Milletlerin birer hayali cemaat olarak kavramsallaştırılması, halklarda bir ‘yok olma’ korkusu yarattı. Ezeli bir varlık olarak tahayyül ettiğiniz milletinizin, gözünüzün önünde tarihten silinme ihtimali büyük bir sorumluluk yükü oluşturdu. Bu ruh hali ulus devletlerin toplumlar üzerinde ideolojik ve psikolojik hakimiyet kurmasıyla sonuçlandı. Çünkü bekayı sağlamak devletin gücüne muhtaçtı… Böylece birçok halk, ‘millet’ vasfını sürdürme gayesiyle yönetimin dizginlerini ve bu arada özgürlüğünü devlete teslim etti.
Açıktır ki, kendilerini devletin kurucusu ve sahibi olarak hisseden, devleti toplumsal dengeler üzerinde ve mücadele süreci sonunda inşa etmiş olan halklar, milliyetçiliği de devlete bırakmadılar. Bu ülkelere daha serinkanlı ve çoğulcu bir ideolojik atmosfer yerleşti. Öte yandan kendilerini devletin sahibi hissedemeyen, bunu kendi mücadelesi ile elde etmemiş halklar söz konusu ilişkide daha zayıf kaldılar ve o ülkelerde devlet daha da tahakkümcü olabildi. Böylece bu ülkelerde ‘millet’ için neyin iyi veya kötü, doğru ya da yanlış olduğunu devlet söylemeye başladı ve halkın buna itiraz edecek bir formasyona gelmemesi için de dikkat edildi. Eğitimin, medyanın ve genelde kamusal alanın ‘millileştirilmesinin’ mantığı buydu…
***
Bu tespitlerden hareketle ‘beka meselesinin’ ulus devletlerin milliyetçi hassasiyeti manipüle ederek köpürttükleri yapay bir sorun olduğunu söyleyebilir miyiz? Herhalde söyleyemeyiz çünkü aynı ulus devlet dünyası nüfuz hakimiyeti mücadelesini de içeriyor ve özellikle küçük ülkelerin açık veya zımni ‘yutulması’ ya da parçalanması ile sonuçlanabiliyor. Diğer deyişle ortada gerçek bir tehlike her zaman mevcut… Öte yandan devletlerin bu tehlikeyi abarttığı, hatta olmadığı noktada bile varmış gibi gösterdiği ve söz konusu gücünü içeride bizzat kendi halkına karşı kullandığı da bir gerçek.
Dolayısıyla soru, devletlerin manipülasyonuna kapılmayı reddederken, beka meselesinde istikrarlı bir çözümün nerede aranıp, nasıl üretilebileceğidir. Nitekim devletlerin propagandası altında yoğrulan halkların beka sorununun hiç bitmediğini görmek için yakın tarihe bakmak yeterli. Bu ülkelerde toplum kişiliksizleşirken, vatandaşlar devletçe tanımlanan ulusal kimliğin altında eziliyor. Türkiye de dahil, bu ülkelerin ortak yanı vatandaş ile devlet arasında ‘hakemlik’ işlevine sahip kurumların devletin asli parçası haline gelmesi ve genelde kurumların yozlaşmasıdır. Türkiye’de buna ilaveten mevcut olan cemaatçi kutuplaşma, bu yozlaşma haline tahammül edilmesine ve cemaatçi kazançlar uğruna ülkenin zarar görmesine göz yumulmasına neden oluyor ve sorunu daha da büyütüyor.
Kısacası bugün Türkiye’nin gerçekten de bir beka sorunu var… Ama bunun nedeni PKK, IŞİD, FETÖ, ABD, Rusya vs değil… Kendisi. Demokratik ilkeler üzerinden, kültürel ve kimliksel çoğulculuğu sindirerek, toplumun tercihlerine ve geleceğine ipotek koymadan bir yeniden inşa sürecine girilmedikçe de söz konusu beka sorunu katmerleşerek devam edecek. ‘Düşman’ aktörler bugün de aynen geçmişteki gibi, Türkiye’nin bu zayıflığından yararlanarak tehdit oluşturabiliyor. Türkiye kendisini keyfilik, hamaset ve irrasyonalite üzerinden ‘üçüncü dünyalılaştırdığı’ oranda, o aktörler de az maliyetle bize beka sorunu yaşatabiliyorlar.
***
Türkiye güçlü potansiyelleri olan ama zayıf bir ülke… Öte yandan bu zayıflıkla yüzleşebildiği takdirde, onu alt edebilecek esneklik ve birikime de sahip. Ne var ki siyaset alanının toplumsal dinamikleri iğdiş etme gücü devam ederken, bugün o siyaset alanının bizatihi yozlaşması ve kurumsal yapının iflası tehlikesi ile karşı karşıyayız. Bu durum ‘siyaseti’ halkın ideolojik ve psikolojik manipülasyonu olarak yeniden tanımlarken, ‘beka meselesi’ de bir tehdit unsuru olarak toplumu ‘millilik’ etrafında tek tipleştirmek üzere kullanılıyor.
Ama bu daha da kişiliksizleşmiş, özgüvenini yitirmiş, böbürlenme dışında fikriyatı kalmamış, edilgen ve kırılgan bir ülke demek… Gerçekten de beka sorunu olan bir ülke…