Barış Vakfı, hafta sonu İstanbul’da bir “Çatışma Çözümleri ve STK’lar Çalıştayı” düzenledi. Çalıştayda, Cuma Çiçek tarafından hazırlanan “2013-2015 Çözüm Süreci’nde Sivil Toplum Kuruluşları” başlıklı rapor-kitap bağlamında, sivil toplum kuruluşlarının çözüm sürecinde oynadığı rol üzerine bir tartışma oluştu.
Çiçek bu çalışmasında hem teorik bir analiz çerçevesi sunuyor, hem de bu çerçeveyi temel alarak STK’ların çözüm sürecine ne gibi katkıda bulunduklarını, hangi noktalarda eksik kaldıklarını, yetersizlik veya yanlışlarının nedenlerini, buna karşılık ne yapabileceklerini ayrıntılı bir şekilde tasvir ediyor. Üç dilde (Türkçe, Kürtçe, İngilizce) yayınlanan raporun, bu konuya ilişkin en kapsamlı ve derinlikli çalışma olduğunu söylemek mümkün
(http://barisvakfi.org/index.php/uc-dilde-2013-2015-cozum-surecinde-stklar-raporu/).
Raporun içeriğine dair görüşlerimi kamuoyuna ilk sunulduğunda yazmıştım (http://www.kurdistan24.net/tr/opinion/f5b7af2d-ec38-4753-83d4-d3d45073dcbe). Şimdi ise, bu çalıştaya dair izlenimlerimi ve orada yapılan tartışmalardan edindiğim kanaatleri paylaşmak istiyorum.
Barış fikrinde kırılma
Çözüm süreci çöktükten sonra Türkiye çok kanlı ve her açıdan tahrip edici bir dönemden geçti, geçiyor. Ortaya çıkan yıkıcı tablo barış fikrinde bir kırılmaya sebebiyet verdi. Silahların ortadan kaldırılmasına ve demokratik bir çözümün bulunmasına ilişkin umutlar azaldı.
Söz konusu kırılma ve azalma, sadece geniş toplum kesimlerinde değil, barış iddiası taşıyan STK’larda da etkisini gösterdi. Barış fikrini canlı tutmayı hedefleyen çalışmalara olan ilgi düştü; bu tür çalışmaları “gereksiz ve faydasız faaliyetler” olarak değerlendiren bir bakış güç kazandı.
Birkaç defa ben de böyle değerlendirmelerin muhatabı oldum. Mesela Cuma Çiçek ile birlikte yine Barış Vakfı adına 2016’da da bir rapor hazırlamıştık. Dolmabahçe Mutabakatı’ndan sonra sürecin aldığı hali inceleyen raporu (http://barisvakfi.org/index.php/2016-nisan-raporu/) tanıtmak içinde iki toplantı düzenlemiştik. Bu toplantılarda “Neden bu çalışmayı yaptınız? Ne barışı? Bırakın bu boş işleri!” mealinde yorumlarla karşılaştığımızı hatırlıyorum.
Siyasi kutuplaşmanın sertleştiği anlarda böyle çalışmalar yapmayı zorlaştıran bir durum daha var. O da niyet okumaların ve suçlamaların üst düzeye çıkmasıdır. Barış adına bir laf ettiğinizde, muhatabınız — siyasi pozisyonuna bağlı olarak — sizi HDP’nin dümen suyuna girmekle itham edebilir. Ya da sizin hükümetin ayartıcı politikalarına tav olduğunuzu, topluma boş ümit pompaladığınızı ve hayal sattığınızı söyleyebilir.
Barışa sırt çevrilmez
Velhasıl barışın sözünü etmek çeşitli açılardan güçleşebilir. Lâkin gerek birey ve gerek sivil toplum örgütü bazında toplumsal uzlaşmaya katkı sunma çabasında olanlar, bu suçlamalara pabuç bırakmamalı. Derdi barış olan bir kişi ya da kurum, barış arayışı ve savunusunda kendi duruşunu sürecin taraflarının pozisyonuna göre ayarlayamaz, ayarlamamalı. Taraflar diyaloga ve müzakereye uzak durabilir, ama barış savunucusu kimliği taşıyanlar barışa sırt çeviremez. En kötü koşullar altında dahi onlara düşen, öneriler geliştirmektir. Dünya tecrübelerini inceleyip alternatif yollar bulmaktır. Barışın herkese kazanç sağlayacağını misalleriyle göstermektir. Dar bir şeride sıkışıp kalmamak, etkinlikleri farklılaştırmak ve her alanda barışı gündeme getirebilmektir. Kimsenin gözüne sokmadan ve çokça büyük laflar etmeden hayata dokunan işler yapmaktır. Mucizevi bir reçetenin olmadığını bilerek, bıkmadan usanmadan toplumun çoğunluğunu barış fikrine yaklaştırmak için çalışmaktır.
