[8 Eylül 2019] Bir ay sonra hâlâ “dünyanın hali gibi halimiz” fikrinin (9 Ağustos) izini sürmeye devam ediyorum. Vaziyet parlak değil. Demokraside genel bir iniş ve geri çekiliş söz konusu. Tersten söylersek, milliyetçilik, popülizm ve otoritarizm hemen her yerde yükselişte.
Çok çarpıcı bir örnek, Ekim 2018’de seçilen Brezilya Cumhurbaşkanı Jair Bolsonaro. Bu eğilimi kendi şahsında en keskin ve fütursuz biçimde mezcedenlerden. Cehaletiyle, kibiriyle, saldırganlığıyla, hukuk tanımazlığıyla, Güney Amerika’nın en büyük ülkesinin Trump’ı, ama Trump’tan da daha bir Trump gibi.
Bolsonaro eski bir subay (yüzbaşı). Sağcı değil, aşırı sağcı. O kadar sağcı ki, sağa herhangi bir şekilde toz kondurmayı asla kendine yediremiyor. Bu yüzden, inanmayacaksınız ama Nazileri dahi solcu olarak niteliyor. Evet, aynen öyle. Mart sonunda İsrail’e gitti. Netanyahu’yla kucaklaştılar, birbirlerini ne kadar sevdiklerini gösterdiler. O günlerde Dışişleri Bakanı Ernesto Araujo, Nazizmin sol bir akım olduğu yolunda bir demeç verdi. Bolsonaro ise Yad Vashem’i, yani dünya holokost anıtı ve müzesini ziyaret ediyordu. İçinden geçtiği çeşitli bölümlerde Nazizmin, komünizmin yükselişi karşısında korku ve öfkeye kapılan radikal, aşırı sağ gruplardan kaynaklandığı anlatılmaktaydı. Çıktığında gazeteciler Bolsonaro’ya, Dışişleri Bakanı Araujo’nun görüşüne katılıp katılmadığını sordu (bkz tepedeki başlık resmi). Ne yani, çok açık değil mi, bundan en ufak bir şüphe olabilir mi… kabilinden bir karşılık verdi. Gerekçe olarak da bakın, dedi, adı Alman Nasyonal Sosyalist Partisi değil miydi? Demek ki sosyalist bir ideoloji taşıyordu! Daha ne diyeyim; bu kadar küt, bu kadar sığ biri.
Öte yandan, ister güncel, ister tarihsel gerçekliğe, Türkiye’nin Pelikancıları ve sair medya trollerini kıskançlıktan çatlatacak kadar fütursuz post-truth (hakikat sonrası) müdahaleleri, Nazizm gibi görece uzak sanabileceğiniz bir meseleyle sınırlı değil. Asıl sivri ucu doğrudan Brezilya’ya dokunmakta. Öyle bir yakın tarih ki, aynı zamanda benim hayatım ve kişisel hafızamın bir parçası. Şimdi bir sinema şeridi gibi geçiyor gözümün önünden. Soğuk Savaş “ara bölge”lere doğru yayılıyordu. Domuzlar Körfezi, sonra Küba füze krizi… Derken 1963’te Kennedy (JFK) öldürülmüş ve yerine Lyndon Johnson başkan olmuştu. Vietnam’ın başına ne gelecekti?
Bütün bunların ortasında, 1964’te Lise III’te ve 17 yaşımdaydım. O yılın 31 Mart’ında Brezilya’da bir darbe gerçekleşti. Ordu, 1961 seçimlerini kazanarak gelen reformcu cumhurbaşkanı Joao Goulart’a ancak üç yıl tahammül edip sonra devirdi. Kurulan askerî diktatörlük 1964’ten 1985’e, dile kolay, tam 21 yıl sürdü. Kendinden sonraki bütün diğer Latin Amerika diktatörlüklerin âdetâ rol modeli ve en dayanıklısı oldu. Uruguay (1973-1984), Şili (1973-1990), Arjantin (1976-1983). Hepsinde tarifsiz zulümler yaşandı. Sadece Brezilya’da, çok sonra oluşturulan bir Hakikat Komisyonu’nun 2014’teki açıklamalarıyla doğrulandığına göre, 1964-85’te binlerce kişi gözaltına alındı, tutuklandı, gizli merkezlerde işkence gördü. En az 434 kayıp var; herhalde yargısız infazlara kurban gittikleri düşünülüyor. Aynı örüntüler daha sonra Şili’de, Uruguay’da, Arjantin’de hep tekrarlanageldi. Onyıllardır şiire, şarkılara, sinemaya, romanlara konu oluyor.
