Gazeteciliğin bir kuşku ve merak mesleği olarak tarifinin günümüzde retorikten başka bir değeri yok. Ya da şöyle diyelim: Gazetecilik günümüzde de bir kuşku ve merak mesleğidir ama bazı rezervlerle: Kuşku duymak ama bizim tarafın canını sıkmayacak tarzda kuşku duymak… Merak etmek ama sadece karşı tarafın kirini pasını merak etmek… Hakikatin peşinde koşmak ama sadece bizim işimize yarayacak bölümünün peşinde koşmak…
Yanılıp da ‘eski tipte’ gazetecilik yapmaya kalkan; kendi mahallesindeki kuşkulu durumları da mercek altına almak isteyen; bakın, bizim içimizde de tuhaf şeyler oluyor, merak etmiyor musunuz diye soran, yanar!
Mahalle dışının öfkesi, mahallenin öfkesinin yanında leblebi çekirdek gibi kalır. O nedenle kendi mahallesinin öfkesine maruz kalmayı göze alarak kuşku duymaya, merak etmeye devam eden birinin cesaretini de, arkasına kendi mahallesinin alkışını alarak başka mahallelerin kirinin pasının peşine düşen birinin cesaretinden kategorik olarak ayırmak gerekir; birincisi çok daha kıymetlidir.
Bundan önceki üç yazı boyunca size eski Zaman gazetesi muhabiri Ahmet Dönmez’in -araları saymazsak- beş ay boyunca devam eden dizi yazısını özetlemeye çalıştım: “Cemaat içeriden adım adım 15 Temmuz’a nasıl sürüklendi?”
Yazdıklarının tamamını ‘doğru’ saydığım için yapmadım bunu; zaten kendisi de dizisi boyunca kesin ifadelerden kaçındı, olguları ortaya koydu -ve onlara bağlı olasılıkları…
Yazdıklarının bir bölümü zaman içinde yanlışlanabilir de, fakat hiç önemi yok bunun. Önemli olan, bir gazeteci olarak son derece titiz bir çalışma sonunda ulaştığı bilgileri mahallenin gazabını üzerine çekme pahasına yazma cesaretini göstermesi… Bunu, en az ortaya koyduğu ürün kadar değerli buluyorum. Zaten dört bölümlü bu dizinin son yazısını onun gazeteciliğine ve cesaretine bir saygı duruşu olarak planlamamın nedeni de bu.
Zorluğu katmerli hale getiren bir duygu: Minnet
Ahmet Dönmez’in cesaretini takdir etmemin bir nedeni daha var, o da bu cesareti mahallesine karşı büyük bir minnet duygusu beslemeye devam ederken sergileyebilmesi… Hakikat aşkının bu duyguya da baskın gelebilmesi…
Zaten o da dizisinin birinci bölümünü bu minnet duygusuna ve onunla ‘hesaplaşmaya’ ayırıyor ve işin bu yanında da ne ağır bir yük taşıdığını anlatıyor bize. Anlıyoruz ki, nispeten ‘köksüz’ mahallelere kafa tutmaktan çok daha zordur böylelerinin pozisyonu.
Sizi, Ahmet Dönmez’in dizisinin ilk yazısı olan “30 yıl önceden bir elektrikli battaniye hikâyesi”yle baş başa bırakıyorum. Epeyce uzun bir alıntı olacak ama ne demek istediğimi anlayacaksınız. Sonrasında benim birkaç cümlem daha olacak.
Malum, İsveç soğuk.
Geçen gecelerden birinde buz gibi yatağa girerken birden aklıma 30 yıl önceden bir sahne geldi.
Orta 1 öğrencisiyim.
Yıl ’89 olmalı.
30 yıldan da fazla olmuş.
Cemaat’in Hatay’daki ilk müessesesi olan bir öğrenci yurdunda kalıyorum. İskenderun’da.
Acayip sıska, çelimsiz, çok üşüyen bir çocuğum.
Bir gün okuldan gelip koğuşuma girdiğimde babamla yurdun bir idarecisini yatağıma elektrikli battaniye yerleştirirken buldum.
Çok sevinmiştim.
O sayede rahat ettim.
Yurttaki arkadaşlarım arasında da epey geyiği olmuştu bu elektrikli battaniyenin. Tabi havası da başkaydı.
