: “Eskiler”, çatışmaları yönetmeyi başaramadılar. Doğrudan kavgaya, şiddete, savaşa yönlendiler.
Ama bizler farklılıklarımızın ötesine geçerek, kaçmadan, konuşarak yeni imkanlara açılma becerileri geliştirebiliriz.
Bunu başarabilirsek, farklı düşünen kişiler, farklı bakan mahalleler olarak, örneğin bir ülke için elbirliğiyle fikirlerimizi biraraya getirip, ihtiyaçları daha dengeli bir şekilde belirleyebilir, âdil çözümler arayabilir, üretebiliriz. Karşıt olmaktan çıkıp işbirliği yapan partnerlere dönüşebiliriz. Bu bizi karşıt olduğumuz insanlara olduğu kadar birbirimize de yakınlaştıracaktır.
Birinin illa diğerini yenmek durumunda olduğunu dayatan düşünce sistemini reddetme vakti gelmedi mi?
Hayata “kazananlar / kaybedenler” değil, “öğrenenler / öğrenenler” perspektifinden bakabiliriz: Hayat öğrenmekle ilgilidir. Neden ben sizi kendime benzetmeye çalışayım? Siz bana benzeseniz, ben sizden yeni, farklı bir şey öğrenemem ki! Perspektifim değişmez ki! Farklı olmamız sayesinde birbirimizin farklı düşüncesini, farklı dünyalarımızı tanıma fırsatını yakalıyoruz, bakış açımız genişliyor.
Belki de bu yüzden sadece kendi haklarımız için değil, birbirimizin hakları için de mücadele ediyoruz: Sizin farklılığınız, beni zenginleştirecektir.
Kazan Kazan
Kazan / kazan formülü, doğrudan barışla alakalıdır. Başkalarının düşüncelerini dinlemek ve anlamaya çalışmakla alakalıdır. Hayatın özünü kazanmak veya kaybetmek olarak değil, öğrenmek olarak görmekle alakalıdır.
Bizden öncekiler kendi düşmanlıklarını, ayrıştırıcı önyargılarını beynimize enjekte etmiş, bizden çatışmamızı istemiş olabilirler.
Ama bizler, bizden farklı dine, kültüre, uyruğa, mezhebe, hayat biçimine sahip fakat bizimle aynı vicdanî değerleri taşıyan insanlarla ortak değerler için niçin beraberce işbirliği alanlarını araştırmayalım?
Benim aidiyetim, iradem dışında içine doğduğum Türk, Müslüman aidiyetine niçin sıkışıp kalsın? Diğerlerini niçin dışlayayım? Benim aidiyetim, kendi irademle seçtiğim, barışa, hakka, adalete inanan insanlarla neden olmasın?
Biz kazanalım onlar kaybetsin değil; biz de kazanalım onlar da kazansın! Böyle bakmak niçin zor olsun?
Marifet, eskilerin hasım olarak gördüğünü hasım olmaktan çıkartıp, ortak haline getirmek; çatışmayı, karşıtların saldırı ve savunması yerine, işbirliğine dönüştürmek.
Kazan / Kazan, Uzlaşma ve Portakal Hikayesi
Bütün tarafların kazançlı olduğu “kazan / kazan”a dayalı barış, uzlaşma ile karıştırılır.
Uzlaşmak, tembellere has bir çözümdür: “İkimiz de isteklerimizden kısmen vazgeçelim.”
Marifet ise, “Elimizdeki mevcut imkanlarla, mevcut şartlarda, hepimizin menfaatine olacak biçimde birlikte neler yapabiliriz?” diye sormaktır.
Sorunların çözümüne, sonucuna odaklanmak yerine, sorunların önce sebeplerini bulmak, sorunların nedenini teşhisetmek önemli. Bu teşhisin sonucunda, kim bilir, belki de düşündüğümüz çözüm değişebilir.
Kazan / kazan yaklaşımının, uzlaşmadan farkını bir hikayeyle açıklamayı deneyeyim:
Mutfakta iki arkadaş, bir portakalı barışçıl bir şekilde paylaşmak istiyorlar. Ne yapsınlar?
