[23-24 Haziran 2016] 1954’ten sonra ne oldu, Demokrat Parti döneminde? (15) Zamanla Amerika, DP’ye ve Menderes’e özel bir düşmanlık mı kesbetti? Ya da ekonomik krizle birlikte DP’nin inişe geçmesi, kendi hatâlarından değil, mevhum bir “üst akıl” tarafından harekete geçirilen dış güçlerin komplolarından mı kaynaklandı?
Bu yazı dizisinin üçüncüsünde de değinmiştim (bkz Serbestiyet, 8 Haziran: “Üst akıl” ve yeni milliyetçiliğin komplo teorileri) — Demokrat Parti’nin çok başarılı ilk dört yılının ardından, tuhaf bir şey oluyor 1955’e gelindiğinde; “Türkiye’nin bu kadar gelişmesinden memnun olmayan birileri” harekete geçiyor ve “artık düğmeye basılmıştı” dendiği andan itibaren herşey çorap söküğü gibi gidiyor; dönüşü olmayan bir yolda, önce ekonomik bunalım, sonra CHP’nin darbe kışkırtmaları, sonra halkın hoşnutsuzluğu, sonra gençlik gösterileri, sonra öğretim üyelerinin onlara destek vermesi, nihayet 27 Mayıs darbesi birbirini izliyor. Araya felâket tutarsızlıklar, anakronizmler (zamanını şaşırmışlıklar), sırf çalışmamışlıktan kaynaklanan bilgisizlikler de giriyor kuşkusuz. Yer yer 1946-50 olayları ile 1950-60 olayları birbirine karışıyor (veya karıştırılıyor). Örneğin 1950’lerin hemen başlarında Menderes’e akan halk desteği anlatılrken, araya bazı işadamlarının 1958 sonlarında kurulan Vatan Cephesi’ne katılma mesajları karışıyor. Ya da 27 Mayıs öncesinde (hep o aşırı dramatik, korku filmi ses tonuyla) “medya da sahnedeydi” ve darbe ortamına katkıda bulunuyordu diye, darbeden sonraki bir Akşam gazetesinin “kıyma makineleri” manşeti gösteriliyor. Böylece “kıyma makineleri” efsanesi tamamen ağızdan kulağa dedikodu yoluyla değil, daha DP iktidardayken ve sıkıyönetim varken, doğrudan doğruya basın yoluyla yayılmış gibi gösterilmeye çalışılıyor.
Gelgelelim, böyle bir yığın kaba hatâ da dahil asıl sorun, sözünü ettiğim kaçınılmazlık kurgusu; öyle bir kaçınılmazlık ki, DP iktidarının en ufak bir günahı olmadığı gibi, yapabileceği hiçbir şey de yok olayların seyrini değiştirmek açısından. 1955-60 arası, yani koskoca bir beş veya altı yıl. Siyasette çok uzun bir zaman. Belki tanrının evreni ve dünyayı yaratması dışında, hiçbir şey o kadar önceden planlanmaz. Ama mesele tam da bu işte. Bu tür sahte, bilim dışı, gerçek dışı senaryolar yaşanmış tarihin etrafına efsaneler örüyor; bizi, toplumun ve insanlığın kaderini bir takım gizli, karşı durulmaz güçlerin belirlediği gibi mistik bir inanış üzerinden, çaresizliğe ve dolayısıyla teslimiyete sevkediyor.
