[19-30 Nisan 2017] Hemen eklemek istediğim bir şey vardı Napolyon’a. Güya, hemen 23 Nisan’ı izleyen bir iki gün içinde yazacaktım. Olmadı (benim evdeki hiçbir hesabım çarşıya uymuyor zaten). Bugünlere kaldı.
Batırdı mı, kurtardı mı? Yani, olanca “büyük adam”lığı, “kahraman”lığı, “cihanşumül birey”liği, “üstinsan”lığı içinde Napolyon, batırdı mı kurtardı mı Fransız Devrimini?
Ciddî bir soru; ciddî bir tartışma konusu, çağdaş tarihçilikte.
Zira şöyle bir problem var, hemen bütün çaplı, önemli siyasî-askerî liderlere ilişkin: Kritik dönemeç nerede? İçinde yer aldıkları, belki başına geçtikleri büyük toplumsal hareketlerin, nereye kadar itici güçleri arasında yer alıyorlar? Bazı hallerde bu dinamik ve ilerletici rol, niçin, nasıl ve hangi noktadan itibaren (ya) duralıyor, (ya) ters viraj alıyor, (ya da) zıddına dönüşebiliyor?
Marksizmin bu soruya felsefe kökenli, diyalektik bir cevabı var kuşkusuz. Bir bakıma, bunun normal ve kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Klasik ifadesi “ekonomik temel” ve “üstyapı/lar” biçiminde. Belirli bir “ekonomik temel” kendisiyle uyumlu ve kendisine hizmet eden “üstyapı”lara hayat veriyor. Ama “üretici güçler” gelişmeye devam ettikçe, bir süre sonra söz konusu “üstyapı”lar eskiyor, geride kalıyor, işlevselliğini yitiriyor. Marx buradan, o “üstyapı”ların (kısacası devletin) illâ ve mutlaka devrim yoluyla değişmesi “zarureti”ne gidiyor.
Bu son adım, zoraki bir çıkarsama. Ayrıca modelin bütünü fazla ekonomist-indirgemeci. Ama biraz düşünürsek, pekâlâ daha geniş ve esnek kılabiliriz. Bir bütün olarak toplum ve hayat sürekli değişim içinde. Kurumlar ise, adı üstünde, kurulmuş yapılar. Sabit, köşeli, küp gibi prizmatik şeyler. Özel olarak örgütler ve kadrolar (âdetâ tanım gereği) sınırlı bir ufka, kapasiteye ve misyona sahip. Partiler sıfırdan, bir anda kurulmuyor. Zaman içinde oluşan bir geleneğin uzantısında yer alıyor; üstüste biriken çok karmaşık güven ilişkilerini, günümüz deyimiyle network’larını temsil ediyor. Dolayısıyla belirli bir atalete (inertia) sahipler. Öyle her yeni gelişmeye ânında karşılık vermeleri olanaksız. Her nasılsa, olayların akışı içinde bir noktada, biri veya diğerinin “zamanı gelmiş” oluyor. Bir ihtiyaca cevap veriyor; değişim ve dönüşümlerin taşıyıcılığını yapıyorlar. Ama bu başarıyı ilelebet sürdürmeleri çok zor. Bir yerde, yeni ihtiyaçların gerisinde kalabiliyorlar. Bir vakitler onları öne çıkarmış bulunan toplumsal seleksiyon şimdi aleyhlerine işlemeye başlıyor.
Aynı şey kişiler için de geçerli. Bireyler de birer tabula rasa (beyaz sayfa, boş levha) değil. Zamanla birer “tarih” içeriyor ve içselleştiriyorlar. O “tarih” de bir noktadan sonra handikap. Ölü ağırlık. Esnekliğe, hızlı adaptasyona, kendi kendini yenilemeye engel olabiliyor. Buradan, değişim ile statüko arasındaki sürtünmenin tamamen kişisel düzeydeki tezahürleri diyebileceğimiz, her anlamda öznel-öznesel hatâlar türeyebiliyor. Örneğin “patika bağımlılıkları” (path dependencies) baş gösteriyor. Kritik yol ayırımında yanlış piste sapılırsa, vazgeçip geri dönmek kolay olmayabiliyor. Girilen mecra esir alabiliyor insanı. Paradigmatik körlük ve sağırlıklar zuhur ediyor. Gerçeklerin algılanması ve sindirilmesini önlüyor. İnat ve irade. İnat ve irade. İnat ve irade. Politikada (ve savaşta) inat ve iradenin çok özel bir yeri var kuşkusuz. Bazen bir mücadele (veya muharebe) biraz daha direnmekle kazanılıyor. Ama bunun da bir limiti var. Veya, hazır reçetesi yok diyelim. Sırf sübjektif irade yoluyla objektif koşulları hiçe sayıp altetmek mümkün değil. Yanlış yerde, yanlış mecrada inat, felâkete yol açabiliyor.
