Antik Yunan filozoflarından sonra gelmiş geçmiş en büyük filozof olarak kabul edilen Immanuel Kant, 1724’te, Doğu Prusya’nın Könisberg kasabasında doğar. Ve 1804’te 80 yaşına ayak basarken yine bu kasabada hayata veda eder. Vaktine göre uzunca sayılabilecek ömründe, doğduğu kentin dışına neredeyse hiç çıkmaz, bütün hayatı orada geçer.
Titizliği dillere destandır. Günlük iş programı saniye sekmez. Öyle ki onun bu özelliği hakkında birçok fıkra üretilir, hikâyeler anlatılır. Mesela hemşerilerinin saatlerini ona göre ayarlandığı söylenir. Kant, kapılarının ya da pencerelerinin önünde geçtiğinde saatin kaç olduğu bellidir! Rivayet edilir ki, rutinini bozan ender olaylardan biri, Fransız Devrimi’ni haber veren gazeteleri almak için öğlen yürüyüş güzergâhı değiştirmesidir.
Hiç evlenmez. Harala gürele mücadele ettiği, sıkıntılarla boğuştuğu bir hayatı olmaz. Sakin ve dingin yaşar. Lakin bu, onun dünyadan elini yağını çekmiş münzevi bir filozof olduğu anlamına da gelmez. Hoşsohbettir, mizahı sever, espriden anlar, şık giyinir, eğlencelidir. Könisberg Üniversitesi’nde otuz yıldan fazla profesör olarak ders verir. Parlak bir öğretmendir; dersleri, sohbetleri, konferansları her daim yoğun bir alakayla takip edilir.
“Birinci derecede yaratıcı bir deha”
Modern çağın üniversite hocası olan ilk büyük filozofudur. Descartes, Spinoza, Leibniz, Locke, Berkeley ve Hume gibi ağır abilerin hiçbiri üniversite hocalığı yapmazlar. Kant’tan sonra, 19. yüzyılda yaşayan büyük filozoflar içinde de –Hegel istisna- yolu üniversiteye düşen pek az olur. Kiergegaard, Marx, Mill ve Nietzsche de akademisyen cübbesi giymezler. Filozofların üniversiteyi mekân bellemesi, daha ziyade 20. yüzyılın hadisesidir.
Gençlik ve olgunluk döneminde yazdıkları onun tanınmasını sağlar. Fakat ona çağları aşan bir ün kazandıran eserlerini 57 yaşından 70’li yaşlarına kadar uzanan dönemde yayınlar. “Saf Aklın Eleştirisi”ni 57, “Pratik Aklın Eleştirisi”ni 64, “Yargı Gücünün Eleştirisi”ni 66 yaşında yazar. “Ahlak Metafiziğinin Temel İlkeleri” ise 61 yaşının ürünüdür. (Bryan Magee, Büyük Filozoflar, Çeviri: Ahmet Cevizci, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2001, s. 173-174)
Kant, “birinci derecede yaratıcı bir deha”dır, ömrü boyunca düşünür ve biriktirir, biriktirdiklerini aklın ve tecrübenin süzgecinden geçirerek damıtır. Yolun sonuna yaklaşırken en verimli dönemini geçirir ve tesiri asırlarca sürecek yapıtlar ortaya koyar. 1795’te 71 yaşındayken kaleme aldığı “Ebedi Barış Üstüne Felsefi Bir Deneme”* de bunlardan biridir.
“Soysuz bir imha savaşı”
Hollandalı bir hancının mezarlık resmi içeren tabelasının üzerinde “Ebedi Barış” ifadesi yazılıdır. Mesaj açıktır: Daimi bir barış ve mutlak bir huzur ancak mezarda mümkün olabilir. Öyle midir gerçekten ve bu mesajın muhatabı kimdir? Genel olarak bütün insanlar mı? Özel olarak savaşa doymaz yöneticiler mi? Yoksa sürekli barışın tatlı rüyasına kendini kaptırmış filozoflar mı?