Tüm bunları gerçekleştirmek için uygun bir ânı veya dönemi beklemeye gerek yoktur. Barışa su taşımak için her zaman uygun zamandır. İstenirse her dem yapılacak bir şey bulunur. Kişiler veya kurumlar, tarafların yaklaşımına takılmadan, toplumda bir barış duyarlılığı geliştirmeye hizmet edebilirler. Altyapı çalışmaları yapabilir, toplumu ve aktörleri demokratik süreçlere heveslendirebilirler.
Barışı demlemek
Herkes kendi ölçeğinde adımlar atabilir. Kısık ateşte de olsa barışı demleyebilir. Bazen volüm düşük olabilir ama barışı savunmaktan geri düşülmemeli. Aksi takdirde umutlar da değerler de törpülenir, hak ve özgürlükler geriler.
Elbette bütün bunları belirli bir düzeyde gerçekleştirebilmek için sivil toplum kendi üzerinde de daha yoğun düşünmeli. Zira sivil toplum alanının birçok sorunla malûl olduğu su götürmez. Ben özel önem atfettiğim iki tanesine değineyim.
İlki, Çiçek’in raporunda da altı çizilerek belirtildiği gibi, STK’ların yoğun siyasal angajmanlarıdır. STK’ların politik bağlantılarını gözden geçirmeleri gerekiyor. Bu, STK’ların apolitik olmaları anlamına gelmez. Şüphesiz STK’lar politik bir düşünce etrafında örgütlenebilir. Burada vurgulanmak istenen, STK’ların bir siyasi parti gibi davranmamaları, siyasi angajmanlarından ötürü partilerden bile daha şedit bir rekabet içine girmemeleridir. Aynı gaye etrafında çalışan farklı STK’ların bir arada bulunma ve birlikte iş yapabilme becerilerini geliştirebilmeleridir.
İkincisi, şiddete dönük seçici tavırdır. Şiddete karşı kararlı ve net bir tutum takınılamıyor. Bu arıza, STK’ların hem etkinliğini hem de toplumsal düzeydeki inandırıcılığını örseliyor. Eğer STK’lar politik mesafelerini koruyabilir ve şiddete karşı ortak bir dil kullanabilirse, barış yolunda daha hızlı ilerlenebilir.
Çözümün tek adresi
1993’ten bu yana Türkiye’de barış adına farklı süreçler denendi. Bazen doğrudan bazen dolaylı, bazen gizli bazen halka açık görüşmeler yapıldı. Her ne kadar bu süreçlerden arzu edilen netice çıkmadıysa da, bizatihi bu süreçlerin varlığı, gelecekte de demokratik bir sürecin başlaması ihtimalini artırıyor. Belirli bir çözüm sürecini yaşamış ülkelerde tekrardan demokratik bir sürecin başlama şansı, hiç böyle bir süreç yaşamamış ülkelere oranla daha fazla oluyor. Çünkü sonucu başarısız da olsa, sürecin kendisi gerek zihinsel gerek yasal birtakım değişiklikler yaratıyor ve belirli bir birikim oluşturuyor.
Bunu daima hatırda tutmak lazım. Evet, Türkiye’de bugün böyle bir sürecin bahsi edilmiyor. Süreci telaffuz edenlere nahoş gözle bakılıyor; bu da doğru. Lâkin bu, dünya deneyimlerinden süzülen bir gerçeği unutturmamalı: Kürt meselesi gibi çatışma içeren, toplumsallaşan ve uzun yıllara yayılan bir sorunun çözümü, ancak siyasetle mümkün olabilir. Ne kadar dönüp dolaşılsa da eninde sonunda diyalog kapıları açılacak, demokratik mekanizmalara başvurulacak ve müzakerelere başlanacaktır.
Çözümün başka bir adresi yok; dolayısıyla çatışma çözümüne kafa yoran STK’ların da öncelikli sorumluluğu belli: Siyaset dışı yolları kısaltmak, süreyi azaltmak ve mümkün mertebe çabuk bir şekilde siyasete dönmek için karınca kararınca çalışmak.