Atatürk, örneğin. Ya da Atatürk, Kemalist Devrim ve Türkiye Cumhuriyeti. Bir, başından beri ve her şeyiyle yanlıştı; çok da gerekli olmayan, rahatça kaçınılabilir bir opsiyondu ve sadece zarar verdi diye bakılabilir. Bir de, her şeyin bir bedeli vardır ve sonunda herşey eskir diye bakılabilir: (faraza) tarihteki bütün diğer devrimler gibi, Kemalist Devrim de bazı kapıları açtı ama bazı kapıları da kapattı; modernite yolunda önemli adımlar attı; ama yarattığı kültür ve kurumlaşma bir noktadan sonra modernitenin demokrasiyi de kucaklayarak gelişmesine engel haline geldi (şeklinde). Özetle, “üstyapı/lar” miadını doldurdu. Ve yenilenmesi kaçınılmaz hale geldi.
Bütün bunlardan sonra bir de Napolyon’a dönersek; Türkiye’nin hali vakti yerinde orta sınıf aileleri “devrimi” kayıtsız şartsız kutsallaştırmayı sürdüre dursun, dünya tarihçiliğinde uzun süredir hayli eleştirel ve çok-yönlü yaklaşılıyor olaya. Tabular, sabit ve değişmez hükümler söz konusu değil. İki yüz küsur yıl sonra Fransız Devrimi de, Jakobenler de, Robespiyer de, Napolyon da alabildiğine tartışma konusu. Sovyetler Birliği’nin çöküşü bu eğilimi yoktan var etmedi, ama hızlandırdı. Çünkü (a) bir devrim-sonrası (post-revolutionary) düzenin daha günahlarının üzerindeki ideolojik örtüyü çekip alıverdi. (b) Devrimin getirdiğinin pek de öyle “daha ileri ve mutlu” bir düzen olmayabileceğinin altını çizdi. (c) Belki en önemlisi, devrimlerle kurulan düzenlerin hiç de sanıldığı gibi kalıcı ve geri dönülmez olmadığını ortaya koydu. Dolayısıyla “öncü”lerin ördüğü teorik gerekçelerle “halk adına” uygulanan şiddeti büsbütün sorgulanır kıldı.
Batı’da, özellikle İngiliz ve Amerikan akademik geleneğinde “problem ve belge” kitapları denen bir tür vardır, tarih öğretiminde sıkça kullanılan. Tabii yazılı kaynakların görece bol olduğu dönemlere uygulanabilir. Diyelim Ortaçağın şafağından günümüze kadar, bazı büyük olayları seçip alırsınız insanlık tarihinden. Bunları sorunsallaştırırsınız, “problematize” edersiniz; yani sırf çizgisel bir şekilde anlatacağınıza, “öyle miydi, böyle miydi” kabilinden bir temel soru formüle edersiniz her biri etrafında. Ardından, o soruyu cevaplandırmak açısından öğrencinin inceleyip üzerinde çalışabileceği bir dizi belge sunarsınız. Ya da belki baştan sadece bir başlık verir; belgelerin önüne-arkasına bir değil otuz kırk soru eklersiniz. Genç insanların zihinsel ufku “takrir” yöntemiyle değil, asıl böyle açılır. Birincil kaynakları ince ince okumak nedir, metin analizi nedir, böyle öğrenirler. Kendi kafalarıyla gözleme, düşünme ve sorgulamaya alışırlar.
Liseyi bitirip Yale’e gittiğim 1964 yılından ve daha birinci sınıftan itibaren, lisans öğrencileri için hazırlanmış bu tür derlemeler derhal çıktı karşıma. Çok sevdim. O hafta ne okumamız gerektiğinden bağımsız olarak, içlerinde kaybolup gittim çoğu zaman. Zamanla ve param oldukça biriktirmeye başladım. Şimdi kütüphanemde birkaç rafı kaplıyorlar. 1950’ler ve 60’lardan 80’ler ve 90’lara nasıl kısalıp basitleştiklerini görmek, biraz hazin tabii. Yüksek öğrenimin demokratikleşmesi, daha seçkin değil daha ortalama öğrenciyi ve mesela haftada 100-150 sayfa değil de 15-20 sayfa okuyabilecek olanı esas almayı beraberinde getiriyor.
İçlerinde belki en beğendiğim, Brian Tierney et al’in (Tierney ve diğerlerinin: Donald Kagan ve L. Pearce Williams’ın) birlikte hazırladığı iki ciltlik Great Issues in Western Civilization olmalı (Batı Uygarlığında Büyük Meseleler). 1970’ler ve 80’lerde çeşitli basımları yapılmış. XIV. Louis’den Soğuk Savaşa uzanan ikinci cildindeki bir bölüm veya problem, Napoleon: destroyer or preserver of the revolution? başlığını taşır. Yani işte tam, başlangıçta sözünü ettiğim, Napolyon devrimi batırdı mı, kurtardı mı sorunsalı.