Demek aradan kaç yıl geçerse geçsin ve nerede bir soğuk yatağa giriyor olursan ol, aklına hemen o sahne geliyor.
Ardından da bir iç burkuntusu…
Eşime, “Teşekkürümü böyle mi edecektim?” dedim.
“Klasik Ahmet geldi! Sen şimdi günlerce vicdan yapar, kıvranır durursun,” dedi.
Haklıydı.
Daha fazlası da oldu.
Günlerce değil, haftalarca sürdü.
Bu neyin kıvranmasıydı peki?
Neyin teşekkürü?
Şöyle ki: Uzunca bir süredir üzerinde çalıştığım önemli bir konuyu artık yeni bir yazı dizisine dönüştürme aşamasına gelmiştim.
Tam 4 yıllık bir arayışın, araştırmanın, sorgulamanın ürünüydü.
“Cemaat içeriden adım adım nasıl 15 Temmuz’a sürüklendi?” başlıklı bu yazı dizisi, artık cümlelere dökülmeye hazırdı.
Fakat bu dizi, şimdiye kadar Cemaat’e yönelttiğim eleştirel yazıların çok üzerinde, çok daha keskin, çok daha acıtıcı ve çok daha sarsıcı olacaktı.
Bilinmeyen birçok olay ortalığa saçılacak, kimilerinin kutsalları yerle bir olacak ve ciddi bir kırılmaya yol açacaktı.
Hareket’in lideri Fethullah Gülen de dahil olmak üzere herkes ve her şey sorgulanacaktı.
“Teşekkürüm böyle mi olacaktı?”
Okuyamayacaktım belki.
Ya da çok çetin şartlarda okula gidebilecektim.
Ortaokulu olmayan bir köyde yaşıyorduk.
Ve o zaman şehre dolmuş da yoktu.
İskenderun’da parasız yatılı okul da açılmamıştı.
İlkokulu bitirmiştim.
Babam kara kara düşünüyordu.
Bir gün Antakya’da kendi anne babasını ziyarete gittiğinde, köy dolmuşunda tanımadığı iki gencin kendi aralarındaki sohbetine kulak misafiri olur.
Gençler, öğrenci bulamadıkları için hayıflanmaktadır.
Tabi babamın hemen ilgisini çeker.
“Siz ne öğrencisi arıyorsunuz?” diye sorar. Gençler, “Abi biz Fethullah Hoca’nın talebeleriyiz. İskenderun’a bir yurt açtık ama öğrencimiz yok. Köy köy geziyoruz, öğrenci arıyoruz,” derler.
Böyle başladı hikayem.
“Teşekkürüm böyle mi olacaktı?”
O gün ranzamın kenarında babamla beraber elektrikli battaniyemi seren ‘ağabey’, ondan sonra yaşayacağım 32 yıl da dahil olmak üzere hayatımda gördüğüm en şefkatli adamdı. Belki de tanıdığım bütün kadınlardan bile daha şefkatli…
Anadolu’nun bir ilinden kalkıp bizim şehrimize gelmişti.
Diğer yurt belletmenleri de öyle…
Hepsini birer kanatsız melek olarak hatırlıyorum.
Şimdi şu vahşi hukuksuzluk ortamında kendilerini endişeye sevk etmemek için detaya girmeyeceğim ama vicdanım üzerine yemin ederim ki hepsi pırıl pırıl, birer abide insandı.
Tıpkı daha sonra Cemaat içerisinde tanıyacağım insanların ezici bir çoğunluğu gibi…
Yaptıkları fedakarlıkları unutamam.
Onların hepsini orada toplayan bir gaye vardı.
O fedakârlıkları yapmalarını sağlayan bir mefkure vardı.
O yurdun açılmasını teşvik eden, benim gibi yüzbinlerce çocuğun okumasına ön ayak olan bir adam vardı: Fethullah Hoca.
“Teşekkürüm böyle mi olacaktı?”
O adam, 50 yıl önce bir tespit yapmıştı.
Anadolu’nun çocuklarını okutmak gerekiyordu.
Ne olacaksa eğitimle olacaktı.
Bu çocukların bir yerlere gelmesi ve memleketin kaderinde söz sahibi olması lazımdı.