Türkiye’de 12 Eylül diktatörlüğünün sorumluları gibi (yani Kenan Evren, Nurettin Ersin, Tahsin Şahinkaya, Nejat Tümer, Sedat Celasun ve asıl karanlıklar prensi diyebileceğimiz Haydar Saltık), Brezilya’nın generalleri de kendileri ve astlarını geleceğe karşı güvenceye almaya özen gösterdi. 1979’da çıkardıkları bir af yasasıyla, askerî yönetim altında “siyasî suçlu”lara karşı işlendiği öne sürülebilecek fiiller için bütün askerî yetkili ve görevlileri hukukî koruma altına aldılar. Soruşturulamaz ve koğuşturulamaz kıldılar. Bu sayede zamanın hiçbir komutanı veya personeli yargılanmayabildi. Gene de toplumun vicdanı unutmamak ve affetmemekte direniyor. Nitekim yakın zamanda dikkatler tekrar bu işkencehanelerden (kontrgerilla birimlerinden mi desek?) birinde toplandı. Rio de Janeiro’nun kuzeyindeki Petropolis kentinde, “Ölüm Evi” diye ünlenen sorgu karargâhında en az 22 siyasî tutuklunun can verdiği tahmin edilmekte. Buradan bir tek Inês Etienne Romeu adında bir kadın sağ çıkabilmiş. 1971 Mayıs-Eylül arasında gözaltındayken iki kere ırzına geçilmiş; o kadar ağır fiziksel ve psikolojik işkence görmüş ki, üç kere intihara teşebbüs etmiş. Bir noktada, bundan böyle artık devlet lehine muhbirlik yapıp solcu arkadaşlarını gammazlayacağına söz vererek salıverilmeyi başarmış. 32 kiloymuş ve ağır hastaymış. Eve gidip her şeyi anlatmış. Ailesi de onu derhal hastaneye götürüp mahkemece tutuklanmasını ve kaydı kuydu tutulan resmî bir cezaevine konmasını sağlamışlar. Ancak bu suretle, bir nebze güvence altına alabilmişler. Demokrasiye dönüşten sonra Inês Romeu herşeyi açıklamış bu cehennem hakkında. Onun ezberlediği ayrıntılar sayesinde “Ölüm Evi” de bulunabilmiş, işkencecilere yardım eden bir doktor da teşhis edilebilmiş.
Inês Romeu 2015’te ölmüş. Ama şimdi, gene kayıtlara geçmiş bulunan tanıklığı sayesinde, hiç olmazsa bir namussuz belki hesap verecek gibi. “Ölüm Evi”nin zindancılarından, yukarıda o günkü ve şimdiki halini gördüğünüz Çavuş Lima (tam adıyla Antônio Waneir Pinheiro de Lima), bir federal mahkemenin “kaçırma ve ırza geçme fiillerinin insanlığa karşı işlenmiş suçlar sayılması gerektiği ve dolayısıyla 1979 affının kapsamına giremeyeceği”ne (2-1 çoğunlukla) hükmetmesi sonucu, müteveffa Bayan Romeu’ya tecavüz etmek ve işkence yapmaktan yargılanmayı bekliyor. (Tabii Brezilya Yüksek Mahkemesi, alt mahkemenin kararını bozmazsa.)
* * *
Peki, Cumhurbaşkanı Jair Bolsonaro neresinde bütün bunların? Şurasında ki… günümüzde belki başka hiçbir ülkede, başka hiçbir politikacının gösteremiyeceği bir gözü karalıkla, 31 Mart 1964 darbesinin (i) “aslında” darbe olmadığını; (ii) kötü değil iyi bir şey olduğunu savunuyor! Nitekim şu geçtiğimiz 31 Mart’ta, Sao Paulo’da insanlar sokaklarda yitirdiklerini yakınlarını anarken, Bolsonaro darbenin 55. yıldönümünün kamusal bir bayram olarak kutlanmasını istedi. Resmî kutlamalar da başladı fiilen. Neyse ki bir yargıç yürütmeyi durdurma emri verdi de, sonra bir üst mahkeme bu sefer yürütmeyi durdurmayı durdurduğu halde, işler tam cumhurbaşkanının istediği gibi gitmeyebildi.