Kant, buradan hareketle barışın ve savaşın hallerini inceler, savaşların sebeplerini irdeler ve sürekli bir barışın mümkün olup olmadığını tartışır. Ona göre sürekli bir barış için yerine getirilmesi gereken ön şartlar ve nihai şatlar vardır. Ön şartlar altı tanedir:
• İçinde gizlenmiş yeni bir savaş nedeni bulunan hiçbir antlaşma bir barış anlaşması sayılamaz.
• İster küçük ister büyük olsun hiçbir bağımsız devlet başka bir devletin egemenliği altına asla geçmemelidir.
• Sürekli ordular zamanla bütünüyle ortadan kalkmalıdır.
• Devlet dış çıkarlarını gözetmek için borçlanmalara girişmemelidir.
• Hiçbir devlet diğer bir devletin anayasasına veya hükümetine zor kullanarak karışmamalıdır.
• Hiçbir devlet, savaşta ileride barış yapılacağı zaman, devletlerin birbirlerine karşılıklı güven duymalarını imkânsız kılacak yollara başvurmamalıdır.
Her birini ayrıntılı bir biçimde açıkladığı bu şartlar arasında da ikili bir ayrıma gider. Başkasının egemenliğine girmemek, orduları lağvetmek ve borçlanmamak gibi maddelerin uygulanmaları koşullara bağlıdır, yürürlüğe konmaları bir süre için geri bırakılabilir. Bunlara “geniş yasalar” adını verir.
Yeni bir savaşa yol açacak uygulamalardan kaçınmak, başkasına karşı zor kullanmamak ve karşılıklı güveni olanaksız kılacak davranışlardan kaçınmak gibi maddelerin ise herhangi bir şeye ihtiyaç yoktur, hemen tatbik edilmeleri gerekir. Bunları da “sıkı (katı) yasalar” olarak tanımlar.
“Savaş içinde bile düşmanın düşünce biçimine karşı biraz güvenin kalması gerekir; böyle olmazsa, bir barış anlaşması yapmak da olanaksızlaşacak ve çarpışma bir imha savaşı (bellum internecium) biçiminde soysuzlaşacaktır… Bir tümden yok etme savaşı (ad internoscionem) taraflardan her ikisinin de hukukunu bütünüyle ortadan kaldıracağından, sürekli barışa ancak insan türünün o engin (geniş) mezarlığında kavuşabilmiş olacaktır. Bu yüzden böyle bir savaşı ve böyle bir savaşa sürükleyecek yolları kesinlikle yasak saymak gerekir. (s. 230)
“Barış ancak hukukla olur”
Kant, bir arada yaşayan insanlar arasındaki doğal durumu bir barış durumu olarak değil, ilan edilmemiş olsa bile her an patlayabilecek bir savaş durumu olarak görür. Yani barış tabii ya da hazır bir hal değil, kurulması gereken bir haldir. İyi de nasıl?
Daimi bir barış; salt düşmandan korunmak için tedbir almakla ya da düşmanın hiçbir eylemde bulunmamasıyla sağlanmaz, her bir devletin bir diğerinin kişisel güvenliği hakkında garanti vermesiyle sağlanabilir. Bu da hukuki bir düzeni zorunlu kılar. Eğer barışçıl bir hukuki düzen oluşturulmazsa, devletler birbirlerine düşman gibi davranabilir. Kant, bu bağlamda devletler arasında sürekli bir barış için üç nihai şart sıralar.
İlk nihai şart, her devletin sivil anayasasının cumhuriyetçi olmasıdır. Kant cumhuriyetçi bir anayasanın, bir toplumun üyelerine özgürlük, eşitlik ve ortak bir yasa koyucuya bağlılık sağlayan tek anayasal düzen olduğunu belirtir. Demokrasi ve cumhuriyeti farklı anlamlarda kullanır; demokrasinin bir devlet biçimi, cumhuriyetin ise bir hükümet biçimi olduğunu yazar. Ancak, barışa nasıl varılacağını anlatırken bu iki kavrama benzer anlamlar yükler.