Öyle de oldu.
Büyük bir meydan okumaydı.
Ne ki, sonu felaketle bitti.
Şimdi “o adam” rejimin gözünde bir ‘silahlı terör örgütü lideri’.
Toplum onu ‘şeytan’ olarak görüyor.
Bir ‘elebaşı’.
Tabiri caizse herkes üzerinde tepiniyor.
“Teşekkürüm böyle mi olacaktı?”
Sabah kalktığımda da aynı soru vardı zihnimde.
Çocuklara kahvaltılarını hazırlarken dalgındım.
“Ben dedim, klasik Ahmet gelmiş işte!” diyerek düşüncelerimden uyandırdı beni eşim.
Şikayetçi değildi hayır, şefkatle söyledi bunu.
Ama haklıydı. Günlerce sürecekti bu muhasebem.
Mesleği tamamen bırakmak ve bundan sonra tek bir yazı bile yazmamak da dahil olmak üzere bir çok şeyi düşündüm.
Hem de 4 yıl uğraştıktan sonra tam yazım aşamasına gelmişken…
Bir elektrikli battaniye çarpmıştı beni.
Bir soğuk sarsmıştı.
Öyle ya, bunları yazmayacaksam, bir daha başka şeyleri de yazmamalıydım.
Bugün sürgünde bu zor şartlarda yaşıyorsak, yüzlerce arkadaşımız cezaevinde yok yere hapis yatıyorsa, AKP iktidarının yanlışlarına yanlış dediğimiz içindi.
Ama yanlış nerede olursa olsun insan yanlış diyebilmeliydi.
Aksi takdirde AKP’nin günahlarını yazmayı da bırakmalıydım.
15 Temmuz’u bu kadar sorguluyorsam, bütün tarafları ile sorgulamalıydım.
Değilse o konuda da artık kalem oynatmamalıydım.
“Beyaz Zambaklar Ülkesinde”de dendiği gibi, “Hiç bir şey tek yanlı, tek gözlü olmamalı”ydı.
“Bir insanın kendisine karşı en büyük ödevi gerçeği keşfetmek” değil miydi?
Benimkisi bir mahalle kavgası mıydı ki, tek vazifem kendi mahalleme düşen taşları alel acele toplayıp karşı tarafa fırlatmak olsundu.
Eğer bazı suçları, yanlışları, günahları, pislikleri görmezden gelecektiysek o zaman ne diye AKP ile kavga edip bu kadar acıya katlanmıştık ki…
Öyleyse ya tümden bırakmalıydım mesleği, ya da hakkını vermeliydim.
Böyle hissediyordum.
Böyle inanıyordum.
Hatta bu düşüncemi bazı dostlara da açtım, onlar şahittir.
Kendi içimde aldım-verdim, aldım-verdim…
Her yönü ile her boyutu ile düşündüm.
Nelere mal olacağını da neye katkı sunacağını da…
Belki bir gazeteci, bu hesapları yapmak zorunda değildir.
Evet ama, görüyorsunuz ya işte, ‘Gazeteci Ahmet Dönmez’ ile ’30 yılın acı-tatlı hatıralarının yoğurduğu Hizmet gönüllüsü Ahmet Dönmez’in çatışması bu zaten.
Baştan beri anlattığım o.
“Peki şimdi zamanı mı?” sorusunu da sordum kendime elbette.
Hani o çok sevdiğim ‘Gülün Adı’nda Adso soruyordu ya üstadına, “Arınmışlıkta sizi korkutan nedir?” diye… William şöyle cevaplıyordu: “Acele.”
Acele mi ediyordum?
Her şey bu kadar sıcakken, hukuktan ve mertlikten nasipsiz bu denli canavar bir süreç devam ediyorken böyle bir yazı dizisi doğru olacak mıydı?
Bunu da düşündüm.
Evet.
Ama görüyorum artık.
Biliyorum bir çok şeyi.
Bilmiyormuş gibi yapamam.
Çünkü tarih de hakikat de gelip oraya dayandı. Artık bu yüzleşmenin olması kaçınılmaz.
Zaten 2 buçuk yıl önce Patreon’dan bağımsız ve bireysel gazetecilik mecraına adımımı attığımda, bunu söylememiş miydim?
