Kenan Evren'in ölüm haberini, Türkiye hep bir ağızdan “kötü bilirdik” nidası ile karşıladı. Rahmetliyi hürmetle anan olmadı, siyasi mirasına kimse sahip çıkmaya kalkışmadı. Ölünün arkasından kötü konuşulmaz prensibi, Evren ile askıya alındı ve “bir sağdan, bir soldan” gelen salvolar ile Evren'in temsil ettiği despotizmin Türkiye'de alıcısının hiç olmadığı bir kere daha kendini gösterdi.
Evren, şüphesiz ki ardından edilen tüm menfi yorumları hak eden bir dönemin sembolü ve mimarlarından biriydi. Türkiye'de sağcısından solcusuna, Kürt'ünden Alevisine, ülkücüsünden "İslamcı"sına, her grubu mağdur eden uygulamaları göz önüne alınınca, Evren'in arkasından gözyaşı döken olmaması şaşırtıcı değil elbette. 12 Eylül rejiminin her açıdan korkunç karnesinde kristalize olan devlet zulmünün Evren şahsında sembolize olması da ilginç değil muhakkak ki.
Lakin, bir yandan Evren lanetlenirken birleşirken Türkiye (ki malumunuz bu kutuplaşmış siyasi atmosferde nadiren olan bir durum bu), diğer yandan yine bir tarihî meseleyi bugün alınan siyasi pozisyonu güçlendirmek için kullanıyor. Karşı siyasi kampın sembolik isimlerinin Evren'e dair kurduğu olumlu cümleler RT rekorları kırıyor. Herkes tarafından bir şeytan olduğu konusunda mutabık olunan Evren, bugünün siyasi cepheleşmesinde rakip kampa 'çakmak' için bir malzemeden fazlasını ifade etmiyor aslında.
Türkiye'de entelijansiya uzun seneler boyunca darbelere karşı kategorik bir itirazdan ziyade, seçici bir tutum takındı. 1980 darbesi Türkiye'de sola karşı yapılmış gibi algılandığı için lanetlendi. Ancak 1960 darbesi daha yakın zamanlara kadar birçok grup tarafından darbe olarak değil, devrim olarak algılandı. 28 Şubat post-modern darbesi ise askerin siyaseti meşru çekidüzen faaliyeti olarak resmedildi. 27 Nisan muhtırası akabinde anaakım medyada yazılan apolojiler hâlâ akıllarda. Tüm bu darbeleri meşrulaştıracak şekilde siyasilerin hataları vurgulandı, asker için başka yol kalmamıştı argümanı tekrarlandı. Her grubun favori bir darbesi olduğu Türkiye'de, darbelere kategorik itiraz geleneği ancak asker siyasette etkisini tamamen yitirince, geriye yönelik bir faaliyet olarak başladı.
Geç ama güç değil. Darbelere karşı kolektif ve güçlü bir sesin çıkması yine de önemli ve değerli. Ancak bunu yaparken belirli bir darbeyi, sadece bir kişiye indirgemek, o darbeye meşruiyet veren, mümkün kılan faktörlerin altını çizmemek, Türkiye tarihi üzerine sağlıklı bir okuma sunmuyor.
Kenan Evren'in şahsına duyulan nefret son derece normal ve anlamlı. Ancak 1980 darbesi bir şahsın ürünü değildi. Bir devlet geleneğinin, askerî vesayet üzerine inşa edilen bir sistemin ve uluslararası konjonktürün ürünüydu. Şimdi bir darbenin tüm yükü zaten itibarsızlaştırılmış bir kişinin üzerine atılırken, gözden kaçan bu devlet zulmünün kolektif bir eser olduğu idi.
Yani Evren yalnız değildi. 1980 yılında hepiniz olmasa da çoğunuz oradaydı. Bugün Evren'i lanetleme sırasına girenlerin idol gazetecilerinden, Batı kamuoyuna, 13 Eylül 1980 günü çoğu kişi oradaydı.
Örneğin, New York Times gazetesinde Kenan Evren'in ölümünden sonra yayınlanan yazıda Evren'i neredeyse "İslamcı" olarak takdim ederken, darbe olduğu zaman bambaşka bir yayın politikası izliyordu.