Eskiler, düalist sistem gereğince uzlaşırlar: Portakalı ikiye bölüp paylaşırlar. Bu, mekanik, sonuç odaklı yaklaşımdır.
Oysa sonuca varmadan önce konuşarak karşılıklı ihtiyaçlarını belirleyebilirlerdi.
Belki de göreceklerdi ki arkadaşlardan biri portakalı, suyunu sıkıp içmek için istiyordu. Fakat şimdi, ancak elindeki yarım portakalın suyunu sıkabildi, azıcık bir su çıktı; kabuğu çöpe attı.
Diğer arkadaş ise aslında o portakalın kabuğunu yapacağı kek için rendeleyecekti. Ama şimdi ancak elindeki yarım portakalın kabuğunu rendeleyebiliyor; sulu posayı çöpe attı.
Sonuca değil sürece odaklansalardı, önceden konuşsalardı, ikisi de portakalın tamamından yararlanabilecekti: İhtiyaçları birbirini tamamlıyordu.
Barış arayışında bu şekilde bir işbirliği, sonuçta tüm taraflara eşit ve azami yarar sağlar.
Yani bütün tarafların portakalın bütününden yararlanabilmesi için kazan / kazan yaklaşımının anahtarı önce konuşmak, karşı tarafı dinlemek, iki tarafın ihtiyaçlarını belirlemek, paylaşılan bilginin ışığında pozisyonu uyarlamaya açık olmak. Sorunun tam olarak ne olduğunu tespit ederken de asla bir kişiyi “sorun” olarak tanımlamamak; yani insanları değil, doğrudan sorunu hedef almak. Sorunu, herkesin kabul edeceği ve kimsenin “hayır” demeyeceği nötr, geniş, somut bir dille tanımlamak, neye çözüm arandığını çok somut olarak tespit etmek.
Ancak herkesin ihtiyaçları, farklılıkları tanımlanıp anlaşıldıktan sonra gerçekten uygun çözümler üretilebilir.
İhtiyaçlar
Barış arayış sürecinde hep sorular sormak, hayati önemdedir: “Buradaki gerçek ihtiyaç nedir?” (“İhtiyaç”, yani istekler, arzular, çıkarlar, önemsenen her şey). “Niçin bu size en iyi çözüm gibi geliyor?” “Hangi ihtiyaçlar bu çözümle karşılanacak?” “Burada sizin için hangi değerler önemli?” “Hayal ettiğiniz, nasıl bir sonuç?” (Hayalperestlikten korkmayalım!)
Önemli: Karşı taraf ne gibi kaygılar, korkular besliyor? Birbirimizin istek ve ihtiyaçlarını, korku ve kaygılarını kaale almak demek, birbirimizin ihtiyaçlarını tanıdığımız ve birbirimize değer verdiğimiz anlamına gelir.
Hem somut ihtiyaçlara yer verilebilir (örneğin, “anadilde eğitim”), hem de çok somut olmayan ihtiyaçlara (örneğin, “güven duygusu”, “saygı görmek”).
Bu şekilde sorular sora sora derine, yüzeyin derinlerine inmek, enerjiyi başka tarafa yönlendirmeyi beraberinde getirecektir.
Ortaklaştığımız noktaları ararız: Ortak ihtiyaçlarımız, kaygılarımız, hayallerimiz… Başka şekillerde, belki başka kelimelerle ifade edilebilecek ortak düşünüş cümleleri belirleriz. Üzerinde anlaşabileceğimiz benzerlikleri keşfetmeye çalışırız. Bir “ortaklık duygusu” oluşturabilir ve farklılık alanları üzerine buradan düşünmeye başlayabiliriz.
Empati
Barış arayışında en olmazsa olmaz kavram, empati!
Empati, karşımızdakini anlamak, içine girmek, kendini karşındakinin yerine koymak, halden anlamak demektir.
Karşı tarafa, anlaşıldığını hissettirmektir. Diğeri üzüldüğünde birlikte üzülmek, sevindiğinde birlikte sevinmektir. Aktif dinleyici olmaktır: Hemen sonuçlara varmadan; açık zihinle, gerçek bir anlama arzusuyla soru sorarak dinlemektir; o sırada vereceğin cevabı düşünerek değil.