Fakat heyhat; sonuçta bugün Brezilya’da bu zihniyet iktidarda. Yalnız Bolsonaro’nun değil, ekibinin de kafası herhalde başka türlü çalışıyor; kör kör parmağım gözüne, söyleyebiliyorlar bütün bunları. Hele Eğitim Bakanı Ricardo Velez, bu açıdan tam bir Türk işi post-truth’çu. 55. Yıl kutlamaları kararından birkaç gün sonra, “31 Mart 1964’te olan, Brezilya toplumunun egemen bir kararıdır” demiş, Valor Economico haber dergisine. (Bak, gördün mü! Bağımsız olması önemli! Yerli ve millî! Yaşasın anti-emperyalizm!) Askerî yönetim, diye devam etmiş, “zora dayalı bir demokratik rejimdi ve o sırada gerekliydi.” Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Goulart’ın devrilmesinin, “zamanın anayasasına karşı bir darbe değil, sadece anayasal bir kayma” anlamına geldiğini iddia etmiş. Eğitim Bakanı ya; çocuklar “daha geniş bir tarih” öğrenebilsinler ve 1964’te olanlar hakkında “doğru ve gerçek bir fikir” edinebilsinler diye, müfredatın ve ders kitaplarının değiştirilmesini de istemiş bu doğrultuda. Bizzat Bolsonaro da toplarını derhal eğitim sistemine çevirmiş. Askerî diktatörlük sırasında bir süre hapiste kalan ve 1997’de ölen, okullarda “eleştirel düşünme”yi savunmasıyla ünlü eğitimci Paulo Freire’nin ideallerinin kökünü kazımak için gerekirse “elinde bir alev makinasıyla eğitim bakanlığına gireceğini” ilân etmiş.
Yukarıda dört yerdeki vurgular benim. Ne yapayım, dayanamadım özellikle “zora dayalı bir demokratik rejim” ve “anayasal kayma” ibarelerinin karşı durulmaz Orwellci “yenikonuş” (newspeak) estetiğine. Her ikisini, ülkemizde en iyi üst düzey hukuk danışmanları değerlendirebilir ve bu kavramsal temeller üzerine başkanlık sisteminin üzerine daha nice ek katlar çıkabilir. Ricardo Velez de mükemmel genel yayın yönetmenliği yapar bu arada. Tabii üç büyük medya kuruluşumuz ve altı büyük gazetemizden birine (acaba hangisine?). Arada köşe yazıları da yazar, “liberal yanılgı”ları düzeltir durur.
O düzeltmezse, Çağımızın Gergedanı ödülünün (*) tereddütsüz beş büyük adayından biri konumundaki Jair Bolsonaro yakar geçer hepsini “alev makinası”yla. Nitekim, müthiş ağzının payını vermiş o sünepe liberallerden birinin. Darbenin ve diktatörlüğün kutlanmasına karşı çıkan kamusal şahsiyetlerden biri de Brezilya Barolar Birliği (Ordem do Advogados do Brasil) Başkanı Felipe Santa Cruz’muş meğer. Üstelik, kendi babası (Fernando Augusto de Santa Cruz Oliveira) da 1964-85’in kayıpları, faili meçhulleri arasındaymış. Ne demiş Jair Bolsonaro, Felipe Santa Cruz’a? Teselli mi etmiş? Gönlünü mü almaya çalışmış? Kanıt yok filân diye geçiştirmeye mi çalışmış? Asla ve kata. Bizim kitabımızda yer yok, öyle “eski ezber”lere. Dümdüz, dosdoğru: “Eğer BBB başkanı, babasının askerî dönemde nasıl kaybolduğunu merak ediyorsa, ben ona anlatayım” (Se o presidente da OAB quiser saber como o pai desapareceu no periodo militar, eu conto para ele).
Çok cesur. Çok nasırlı. Bu adama mim koyun. Mehmet Ağar tırnağı bile olamaz. Fakat Cagliari ve İnter taraftarları gibi o da harcanıyor uzak diyarlarda. Latinlere güvenilmez. Hele Brezilya toplumu çok fırtınalı. Yeterince muti değil. Kıymetini bilmezler. Zaten popülaritesi şu anda yerlerde sürünüyor. Dayanamaz, kaybeder bir sonraki seçimi. Yazık olur. Ah, henüz ulus-devletlerin yükselmediği bir çağdaki gibi, dışarıdan bakan, general (hattâ kral) ithal etmek şimdi de mümkün olsa! Bırakalım, Sambacılar Diyarı’ndan sırf futbolcu transfer etmeyi. Recep Peker de kimmiş? Asıl Bolsonaro’dan harika içişleri bakanı olur. İstanbul’u da Ekrem İmamoğlu’dan alıp kayyıma vermek mi dediniz? Yapsa yapsa o yapar.
(*) Bu ödülün kaynakları için, bkz Ionesco, Gergedan; benim geçmişteki Gergedan yazılarım; Lermontov, Çağımızın Kahramanı.