Twitter hesabıma da sabitlediğim “Nasıl bir gazetecilik?” başlıklı o yazım, benim meslekî manifestomdu. “Bu bir hakikat yolculuğu,” demiştim.
“Gazetecinin benliği vardır ama bencil olamaz.
Gazeteci mahallelidir ama mahalleci olamaz.
Cemaati vardır ama cemaatçi olamaz.
Kabilesi olabilir ama kabileci olamaz.
Aşiretten gelebilir ama aşiretçilik yapamaz.
Yaparsa gazeteci olamaz. Bir borazan, bir tetikçi ya da bir propaganda aygıtına dönüşür.
Oysa akıl, muhakeme, vicdan ve cesaret bir gazeteciye yeterlidir. Gerektiğinde tek, gerektiğinde kitlelerle beraber yürümesini bilir.
Bu yolculuk, böyle bir yolculuk.
Kendi hakikati arama serüvenime sizleri de davet ediyorum.
Gelin bu yolculuğa şahitlik edin, destek verin, güç verin, yoldaşlık edin…” çağrısında bulunmuştum.
Yol gelip oraya dayandı işte.
Bütün bunları düşündüm.
Sonunda şurada karar kıldım: Bu aynı zamanda benimle beraber binlerce insanın hikâyesi.
İnsanların gerçekleri bilmeye ihtiyacı var. Onlara gerçeği ver, bununla ne yapacaklarına kendileri karar versin.
Doğru bildiklerini yazmak, nankörlük değildir.
Vicdanının sesini dinlemek, yediğin kaba pislemek değildir.
Sen, yapılan güzelliklere kara çalacak değilsin. Üzerinde emeği olanlara leke sürecek değilsin. Yapılan fedakarlıklara, çekilen çilelere gölge düşürecek değilsin. Yeşertilen milyonlarca çiçeğe basıp geçecek değilsin. Yapacağın iş, yazacağın yazı bu değil.
İkisi farklı şeyler.
Kara çalanla çalınanı ayırt etmelisin.
Milyonlarca masuma leke sürenleri deşifre etmelisin.
Güzelliklerin hepsine minnetini ifade edeceksin elbette!
Ama yanlışa da yanlış diyeceksin.
Çünkü zaten benim bu 30 yıl boyunca öğrendiğim buydu.
Bana söylenen buydu.
“Hakkın hatırı âli” idi,.
“Ve hiç bir şeye feda edilemez”di.
Tutup kaldırmak gerekirdi.
Ve bir teşekkür varsa eğer, ancak böyle edilirdi.
İşte böyle…
‘Mahalle’ ne mi yaptı? Önce mahallenin ‘abi’leri Dönmez’e ayar vermeye çalıştı. Fakat zordu bu. Söyledikleri yalanlanamıyordu. İki yıl kadar önce Cemaat içindeki büyük bir yolsuzluğu deşifre ettiğinde de öyle yapmışlar fakat gerçek ortaya çıkınca geri basmışlardı. Bu olay, Ahmet Dönmez’in yeni diziyle ortaya sürdüğü Cemaat içi iddiaları inkâr etmede onların elini zayıflatıyordu.
Zaten bir süre sonra ‘doğru’yu buldular; Ahmet Dönmez’in anlattıklarını ‘ademe (yokluğa) mahkûm etmenin’, ondan hiç söz etmemenin en iyi çare olduğu hususunda birleştiler. Tıpkı Sedat Peker’in söylediklerinin AK Parti tarafından “ademe mahkûm edilmesi” gibi.
İşin acıklı kısmı şu ki, ‘abi’ler AK Parti’nin bu taktiğini teşhir etmelere bir türlü doymuyor: “Demek ki Peker’in söyledikleri doğru, cevap veremedikleri için yok sayıyorlar.”
Şimdi “Ahmet Dönmez sırtını kime dayıyor; iktidara mı, MİT’e mi, Cemaat içindeki bir gruba mı” aşamasındalar.
Akılları ve duyguları, bir insanın sırf inandığı için bir başına kalmayı göze alabileceğine, grubunun ana kucağını terk edebileceğine, sırtını bir yere dayamadan böyle serâzâd konuşabileceğine basmayanlar şimdi soruyorlar da soruyorlar… Suçluyorlar da suçluyorlar.