Karşımızdaki, bir önerimizi reddediyorsa, hemen defansif olmak yerine “Neden? Bu olursa sizce ne olur?” diye meseleyi deşmek, ilgimizi göstermek, anlamaya çalışmaktır.
Aktif dinlemeyle karşımızdakine kendini ve derdini anlatma fırsatını tanırız. Amaç, insanlar duyulduklarını, anlaşıldıklarını bilsinler. Ne kadar kızgın veya kırgın olduklarını bildiğimizi bilsinler. Sonuçta, insanlar işitilmediklerini düşündüklerinde bağırırlar; bu da barış arayışlarına yaramaz.
Bütün bu süreçler tamamlandıktan sonra, sıra olası çözümlere gelebilir.
Unutmayalım: Belki de onların değişmesi için önce benim değişmem gerekir. Değişmesi gereken ilk şeylerden biri, belki de benim kendi yaklaşımımdır.
Neden Kazan / Kazan?
Kazan / kazan, bütün tarafların eş değerde olduğu inancına dayanan bir barış arayışı olduğu için ahlaki bir yaklaşımdır. Farklı mahalleler arasında dostluk, güven, “Bu sorunun altından birlikte kalkabiliriz” duygusunun tohumunu atar.
Fakat kazan / kazan sadece etik değil, aynı zamanda başarılı ve işe yarayan bir stratejidir. Herkes kazanıyorsa, herkes sonucu benimser ve kararlara sadık kalır.
30 yıl kadar önce, İstanbul’un trafiği her zaman keşmekeş, tam kördüğümdü. Herkes diğerlerinin önüne geçmek için davranırdı ve trafik, kolay kolay çözülemeyecek bir çıkmaza girerdi. Fakat İstanbullular, sanırım bu yaklaşımın herkesin zararına olduğunu fark ettiler; artık çoğu şoför, kazan / kazan formül olarak fermuarlama yöntemine riayet ediyor: İki şerit tek şeride düşüyorsa, sırayla bir o şeritten, bir bu şeritten ilerliyorlar. Trafikte herkesin hedefine bir an önce ulaşma arzusuna bu tarz bir yaratıcı karşılık, daha barışçıl bir trafiğin yanısıra, daha barışçıl bir zihniyet imkanı da ortaya koyar.
Yenikapı Metro durağında da yolcular kazan / kazan’ı keşfetmiş durumdalar: Metro durduğunda kapılara itiş kakış saldırmak yerine, genellikle, önce içeriden yolcuların çıkışı bekleniyor, sonra kuyruğa girmiş beklemekte olan yolcular Metroya sırayla giriyor.
Ötesi
Şiddeti durdurmak barış için önemli bir ilk adım, ama tek başına barış getirmez. Barışı asıl getirecek olan, şiddete yol açan koşulları ele almaktır.
İnsan haklarını, kaliteyi, adaleti ve bütün toplumu dahil eden öyle bir barış kültürü, öyle bir âdil demokratik sistem yaratmalı ki, “Kazanmak istiyorum, senin de kazanmanı istiyorum!” diye düşünülebilsin.
Başka türlü yaşama lüksümüz yok: Bugün, dünyadaki savaşlardan bağımsız, başımızda binbir türlü sorun var: Küresel iklim değişikliği, nükleer tehlike, çeşitli salgın hastalıklar… Gazze’de bir bebekte ilk polio vakası görüldü. Polio, çok bulaşıcı bir virüs; kökü kurutuldu sanılmış ve aşılama maalesef durdurulmuştu.
Bunlar bölgesel sorunlar değil; dünyanın başına bela konular… ve bunları aşmak için tek çözüm var: Barış.
Bu bir zihniyet, bu bir hayat tarzı.
Farklılıklarımızı kucaklayabilir, ötesine geçebilir ve hayatı bir keşif süreci olarak görürsek, “Öğrenenler ve Öğrenenler” olarak huzur içinde yaşarız hep beraber.
1 Eylül Dünya Barış Günü kutlu olsun!
Yekê Îlonê roja aştî ya cihanê, pîroz be!