New York Times gazetesi Türkiye'deki darbeye bir sayfa ayırmıştı, 13 Eylül 1980 tarihli nüshasında. Kenan Evren, “Batı'nın Dostu, Türk teröristlerin düşmanı” olarak takdim ediliyordu. Evren'i “yumuşak üslubu ile bilinen”, “güçlü bir Batı dostu”, “sessiz aile babası” olarak tanımlayan gazete, Evren'in siyasi hırsları olmadığı, temkinli ve istikrarlı olduğunu, katiyen Brezilya ve Arjantin'deki cunta liderlerine benzemediği yönündeki yorumları Türk diplomatlardan alıntılıyordu. Evren'in üç kızının üniversitede okumasını, diktatör olamayacağına dair bir delil olarak gösteriyordu. Bu epey tuhaf mantık silsilesini ise Türkiye'nin NATO ile ilişkilerinin darbeden zarar görmeyeceği vurgusu izliyordu.
New York Times, nasıl bugün Mısır'da Sisi'nin sırtını sıvazlıyorsa (Charlie Hebdo saldırısı sonrasında Sisi'nin ılımlı İslam'ın temsilcisi olarak nasıl bu gazetede resmedildiğini anımsatmak gerekir bu noktada), o gün de Evren'den övgülerini esirgemiyordu. Zira 12 Eylül darbesi herkesin mutabık olduğu üzere ABD tarafından desteklenmişti. Dönemin demokrat liberal başkanı Jimmy Carter ve ekibi Türkiye'deki darbeden sonra derin bir oh çekmiş, liberal ve demokrat New York Times'a da bu darbeyi meşrulaştırmak kalmıştı.
1980'lerde bir 3. dünya ülkesi için olabilecek en kötü şey bir komünist tarafından yönetilmesi idi, bugünse bir İslamcı tarafından yönetilmesi olarak algılanıyor! 1980'lerde övgüyle Batı dostu olarak takdim edilen Evren'in artık gayrimeşru görülmesi ile bugün İslamcı olarak tanımlanması tuhaf değil yani.
Bugün Kenan Evren'i şöyle tarif ediyor gazete: “Türkiye'nin saygı duyulan kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün seküler prensiplerine sahip çıktığı iddiasında olsa da, General Evren bugünlerde ülkesinin İslami düşüncenin meşrulaştırılmasından kısmen sorumlu görünüyor. Komünizmin cazibesinden korkan Evren İslam'ı bir alternatif olarak gördü. Yönetimi altında din dersleri Türk okullarında zorunlu hale getirildi. Atatürk'ün ortaya koyduğu katı Batı merkezli politikaları takip etmektense, Türk-İslam sentezi olarak bilinen politikaları benimsedi.”
Neresinden tutsanız elinizde kalacak klişeler… Ciddiyet iddiası olmasa aslında komik. Türkiye'de İslami düşüncenin Kenan Evren sayesinde meşrulaştığı iddiası misal epey fantastik. Atatürk'ün “katı Batı merkezli politikaları” klişesi akademide bayatladı ama ne yazık ki gazetelerde hâlâ sorgulanmadan kullanılıyor. Bu arada o dönem yazılmış New York Times makalelerinin tümü tarandığında görünen ilginç bir durum var. Ne tuhaftır ki, çok partili demokrasiye geçtikten sonra düzenli olarak, neredeyse her yıl Türkiye'de İslamcılık yükselişte, seküler liberaller endişeli haberleri yapan New York Times bu dönemde Evren'in “İslamcı” politikalarına dair hiç haber yapmamış. Laiklik konusunda 1990'larda Bedri Baykam ve Mehmet Ali Kışlalı'dan görüş alacak kadar hassas NY Times muhabirlerinin bu dönem böylesi haberler yapmamış olması da dikkat çekici.
Hakkını yemeyelim, New York Times gazetesi Evren'i böylesine resmetmekte yalnız değil. Sonuçta New York Times, Türkiye'ye bakışını, Türkiye'deki seküler mahallenin görüşlerini İngilizce'ye çevirip, o dönemin ABD kamuoyu (aslında dış politikası demek daha doğru) ile harmanlayarak oluşturuyor.
