[7-8-9 Nisan 2019] Hiç, şu anda “öteki” veya “karşı taraf” ne düşünüyor, ne yapıyor diye düşündüğünüz oldu mu? Faraza çok büyük bir mücadele içindeyken, ya da kendinizi öyle sanır ve durduğunuz tarafın yüzde yüz doğru olduğuna inanırken?
Benim ömrümün neredeyse kırk yılı böyle bir inançla geçti. 1950’lerin başlarındaki ilk bilinçli anılarımdan 1980’lerin sonlarına kadar. Solun, sosyalizmin, işçi sınıfının, en hakiki Marksizmin (= Maoculuğun) safında yer aldım — ve zerrece merak etmedim, sağcıların, burjuvaların, gericilerin, Müslümanların, diğer fraksiyonların vb hem genel olarak, hem de özellikle bu mevzileniş çerçevesinde neler yaşadığını. Bana veya bize nasıl bakıyor olabileceklerini bile aklımdan geçirmedim.
Bu farkındasızlıkta ilk büyük çatlak, galiba 1980’lerin ikinci yarısından itibaren sosyalizm ve komünizmin gerçek tarihine daha yakından eğilmemle oluştu. Stalinizmin kurbanlarıyla açılan yara, giderek her türlü “haklı şiddet” anlatısını içine alacak şekilde genişledi, derinleşti — ve bir daha kapanmadı.
Gene de henüz fazla soyut ve uzak bir duyarlılıktı bu. Çok daha kişisel olanı, darbenin ilericisi gericisi olur mu tartışmalarıyla zuhur etti. 27 Mayıs’ta benim Amerikan işbirlikçisi, dolayısıyla müstahak diye baktığım Demokrat Partililerin, benim ilerici (ama yetersiz ilerici) diye alkışladığım askerlerin elinden neler çekmiş olabileceğini hiç sorgulamamıştım. Öğrendim. Zihnimde ister Sovyet, ister Çin, ister İsrail, ister Baas, ister Kemalist veya anti-Kemalist, bütün rejim zindanları ve gardiyanları başka bir bütünlük kazandı.
Üçüncü büyük şok 28 Şubat oldu. Hatırlıyorum; o dönemde sol-seküler kesim İslâmın karşı durulmaz yükselişi karşısında dehşet içindeydi. Neyse ki biz ailecek Amerika’da, Harvard’daydık iki misafir öğretim üyesi sıfatıyla; dolayısıyla uzaktan izledik de çok bulaşmayabildik. Şu kadarını görüyordum tabii: MGK’nın bildirisi ve Erbakan’ın istifasıyla gevşiyor, rahat ve derin bir nefes alıyordu “okumuş orta sınıf” laikleri, nam-ı diğer Beyaz Türkler. Her dönemim adamı olabilen Ertuğrul Özkök benzerleri tebessüm ediyor ve ellerini oğuşturuyordu. Peki ya genç Müslümanlara, özellikle genç Müslüman kadınlara ne oluyordu bu arada? Üniversiteleri veya işyerlerine girişte karşılaştıkları faşizan hoyratlık. Hakaretler, itiş kakışlar. Kemal Alemdaroğlu ve Nur Serter. İkna odaları. İllâ başını açtırma zorlamaları. İnançları ile okuma özlemleri arasında sıkışıp kalmak. Oracıkta kırılıveren hayatlar… Önüme gelen bütün “başörtüsüne özgürlük” bildirilerini imzalamıştım gerçi. Ama bu vahşetin bütün somut ayrıntılarını o zamanlar bilmiyordum. Şimdi biliyorum. Ve Türkiye için, laik kesimin hiç tahmin etmediği yerlere uzanan sonuçlarını da.
* * *
28 Şubat 1997, Nihal Bengisu Karaca’nın 3-4 Şubat’taki Bu feryad bülbül sesi mi? yazısında da çok önemli, en önemli dönüm noktası. Sayfalar boyu anlatmaya çalıştığı, 1990’lara özgü İslâmî entellektüalizm ve çok-seslilik ortamı, “light” veya “postmodern” diye hafifsenen (aslında hafifletilmeye çalışılan) 28 Şubat darbesiyle son buluyor. Bengisu Karaca, “çalışan bir saç kuruma makinesinin su dolu küvetimize atılması” diye tarif ediyor 28 Şubat’ı. Önceki iyimserlik ve olumluluktan eser kalmıyor. Yazar gerçekçiliği elden bırakmıyor; son derece dikkatli ifadeler kullanıyor bu noktada: “Çarpılıyor ve çarpıtan, eğip büken bir aydınlanma yaşıyoruz. Dünya kaç bucak görüyoruz… Yaralı hayvanlara dönüşüyoruz.”
Son cümlede, en kritik üç kelimenin altını ben çizdim. Bengisu Karaca zerrece olumlamıyor, bu yüzden peydahladıkları yeni mentaliteyi, içine girdikleri yeni süreci. Savunmuyor, haklı bulmuyor, mazur göstermiyor. Destansı bir mücadeleye dönüştürmüyor. Bize bunu yaptılar, biz de şöyle bozulduk ve savrulduk diyor. Bir çöküşü ve yozlaşmayı dile getiriyor. Yazısının bu bölümünü neredeyse eksiksiz, sadece paragrafları birleştirerek aktarmak istiyorum:
“Bütün öncelikler yeniden belirleniyor. (…) Siyaset de, para da, iktidar da anlamlı makamlara terfi ediyorlar yavaş yavaş. Özgür olmak için iktidara sahip olmalısın, iktidar için reel siyaset yapmak ve medyayı etkin kullanmak zorundasın ve bunlar para olmadan olmaz, noktasına geliniyor. Her yeni denemede siyasetin finansmanı meselesindeki zaruret eşikleri biraz daha hızlı geçiliyor. Bunlar bir kere meşrulaşınca, daha önce burun bükülen şeyler ‘gerekli kalemler’ haline gelince, doz belirleyecek, dur diyecek adamlar da kamuoyunun akilleri olarak kalmak yerine ‘taşın altına elini koyma’ zorunluluğu üzerinden danışman, bakan, bürokrat hayatına geçince, olan oluyor. Neyin olduğunu uzun uzun anlatmayayım, gayet iyi biliyorsunuz.”