Cumhuriyetçi / demokratik barış
Ona göre, cumhuriyetçi olmayan bir rejimin savaş çıkarması kolaydır. Devletin sahibi olan ama toplumun üyesi olmayan hükümdar, şahsi herhangi bir kaygı duymadan, bir savaş kararı alabilir. Sıradan bir meseleyi bile büyüterek bir savaş nedeni haline getirebilir ve bunu meşru gösterme işini de her zaman hazır bekleyen diplomatlarına bırakabilir.
Oysa cumhuriyetçi ya da demokratik rejimlerde karar hakkı halktadır. Halk, bir savaşa girmeden önce uzun boylu düşünmek zorunda kalır. Savaşın kendisine getireceği fenalıkları ve sırtlarına yükleyeceği yükleri öngörür ve bu nedenle savaşma arzusu içinde olmaz. Elbette kendini savunmak mecburiyetinde kaldığında savaşa karar verebilir ama bu zaruret dışında herhangi bir savaş lehinde oy kullanmaz.
“Cumhuriyetçi anayasaya göre, ‘savaş ilan edilmeli mi, edilmemeli mi?’ sorusu ancak yurttaşların oylarıyla yanıtlanabilir. Yurttaşların da savaşa karar vermeden önce uzun uzun ikircikli kalmaları doğaldır; çünkü bu kararla kendi üzerlerine savaşın çökerteceği aşağıdaki kötülüklere katlanma kararını da vermiş olacaklardır. Savaşta kendi dövüşmek, savaşın giderlerini kendi ceplerinden ödemek, savaşın ardında bırakacağı yıkıntıları güçlükle onarmak ve en sonunda da sanki bir bu eksikmiş gibi, durmadan çıkacak yeni savaşlar yüzünden bir türlü ödenemeyecek olan ve barışı bile acılı ve sıkıntılı yapacak ulusal borçlanmalara girişmek.” (s. 234)
Böylelikle Kant, insanları daimi bir barışa götürebilecek tek anayasanın cumhuriyetçi bir anayasa olduğunu söyler. Cumhuriyetçi düzen bütün dünyaya yayıldığında, bütün devletler cumhuriyet ile yönetildiklerinde, vatandaşlarının rızası hilafına savaş kararı alınamayacağından devletler de birbirleriyle savaşamazlar.
Aslında Kant’tan önce Thomas Paine ve Kant’tan sonra Alexis de Tocqueville de benzer görüşleri savunurlar; cumhuriyetçi veya demokratik ülkelerin savaşmak konusunda daha az heveskâr olduklarını ifade ederler. Nitekim bu çizgi, daha sonra 20. Yüzyılda siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler literatürünün gözde kavramlarından biri olan “demokratik barış teorisinin” fikri alt yapısını oluşturur.
“Akıl, savaşı lanetler”
İkinci nihai şart, devletler hukukunun özgür devletlerden kurulu bir federasyona dayanmasıdır. Akıl, bütün ahlaki yasaların yüce mahkemesidir ve o, savaşı hukuksal bir yol olarak kullanmayı şiddetle lanetler. Buna karşılık barışı da mutlak bir yükümlülük olarak tanır. Ne var ki uluslararası bir antlaşma olmadan barışın kurulması da olanaksızdır. Barış, devletlerin özel nitelikte bir ittifakını gerektirir. Kant, bütün savaşları bitirebilecek bu ittifaka “Barış birleşmesi” der.
Bu ittifakın amacı herhangi bir devlete bir diğeri üzerinde hâkimiyet sağlamak değildir. Aksine ittifaka dâhil olan her devletin özgürlüğünü temin etmektir. Kant, adil ve kalıcı bir barışa zemin hazırlayacak olan böyle barış ittifakının dayandığı bir federalizm düşüncesinin zamanla gerçekleştirilebileceğine dair iyimser düşüncelere sahiptir. Bütün devletlerin oluşturacağı sağlam bir ortaklığının gerçekleştirilebileceğini kanıtlamanın mümkün olduğunu söyler.