Kenan Evren'in Türkiye'de İslamcılığın önünü açtığı tezi Türkiye'deki sol ve seküler mahallenin resmî tarih yazımı. Türkiye'de sol entelijansiya 12 Eylül darbesini, Türkiye'de sadece ve sadece sola karşı yapılan bir müdahale olarak görürken, bu dönem yaşanan mağduriyetleri tekeline alma eğilimi gösteriyor. 12 Eylül'ün, Türkiye'de sol hareketlere son derece ağır, gayriinsani ve şiddet dolu uygulamaları ortada. Fakat bu 12 Eylül rejiminin başka siyasi gruplara baskı yapmadığı anlamına da gelmiyor.
12 Eylül'ün sol hareketleri tasfiye etmesi, Türkiye'deki İslami akımları desteklediği ve güçlendirdiği anlamına gelmiyor. Bu iddia içeriğinin zayıflığına tezat şekilde yaygın. Peki, bugün iktidarda olan AK Partinin ideolojik kökeni Milli Görüş hareketi, Türk-İslam sentezinin bir ürünü müydü? 12 Eylül rejimi bu hareketi destekledi mi? Sloganları ve klişeleri bir yana bırakarak, tartışalım:
“Atatürkçülük yerine irticai ve diğer sapık ideolojik fikirler üretilerek, sistemli bir şekilde ve haince, ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim kuruluşları, idare sistemi, yargı organları, iç güvenlik teşkilatı, işçi kuruluşları, siyasi partiler ve nihayet yurdumuzun en masum köşelerindeki yurttaşlarımız dahi saldırı ve baskı altında tutularak bölünme ve iç harbin eşiğine getirilmişlerdir.”
12 Eylül 1980, Kenan Evren'in okuduğu Milli Güvenlik Konseyinin 1 No'lu Bildirisi:
"Konya olayları gericiliğin ne boyutlara ulaştığını göstermiştir. Milletimizin bu olay karşısında gözleri açılmış, tehlikeyi bütün boyutlarıyla görmüştür."
16 Eylül 1980, Kenan Evren'in darbe sonrasında yaptığı ilk basın açıklaması:
"Konya mitingi 12 Eylül'e gelinmesinde bardağı taşıran son damla olmuştur."
Haydar Saltık, 29 Ekim 1980
“12 Eylül 1980'de, tam da bu satırları yazdığım saatlerde, Cumhuriyet gazetesinin o koca salonundaki yegâne televizyonun sesi sonuna kadar açılmıştı. Gazeteye gelebilenler televizyonun karşısına yığılmış, darbenin lideri Kenan Evren'in açıklamalarını dinliyordu.
İlhan Selçuk'u hatırlıyorum, TV'yi görebilmek için bir masanın üzerine çıkmıştı, dikkat kesilmiş izliyordu olan biteni. Kenan Evren, darbenin kimlere karşı yapıldığını anlatırken 'irtica'yı da sayınca belli bir rahatlama sezdim İlhan abinin yüzünde. 'İrtica da dedi' diyerek masanın üzerinden indi, yukarıya odasına çıkıp darbeli günlerin ilk yazısını yazmaya gitti.
Memlekette darbe olmuş. Başta gazetemizin olmak üzere hepimizin geleceği belirsiz. Ama darbenin sadece bize karşı olmaması, başkalarını da hedef alması beni hiç de rahatlatmıyordu!”
İsmet Berkan, 13 Eylül 2005, 12 Eylül'den bazı anlar.
Bahsi geçen ve 12 Eylül darbecileri tarafından darbenin en önemli gerekçelerinden gösterilen Konya mitingi, 23 Temmuz 1980 tarihinde Kudüs'ü, İsrail'in başkenti ilan etmesine tepki olmak üzere MSP tarafından 6 Eylül 1980 tarihinde Konya'da düzenlenen 'Kudüs Mitingi' idi.