Ben kendi sözcüklerimle ekleyeyim, eşyanı adını koyayım: Bekacılık giriyor devreye. Fakat nasıl olur; herkes karşı çıkmamayı, boyun eğmeyi, biat etmeyi nasıl adım adım kabullenir, rasyonalize eder? “Doz belirleyecek, dur diyecek” hiçbir âkil kalmaz? Bütün bir parti nasıl kendi kurucu ruhunu inkâr ederek bu kadar başkalaşır? Bunu Nihal Bengisu Karaca kadar içerden bir hakikîlikle anlatana rastlamadım şimdiye kadar. Analizini medyaya, trolleşmeye ve kuşak değişimine kadar götürüyor:
“Mevcut sarsıntılar yetmemiş gibi, ‘Çoğunluk iktidarı olmanın dezavantajı çok kalabalık olmamız. Bir fitne çıkaralım da zayıflar elensin, alan bize kalsın’ maksadıyla her gün yeni bir kavga, yeni bir dâvâ ve daldan armut silkeler gibi insan silkeleme yıkıcılığına tevessül edenler muteber hale geldi. ‘Öteki’ ile olumlu, yapıcı ilişkiler kurma idealinin yerini sahte ve satın alınmış uzlaşmalar aldığında, işe koşulmuş pahalı devşirmelerin olana bitene çanak ve tempo tutması da evlere şenlik bir gerizekalılık görüngüsü oldu.”
Kendi yerlerini yapabilmek için “her gün yeni bir kavga, yeni dâvâ” peşinde koşan “pahalı devşirmeler”in yükselişi, bir bakıma bütün “dar çizgi”ciliklerin ortak kaderi. Geçelim. Asıl meselesi kültür alanı olan Nihal Bengisu Karaca, sonunda gene oraya dönüyor: “Bütün bu işten bize özgü bir kültür, medeniyet tasavvurumuza uygun bir sanat” çıkmayacaktı tabii. Bekacılığın kısa vâdeli kazanımlar peşinde Türkiye’nin geleceğine koyduğu ipotek işte bu: yeni bir İslâmî intelligentsia, ya da belki karışık, hibrid, Müslüman-liberal-sol bir intelligentsia umudunu yoketmesi. Nihal Bengisu Karaca’nın, Erdoğan’ın yerel seçim kampanyasını hâlâ 1995’lerin duyarlılıklarına seslenerek açmasına verdiği kapsamlı “o iklim kalmadı, çok kısa sürdü” cevabı, “Bülbül değişik, gül plastik. Bahçe tarumar, ne bülbül ötmekte ne de açmakta çiçek” sözleriyle son buluyor.
* * *
Bir yönüyle, günümüzün yeni AKP’sine ve medyasına vuran çok güçlü bir eleştiri bu. Benim medya hakkındaki bütün yazılarımda, en son da Yanıtlasam, nasıl yanıtlardım’da söylemeye çalıştığım herşeyi kat be kat aşıyor; 1995-2019 arasının, haydi son 25 yılın diyelim, “gizli tarihi”ne başka türlü bir sahicilik kazandırıyor.
Fakat bunun ötesinde, başka bir yanı da var bu işin. Sol-seküler kesime üç sorum olacak, Bengisu Karaca’nın yazdıklarından hareketle.
(1) Dindar-muhafazakâr kesimdeki bu yazışma ve tartışmaların farkındalar mı? İzliyorlar mı? İlgileniyorlar mı? Yoksa hâlâ dışarıdan, ötekileştirerek, gayri-insanîleştirerek, hiçbir nüansı görmeyerek, “hepsi bir, hepsi mürteci, hepsi çağdaş yaşamın dışında” diye mi bakıyorlar?
(2) 1990’lar boyunca sürdürdükleri (a) “duvarcılığın,” yani askerî vesayet destekli, giderek küçülen ve daralan koalisyonların ardına saklanarak İslâmî kesimin yükselişine karşı sözümona duvar örme çabasının; ve keza, 2002’den itibaren sürdürdükleri (b) “devirmeciliğin,” yani AK Parti’yi ne pahasına olursa olsun, hangi (demokratik siyaset dışı) yöntemlerle olursa olsun bir an evvel devirme çabasının… nelere malolduğunu biraz olsun anlamaya, algılamaya başladılar mı?
(3) Özel olarak, 27 Mayıs idamlarının üzerine, bir de o kadar sevindikleri 28 Şubat’ın “öbür taraf”ta nelere yol açtığını biraz olsun hissedebilirler mi? Ya da ne yapabilirler, bu yaraları biraz olsun sarmak için? AK Parti, iyi günlerinde Ermeni sorununda dahi bazı önemli adımlar attı, acıları paylaşan açıklamalarda bulundu. Arkası gelmedi, ama yaptı bunu. Yeniden ortak bir kültür ve ortak bir gelecek mecrasına girilecekse, ister sol-sekülerler, ister CHP diyelim, ya da kestirmeden “bizim mahalle,” kendi geçmişiyle nasıl yüzleşecek; ne gibi adımlar atacak?