Nedir kastedilen? Onu da açayım. Devrim hem bir kitle hareketi, aşağıdan yukarı muazzam bir dalga. Hem de bir dizi siyasi ve sosyo-ekonomik kazanım; yeni hukukî düzenlemeler ve (bir ara tepesine yeniden bir imparator otursa bile) değişik, potansiyel olarak cumhuriyetçi, orta-uzun vâdede cumhuriyetçi bir devlet yapısı. Napolyon’un kendisi, halkın içinden çıkma. O kitle hareketinin bir ürünü. 1789-1795 arasında devrim, aristokratik ayrıcalıkları yıkıp sırf yetenek sayesinde yükselmenin önünü açmasa, o da tırmanıp general olamayacak, orduları emrine alamayacak. Ne ki, bir noktadan sonra kitle hareketine yeter diyor; dinmeyen bir fırtına yerine istikkrar, kanun ve nizam arıyor. O âna kadar edindiği gücü kullanarak, birinci (liberal-demokratik) aşamadan ikinci (milliyetçi-otoriter) aşamaya geçişi yönetiyor. Zaten ihtilâlin yarattığı merkeziyetçi iktidar yapısı, tepesine oturmaya çok elverişli. Bundan da yararlanarak önce Birinci Konsül oluyor (1799-1804); sonra kendini imparator ilân ediyor (1804). Bu, bir halk ayaklanması olarak Fransız Devriminin sonu demek. Bazı yorumlarda devrimi “batırması” (destroyer olması) buna telmih. Öte yandan, bundan sonraki 1804-1815 döneminde, devrimin pek çok kazanımını da koruyor, hattâ geliştiriyor. Ancien régime’in (1789 öncesi Eski Düzen) kökünü kazımaya devam ediyor. Eski aristokrasinin geri gelmesine izin vermiyor. Fransa’da ve Fransız ordularının girdiği her ülkede, Ortaçağ kalıntılarını tasfiye ederek kapitalizmin ihtiyaç duyduğu-duyacağı “üstyapı”ları hâkim kılıyor. Bu da karşıt bazı yorumlarda devrimi “koruması ve sürdürmesi”(preserver olması) anlamına geliyor.
Bu tartışma kolay kolay bitmez. Kesin olan bir şey var ki, “tarihin yargıları” dediğimiz şey/ler çok değişken. Büyük olaylar hakkında da, o süreçlerin öne çıkardığı büyük adamlar hakkında da, bir türlü “kesin hüküm şudur” diyemiyoruz. Solon Lidya’yı ziyaret ettiğinde, servetine mağrur Kral Kroezüs ona en mutlu insan kimdir diye sormuş ve dillere destan zenginliğinden ötürü sensin demesini beklemiş. Solon ise kişinin hayatının sonu bilininceye kadar bu soruya cevap verilemiyeceğini söylemiş. Kroezüs önce çok kızmış tabii; ama birkaç yıl sonra Anadolu’yu istilâ eden Pers (Ahemenid) hükümdarı Kurus’a yenilip esir düştüğünde, rivayete göre öldürülmek üzereyken Solon’un sözleri aklına gelivermiş (ve yüksek sesle tekrarladığında, Kurus’un ilgisini çekip hayatını kurtarmasını sağlamış). Bütün bunları ezberden yazıyorum, çünkü “kendi kendini ayağından vurmak” ya da “kaldırdığın taşı kendi ayağına düşürmek”ten başka bir anlamı olmayan, son derece saçma bir Wikipedia yasağı, yeryüzünde yüz milyonlarca insanın yararlandığı, benim de öğrencilerime üzerinden okuma ödevleri verdiğim çok basit ve faydalı bir kontrol kaynağına ulaşmamı engellemekte.
Her neyse. Solon’la aynı şeyi Nâzım Hikmet çok daha güzel söylemiş. Bir yanda, bireylerin kaderindeki altüst oluşları ve diğer yanda, evrenin ve değişimin sonsuzluğunu anlatan dizeleriyle bitirelim:
Bir akar su getirsin Gazalî’yi sana :
“Toprak bir kâsedir
çömlekçinin rafında tâcidar,
ve zafer yazıları
yıkılmış duvarlarında Keyhüsrevin…”
Birikip sıçramalar.
Soğuk
sıcak
serin.
Ve büyük lâciverdi bahçede
başsız ve sonsuz
ve durup dinlenmeden
devranı rakkaselerin…