Padova’dan bir ay sonra, gene bir Ermeni soykırımı sempozyumu için üç günlüğüne Venedik’teyim. İyi de geçti. Lâkin sabah erkenden ve gece geç vakit, başka şeyler de düşünüyorum. Son DHKP-C saldırıları; daha doğrusu, bu saldırılar karşısında, gerek Kemalist-sol kesimden, gerekse bu tür solculukla uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmamış ve olmayacak olan ‘Beyaz Türkler’den gelen övücü-apolojetik reaksiyonlar bırakmıyor yakamı.
İki defa televizyona çıktım, buraya gelmeden. İlkinde, 3 Nisan Cuma günü Cine-5’teki “Sözümü Kesebilirsin”de, Yıldıray Oğur ve Kurtuluş Tayiz’le; ikincisinde, Uzay TV’de yeni başlayan “Yeni Siyaset” programlarında, ev sahipleri Cengiz Alğan ve Ufuk Coşkun’un yanı sıra, benim gibi misafir gelen Oral Çalışlar’la, epey konuştuk solun şiddeti ve bu şiddet karşısında duyulan hayranlık gibi konuları. İkişer saatten toplam dört saat boyunca.
Buna rağmen sanki çözülmemiş bir sır, ardına tam nüfuz edemediğim bir örtü, bir perde kaldı.
Sanırım, katman katman tarihsel, ideolojik, politik vb makro-determinasyonlardan, birey kertesine geçiş noktasında.
Çünkü sonuçta her şey bir takım hayaletlerin değil, müşahhas insanların, tek tek bireylerin karar, tercih, aidiyet ve eylemlerine gelip dayanıyor.
Bundan sekiz yıl önce, Hrant’ın cenazesinde Rakel Dink müthiş bir cümle sarf etmiş; herkesi “bir bebekten bir katil yaratan karanlığı” sorgulamaya çağırmıştı.
Kastettiği, milliyetçi fanatizmin karanlığıydı. 20. yüzyıl başlarında Jön Türklerin iktidara gelmesinden bu yana, Atatürkçülükten başlayıp derin devletten geçerek aşırı sağa kadar geniş bir yelpazeye yayılan Türk milliyetçiliğinin – Talât ve Bahaddin Şakir’lerin, Nazilerin Mengele’sini haber veren Doktor Nazım gibi hekimlerin, Kayıkçılar Kâhyası Yahya’ların ve Topal Osman’ların, (Kel ve Kılıç) Ali’leriyle 1925-27 İstiklâl Mahkemelerinin, Parmaksız Hamdi’lerin, 6-7 Eylül 1955 pogromunun planlayıcı ve uygulayıcılarının, Kıbrıs’a yerleştirilip TMT’yi yöneten “bayraktar” ve “sancaktar”ların, 1960’ların Kanlı Pazar’cılarının ve 1970’lerin ülkücülerinin, Sabahattin Ali ve Abdi İpekçi’leri katillerinin, Ankara Bahçelievler’deki öğrenci evinde yedi TİP sempatizanı genci telle boğarak öldürenlerin, Mehmet Ali Ağca ve Halûk Kırcı’ların, onların mirasını devralan Ogün Samast ve Yasin Hayal’lerin, sonradan yaygınlaşan ifadesiyle “beyaz bereliler”in, 12 Mart v e 12 Eylül Kontrgerillacı ve işkencecilerinin, 2000’lerin başlarında bir belirip bir kaybolan esrarengiz Kuvayı Milliyeciler’in, adı sanı bilinmeyen emekli albayların, polis teşkilâtı veya “civarı”nda barınan kontrolörlerin, azmettirici ve himayecilerin fışkırdığı karanlıktan söz ediyordu. Ya da ben böyle okuyorum.
Tamamen haklı ve doğru. Bunlar İttihatçı ön-faşistlerinden beri var ve Türkiye’nin canına okudular, okuyorlar.
İyi de, bunun karşısında, gene bebeklerden kendi katillerini yaratan başka bir karanlık yok mu acaba?
Bu soruyu Rakel’e sormuyorum kuşkusuz. Kendim dahil bütün sola ve sol geleneğe soruyorum.
Dzerzhinsky’nin Çeka’cıları? O yoldan yetişen OGPU, NKVD ve KGB’ciler? Ygoda ve Yezhov Vişinsky’nin savcılık aygıtı ve Lubyanka hücrelerinin iblisleri? 1930’ların Moskova, 1940’ların sonu ve 50’leri başı Doğu Avrupa (Rajk ve Slansky) dâvâlarının sahte “itiraf”larını söküp alan işkenceciler? Komintern’in emriyle tâ Meksika’ya kadar gidip Troçki’nin yakın çevresine sızan ve onu öldüren Ramon Mercader’ler? Gulag ceza kolonisini yönetenler? Sovyetler Birliği ve Çin’deki, on milyonlarca insanın öldüğü büyük kıtlık ve açlıkları yaratanlar? 1956’da Macar, 1968’de Çekoslovak halkını ezen, son demlerinde Afganistan’ı da işgal edenler? Enver Hoca gibi, şüphe etmeye başladığı bütün yoldaşlarını, bazen Politbüro toplantılarında bizzat öldüren veya öldürtenler? En en en korkuncu, Kamboçya’da Kızıl Kmerlerin ölüm tarlaları?
Ve tek tek kendi ülkelerimizde dar anlamda iktidarda olmadığımız halde, bütün mazlum ve mağdurluğumuz içinde, aynı zamanda “uluslararası komünist hareket”e orasından burasından intisap etmişliğimiz ya da onu kutsayışımız, onunla dayanışmamız ölçüsünde bu Sovyet, Çin, Arnavutluk, sair Doğu Avrupa ve Küba komünist partileriyle birlikte bir anlamda “iktidarda” olduğumuz için, onları savunmak ve bütün bu korkunç gerçekleri “emperyalizmin iftiraları” diye karalamaya kalkışmak yalancılığına, dolayısıyla ahlakî çöküşüne sürüklenen bizler?
Filistin Kurtuluş Hareketi'nin olanca çaresizliği ve umutsuzluğu içinde parçalanarak dejenere olması sürecinin doğurduğu uçak ve gemi kaçırmalar, masum insanları rehin alıp öldürmeler, onlardan esinlenen Almanya ve İtalya Kızıl Tugayları, Baader-Meinhoff’lar, Japon Kızıl Ordu Fraksiyonu, Ben Gurion Havaalanı ve 1972 Münih Olimpiyatları’ndaki kanlı baskınlar, 1976 Entebbe – ve biz, 68 kuşağı, Leyla Halid’lere, Regis Debray’e, foco’culuğa, Tupamaro’lara hayran kesilenler? 1 Mayıs 1977’nin asıl sorumluları – ve sonra bu sorumluluğu gizlemek için bir CIA komplosu palavrası uydurup adım adım herkese, kendi direkt anılarını örtbas ettirmek pahasına, görmediğini görmüş olduğuna inandıracak şekilde belletenler?
DHKP-C gökten zembille mi indi? Bizim masum bebekliklerinden alıp devrimci katillere dönüştürdüklerimiz? Bizim yalancılığımız, ahlâksızlığımız? Bizim karanlığımız nerede?