Miting sırasında tertip komitesi üyelerinin (MSP Konya Senatörü Ahmet Remzi Hatip'in ve MSP Genel Başkan Yardımcısı Şener Battal'ın) aksi yöndeki ikazlarına rağmen belirlenmiş sloganlar dışında laiklik karşıtı sloganlar bazı gruplar tarafından atılır. Dönemin Konya Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler mitinge dair şöyle bir anekdot anlatır: “Erbakan mikrofonu alıp, İstiklal Marşı için bizzat ses verdi. Hep bir ağızdan söylenirken baktım, en önde bazı adamlar ayağa kalkmıyor. Kimin veya kimlerin yaptığını hâlâ bilmiyorum, oturanların hepsi Konya'nın meşhur delileriydi. Mustafa'dan İsmail'e Selahattin'e kadar ne kadar delimiz varsa hepsini salıvermişler sokağa. Üzerlerine yeşil kaftanlar, başlarında yeşil sarıklar, boyunlarında koca Mevlana tespihleri. Dışarıdan gelen gazeteciler haklı olarak bunları normal adam zannetti. Ertesi gün Hoca MSP, ben de belediye adına dilekçe verdik savcılığa ve valiliğe. İstiklal Marşı okunurken oturanlardan şikâyetçiyiz diye…"
Fakat bu ihtiyatlı tavır da Erbakan'ı ve partisini kurtaramamıştır. Askerî darbe sonrası Konya mitingiyle alakalı yargılananların tümü beraat etmiş olmasına rağmen, bu miting darbeyi meşrulaştıran bir unsur olarak kullanılmaya devam etmiştir. Kenan Evren'in miting akabinde 30 Ağustos günü Zafer Bayramı sebebiyle verdiği mesajda şu cümleler ile mitinge karşı askerin tavrını netleştirmiştir: "…Aziz arkadaşlarım. Sizler de bu olayları görüp duydukça eminim ki en az benim kadar üzüntü duymaktasınız. Ancak şuna inanız ki bu satılmış zavallılar bir avuç azınlıktır…" , "…Ve siz onların hepsini bir anda yok edecek güçtesiniz. Asıl, sessizliğimizi ve sabrınızı güçlerinin kanıtıymış gibi göstermek isteyenler, nasıl yanıldıklarını bir zaman gelecek acı şekilde göreceklerdir." Ve sonrasında darbenin ilan edildiği deklarasyondan başka açıklamalara, 12 Eylül darbesinin hedeflerinden birinin de irtica ile mücadele olduğu defalarca belirtilmiştir.
12 Eylül döneminde "İslamcı" olmanın bedelleri vardı ve bunlar ağır bedellerdi.
Örgütlenme düzeyinde sadece Erbakan’ın MSP’si değil, diğer kuruluşlar da baskı gördü. Akıncılar yaygın bir "İslamcı" örgütlenmeydi. Tüm şubeleri kapatıldı, sorumluları yargılandı ve ceza aldı. MTTB teşkilatı, Halkevleri türünden, kısmen devlet kökenli bir yapılanmaydı. Süreç içinde ılımlı denilebilecek İslamcı çizgiye kaydığından ötürü kapatıldı.
163. maddeden cezalar yaygınlaştı. O dönemde az sayıda kitap yayınlanasına rağmen toplatmalar ve cezalar çoğaldı.
Diyanet teşkilatında ağır bir baskı dönemi yaşandı. Camilerde hutbelerin merkezî sistemle belirlenmesine gidildi, camilerin namaz saatleri dışında kapalı tutulması uygulamasına geçildi. O kadar ki, bu dönemde İslami camiada “Cuma namazı kılınması caiz değildir” tezinin yaygınlaşması biraz da camilerin bu durumundan kaynaklanıyordu.
Başörtüsü yasağı bu dönemde başladı. Önce İmam Hatiplerde, ardından yüksek öğretimde tartışmaya açıldı ve Kasım 1982’den itibaren YÖK marifetiyle uygulamaya konuldu.
Yüzlerce binlerce Kur'an Kursu kapatıldı. Bilhassa geleneksel cemaatlerin, "Nurcuların", "Süleymancılar"ın ve çeşitli tarikatlerin kursları engellendi ve kapatıldı.