“Çünkü eğer güçlü olduğu kadar aydınlanmış da olan bir ulus, özü gereği sürekli barışa eğilimli bir hükümet biçimi olan cumhuriyet biçiminde kurulma mutluluğuna da ererse, artık böyle bir federatif ittifakın ortak bir noktası, merkezi de kurulmuş olacaktır, ki öteki devletlerde Devletler Hukuku ilkelerine uygun olarak, kendi özgürlüklerini güvence altına almak üzere bu merkeze katılabileceklerdir. Bu bağlaşma böylece her gün yeni katılımlarla daha da genişleyecektir.” (s. 239-240)
Kant’a göre, birbiriyle olan ilişkilerinde devletleri savaştan alıkoyacak yegâne akli yol, devletlerin de insanlar gibi başıboş ve yabanıl özgürlüklerinden vazgeçip, genel yasaların altına girmeleri ve bütün dünya uluslarını kapsayacak bir uluslar devleti (civitas centium) kurmalarıdır. Lakin devletler, teoride doğru buldukları bu ilkeyi tatbikatta reddederler. Eğer bir dünya cumhuriyeti kurmak pratikte imkânsız ise, o zaman yapılabilecek tek şey, barış için sürekli genişlemeye müsait ittifaklar kurmaktır.
“Eğer her şeyin yitirilmesi istenmiyorsa, olumsuz da olsa, elde geriye ancak savaşı engelleyecek, yolundan çevirecek ve bu haksız ve insan yakışmaz tutkunun sellerini önleyebilecek kadar, devamlı bir ittifak düşüncesi kalmaktadır. Ama her zaman bu ittifakın bozulması karabasanı içinde yaşanacaktır.” (s. 240)
“Yeryüzünün ortak sahipleri”
Ve üçüncü nihai şart da, dünya vatandaşlığı hukukunun evrensel misafirlik koşulları ile sınırlandırılmasıdır. Misafirlik koşulları derken iki hususu kasteder: Biri, her yabancın geldiği memlekette düşmanca muamele görmemesi hakkıdır. Bulunduğu yerde huzuru bozmadıkça bir yabancıya düşmanca davranılmaz. Diğeri ise, yeryüzünün ortak sahipleri olmaları bakımından bütün insanların birbirlerinden topluma kabul edilmelerini isteme hakkına sahip olmalarıdır.
Kant bir dünya devleti gibi bir dünya vatandaşlığı tasavvur eder. Ona göre dünya vatandaşlığına yadırgatıcı ya da abartılı bir talep olarak bakılmamalıdır. Keza dünya vatandaşlığı, yazılı ya da doğal hukuk düzeninin tamamlanmasının zorunlu bir son adıma olarak da görülmemelidir. Dünya vatandaşlığı için öncelikle herkese insan haklarını garanti edecek sağlam bir kamu hukuku oluşturulmalı, oradan da sürekli barışa doğru ilerlenmelidir.
Ebedi barışa ancak ön ve nihai maddelere riayet etmekle varılır. Ancak bu, öyle rahatlıkla üstesinden gelinebilecek bir vazife değildir. Çünkü savaş çıkarmak ve savaşa yandaş yazılmak kolaydır. Kant, biraz da hayıflanarak, savaş için özel bir nedene gereksinim duyulmadığını, savaşın köklerinin sanki insan doğasının içine uzanmış gibi durduğunu yazar. İnsanın hayatını ortaya koyması, her türlü menfaatin üzerinde, asil bir davranış olarak yüceltilir. Savaşçılar cesaretlerinden ötürü kutsanır. Savaş soylu insanların ayrıcalığı olarak görüldüğünden savaşa methiyeler düzülür. Savaş taraftarlarının sesi yüksek çıkar.
Barışı konuşmak ise her zaman daha zordur. Hele histerinin koyulaştığı dönemlerde barışı dillendirmek basbayağı tehlikeli bir iş olur. Savaşı bitirmek ve barışı telaffuz etmek için açılan her ağızı kapatmaya hevesli çok sayıda el bulunur. Barış çağrıları kimi için manasız bir laf, kimi için devletin çıkarlarını gözetmeyen bir gaflet hali, kimi için de düşmanın/düşmanların ekmeğine yağ süren bir hainliktir.