Hal böyleyken nasıl oldu da, 12 Eylül'e dair anaakım tarih yazımında yukarıda bahsi geçen yasaklar ve baskılar silindi. Nasıl oldu da, Yalçın Küçük'ün aforizmalarında kristalleşen bir anlayış hakim oldu? . “Eylülist Diktotarya, İslamizm'in Altın Çağı'dır. Osmanizasyon'un başıdır. Akepe, bir devlet politikasıdır.” “Türk Silahlı Kuvvetleri'nin zoruyla, ülkeye görülmemiş bir dinsellik giydirdiler. Daha önceden başlamıştı, ancak, eylülist rejim, dincilikte, ölçü tanımıyordu” gibi ifadeler bu ülkede aklı başında entelektüeller tarafından daha rafine bir şekilde üretildi?
12 Eylül’ün İslamcılığı desteklediğine dair iddialara genelde dört ana veri sunulur. 1- Din derslerinin anayasa ile zorunlu hale gelmesi. 2- İmam Hatip Liselerinin yaygınlaştığı tezi. 3- Kenan Evren'in konuşmalarında Kur'andan alıntılar yapması. 4- Resmî ideolojinin ve Kemalizm'in bir Türk-İslam sentezi doktrini ile yeniden tanımlanması ve bu doğrultuda bazı cemaatlere destek verilmesi.
Madde madde gidelim:
1- Din dersleri ilk defa 12 Eylül’de gelmedi. Zaten vardı. Evet, seçmeli idi ama katılmayanlar dilekçe vermek durumundaydı ve bu yüzden hemen herkes katılıyordu (katılmak zorunda hissediyordu). 12 Eylül öncesi (yani din dersleri zorunlu değilken) din dersinden muaf olmak için başvuran öğrenci sayısına dair elimde net bir sayı veya istatistik yok. Lakin o döneme dair bireysel anlatılar bu sayının oldukça az olduğunu belirtiyor. Yani din dersinin zorunlu kılınması ile bu derslere katılımın kat kat arttığı iddiası gerçeği yansıtmıyor.
Kenan Evren zorunlu din dersini savunurken şöyle bir gerekçelendirme getirmiştir: “Din eğitimi çocuklara aile tarafından verilmez. Aslında aile bu eğitimi vermeye çalışsa bile, yanlış, eksik veya kendi bakış açısından öğretebilir; dolayısıyla bu uygunsuzdur… Size çocuklarınızı yasa dışı Kur’an kurslarına göndermemenizi daha önce de söylemiştim. Şimdi bunu anayasa hükmü haline getirdik. Artık din, devlet tarafından devlet okullarında öğretilecek. Şimdi biz laikliği çiğniyor muyuz, yoksa ona hizmet mi ediyoruz? Tabii ki hizmet ediyoruz. Laiklik Türk insanını dini eğitimden mahrum bırakıp, onu din istismarcılarının eline teslim etmek değildir…”
Bununla beraber içerik itibariyle de bu dersler yoğun bir Atatürkçü propagandayı içeriyordu.. 90’ların başında bir Alman eğitimci heyetin incelemesinden sonra bu müfredatı Almanya’da uygulamayız, bu din bilgisi dersinden ziyade Kemalizm indoktrinasyonu dedikleri vakidir. Bu dönemde "İslamcı aydın" Abdurrahman Dilipak’ın din kültürü derslerinin içeriğine ilişkin kaleme aldığı “Bu Din Benim Dinim Değil” kitabı başlığı ile "İslamcılar"ın zorunlu din dersine bakışını sarih bir şekilde göstermektedir.
Özetle “din dersi İslamcılığı güçlendirme zemini olarak kullanıldı iddiası” epey temelsiz bir iddiadır. Bu din dersleri ile hedeflenenin, Cumhuriyetin başından beri Diyanet projesinin de aslını oluşturan düzene ve Kemalizme uyumlu bir din anlatımı olduğu açıktır. Bununla beraber tek başına din dersleri İslamcılığı desteklemeye ve hatta üretmeye yetiyorsa, tamamen Kemalist içerikten oluşan eğitim müfredatı nasıl bireyle oluşturuyordur sorusu genellikle es geçilen bir noktadır.
2- 12 Eylül darbesi döneminde İHL'lerin sayıca arttığı doğru değildir. Hatta ve hatta darbeden sonra ilk açılan İHL 1985’te, yani Özal döneminde açılmıştır.