“Krallar filozof, filozoflar da kral olmamalı”
Peki, barışa engel bu açmazdan nasıl çıkılabilir? Kant, Ebedi Barış’ın girişinde, bu denemesinin siyasetçileri rahatsız etmesinin muhtemel olduğunu yazar. İktidarların, filozofları ve siyaset kuramcılarını sırtında yumurta küfesi taşımayan, soyut düşüncelerin peşinde koşan, beceriksiz ve toy oyuncular olarak gördüklerini; onları bazen susturmaya veya ortadan kaldırmaya çalıştıklarını bazen de görmezden de geldiklerini belirtir. Hiçbir siyasal ihtirası olmayan bir kişi olarak, yazdıklarından devlete karşı bir suç çıkarılmamasını umduğu belirtir.
Oysa demokratik tartışma hayatidir. Kant, bu nedenle, barışa varmak için koyduğu ön ve nihai şartlara bir yenisini ekler: “Savaş için silahlanmış devletler, sürekli barışı mümkün kılacak koşullar hakkında filozofların genel kurallarını göz önünde tutmalıdırlar.” Bu madde, filozofların görüşlerinin devlet erkinin temsilcilerinin görüşlerine üstün tutulmasını değil, sadece filozofların düşüncelerinin dinlenmesini içerir.
Devletler, filozofları düşüncelerini bildirmeye teşvik etmeli, yani onları savaşa ve barışa ilişkin genel kurallar üzerinde serbestçe ve açık konuşmakta serbest bırakmalıdır. Bunun için özel anlaşmalar yapmaya gerek yoktur. Çünkü filozoflar kendi hallerine bırakıldıklarında, bir başka ifadeyle devlet tarafından susturulmadıklarında, zaten kendiliklerinden konuşacaklardır.
“Kralların filozof ve filozofların kral olmasını beklememeli ve bunu dilememelidir; çünkü iktidarda olmak aklın yargıda bulunma yeteneğini bozar, tüketir. Fakat kralların ya da eşitlik ilkesi atında yaşayan hükümran ulusların, filozofları ortadan kaldırmaya ya da susturmaya kalkışmamaları, tersine onları herkesin önünde açıkça konuşturmaları gerekir. Böyle yapmak, kendi işleri ve davranışları hakkında iyi bir hükümet yönetiminin başlıca koşuludur.” (s.250)
“Bütün savaş gerekçeleri barış karşısında hiçtir”
Ebedi Barış’ın üzerinden iki asrı aşkın bir süre geçti. Ama insanlık bir türlü savaşlardan yakasını kurtaramadı. Kant’ın ifadesiyle “boş bir fikir (ide) değil ama çözümünü yavaş yavaş elde eden ve amacına her an biraz daha yaklaşan bir sorun” olan Edebi Barış’a ulaşamadı. Savaş diye devasa bir derdimiz var. Ve bunun karşısında barışı inşa etmek gibi ahlaki bir yükümlülüğümüz devam ediyor. Tabii, Kant’a olan ihtiyacımız da.
Karl Jaspers’in özel asistanlığını da yapmış felsefeci Hans Saner’in ‘Ebedi Barış’a getirdiği yorum, bu ihtiyacımızı çok net ve güzel bir şekilde dile getiriyor:
“Eğer bir barış ebedi olacaksa, barış iradesi mutlak ve koşulsuz olmalıdır ve eğer koşulsuzsa daha önceki bütün savaş gerekçeleri barış karşısında sıfırdır ve hiçtir. Bu nedenle barış ‘çağsal’ bir karaktere sahiptir. Barışla iki halkın hayatında tümüyle yeni bir zaman başlar. Barış o güne kadar olan politikanın sürdürülmesi değil, bilakis siyasi düşünce ve eylemde yeni bir çağın başlatılmasıdır. Bu da düşünce biçiminin radikal bir değişimine bağlıdır.” (Aktaran: Ahmet Tulgar, BirGün, 07.07.2010)
Kant hala canlı, görüşleri hala geçerli…
- Immanuel Kant, Sürekli Barış Üstüne Felsefi Bir Deneme (b.y: Seçilmiş Yazılar, s. 223-266), sÇeviri: Nejat Bozkurt, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1984.