3- Evren'in konuşmalarında, meydanlarda âyet ve hadis okuduğu doğrudur. Kenan Evren âyet ve hadis okuyordu, evet, ama başörtüsünün Kur'anda olmadığı, dinin devlete itaati emrettiği ve benzeri o dönemde İslamcıların tüylerini ürpertecek ifadeleri desteklemek için seçici olarak kullanıyordu.
Mısır'ın sosyalist despotu Nasır'ın İslam'dan referans kullanması nasıl onu İslamcı kılmıyor ve Müslüman Kardeşler hareketine olan baskısını açıklamıyorsa, Evren'in de İslamcılara baskı adına Kur'andan alıntı yapması onu İslamcı veya İslamcı dostu yapmıyordu.
4- Gelelim son maddeye: Resmî ideolojinin ve Kemalizm'in bir Türk-İslam sentezi doktrini ile yeniden tanımlanması ve bu doğrultuda bazı cemaatlere destek verilmesi. Cumhuriyetin kuruluşundan beri Kemalizm hiçbir zaman resmî düzeyde anti-İslam olarak tanımlanmamıştır. İslam gerektiğinde Kemalist iktidar için bir yardımcı söylem işlevi görmüş, meşruiyet kaynağı olarak kullanılmış, endoktrinasyonun bir parçası olmuştur. Bu anlamda 12 Eylül bir istisna değil, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren kullanılan bir prensibin devamı olmuştur.
Bu dönemde bazı cemaatlerin desteklendiği doğrudur. Mehmet Kutlular’ın ifadesi ile: “Askerler yurt dışında Milli Görüş ve Süleymancılara karşı birlikte çalışalım, dediler ama ben reddettim… Bu ‘derin devlet’ dediğimiz büyük ölçüde bütün İslami gruplarla anlaşma içine girdi. Burada menfaatler karşılıklıdır. Her iki tarafın maksadı ayrıdır. Devlet bu gruplara, ‘Atatürk’e saygılı olun biz de size yardımcı olalım’ demiştir. Bakın bazı İslami gruplara, 12 Eylül’den sonra birden palazlandılar. (Fethullah Gülen ve Mehmet Kırkıncı grubunu kastederek) Acaba kendi güçleriyle mi palazlandılar. Hayır.”
Burada soru şudur: Türk-İslam sentezini yaymak isteyenler, bunu kime karşı yapmayı hedeflediler? Amaç sekülerler ve sosyalistlerin dönüşümü müydü, yoksa bazı tehlikeli bulunan İslami akımların tasfiyesi miydi? Neden Milli Görüş ve Süleymancılar hedef alınırken, Gülen cemaati desteklendi? Neden bazı cemaatler o dönem makbul ve kullanışlı bulunurken, diğerleri devlet tarafından tehlikeli olarak görüldü?
Bu soruların cevapları üzerine dürüstçe düşünmenin vakti özellikle o dönemi yaşayan kanaat önderleri için gelmiştir.
Not: Bu yazının büyük bir kısmı 2-10-2014 tarihli “12 Eylül ve İslamcılık: Hangi Türk-İslam sentezi?” yazımdan alıntıdır. O yazıyı hazırlarken benimle o döneme dair bilgi ve gözlemlerini cömertçe paylaşan Rıdvan Kaya'ya büyük bir teşekkür borçluyum. Bu minvalde bu konuyu etraflıca tartışan ve epey faydalandığım Musa Özer'in “12 Eylül Darbecilerinin İslamcılığı Desteklediği İddiası Siyasi Tarih Çarpıtmasına Açık Bir Örnektir!” (Haksöz Dergisi, Mayıs 2011) ve Kenan Levent'in “Efsane ve Gerçeklik Arasında İslami Hareketlerin Yükselişi” (Haksöz Dergisi, Ocak 2011) makalelerini tavsiye ederim. O döneme dair bir İslamcı perspektif açısından, Adil Akkoyunlu’nun "Bir İslamcının 12 Eylül Hatıraları” (Çıra Yayınları) adlı kitabı da incelenmelidir…