ÇOK YANLIŞ. (16) Tarihte, toplumda ve siyasette, yok öyle kadir-i mutlak “üst akıl” diye bir şey. Geçmişte de yok, bugün de (bu son kısmı belki Markar Esayan’ı da ilgilendirebilir). Bütün aktörlerin ufku daima sınırlı. Hesapları kesin değil; belirsizlik ve olasılıklarla dolu. Kabiliyet, dirayet ve basiret aralarında eşitsiz dağılmış. Hepsi kısıtlı bilgilere dayalı bazı adımlar atıyor ve sonra birbirinin adımlarına tepki veriyor, mukabele etmeye çalışıyor. Böylece sayısız vektörün birbiriyle kesişmesi ve örtüşmesinin yarattığı aksiyon-reaksiyon demetleri vücut buluyor. Tarihsel akışın tamamı, bütün bu aksiyon-reaksiyon demet veya zincirlerini kapsıyor. İçerdiği hatâ payı çok büyük. Tahminlerimizin ötesinde. İşleyen bir yasa varsa, amaçlanmış değil amaçlanmamış, tasarlanmış değil tasarlanmamış sonuçlar yasası (law of unintended consequences). Bunu anlamazsanız siyaset de yapamazsınız, tarihçi de olamazsınız. “Cehenneme giden yol iyi niyetlerle döşelidir.” Aynen. Geçmişten bugüne gelen ve geleceğe uzanan yollar hatâlardan oluşuyor. (17) Hayır, ABD de böyle tekil bir “üst akıl” değildi, 1955’te ansızın DP’ye düşman kesilen. Bugün AKP’ye ve özel olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı, evet, Batı’da yaygın bir düşmanlık söz konusu. Ama bunu altmış küsur yıl geri götürüp Menderes’e ve Demokrat Parti’ye teşmil etmek, bir fanteziden ibaret. Tam tersine, ABD son derece memnundu Demokrat Parti’nin yönettiği Türkiye’yle olan stratejik ittifakı ve ortaklığından. Kore, NATO, üsler, ekonomik liberalizasyon; yoktu ki bir eksiği. Ne DP Amerika’ya herhangi bir nedenle küskündü, ne de Amerika DP’ye.
(18) Kaldı ki “Türkiye’nin gelişmesini istememek” diye bir mantık da olmadı ve olamaz. Bu da yarı-cahil bir şehir efsanesidir: kasıtlı ve bilinçli bir geri-bıraktırılmışlık. “Emperyalizm yeryüzünün geri ülkelerini ilelebet öyle, bağımlı ve azgelişmiş tutmaya çalışır. Tarımla yetinsinler, ya da madencilikle, ya da hafif sanayiyle; sakın fazla büyümesin ve kalkınmasınlar.” Yok böyle bir şey. Bir kere, tek merkezden yönetilen ve bütün dünya için kararlar alan yekpare bir emperyalizm mevcut değil. İkincisi, kapitalizmin temel işleyişine aykırı. Merkezden periferiye mal ve hele sermaye ihracı olacaksa, periferide ister istemez bir gelişme ve kalkınma yaşanacak. Dünya sistemi de bir şekilde buna adapte olacak. Üçüncüsü, herhangi iki ülke, örneğin ABD ile Türkiye arasında bile, hele 20. yüzyılın ikinci yarısında, güçlü veya patron ülkenin hiçbir sinir merkezi veya yönetim merciinde, zayıf/müşteri ülkeyi ilelebet kalkındırmamaya yönelik bir tasavvur oluşamaz — konuşulamaz, tartışılamaz, kararlaştırılamaz. (19) Patron ve müşteri arasında politika ayrılıkları doğabilir ve cezalandırma mekanizmaları bu yüzden devreye girebilir; o başka mesele. Örneğin bugün, ABD ile AK Parti arasında Ortadoğu ve Suriye’den kaynaklanan bir dizi anlaşmazlık olduğu, bunun da belirli bir dış kuşatma ve izolasyona dönüştüğü çok açık. Ayrıca, belirli mallar veya mal grupları üzerinden ticarî rekabet de devreye girebilir ve siyasî baskılara yol açabilir. Ama 1954-55’te ABD ile Demokrat Parti arasında bunların ikisi de söz konusu değil. Ne politikada herhangi bir yol ayrımı var, ne de kritik bazı kalemlerde gelişen bir rekabet potansiyeli. Bu koşullarda ABD neden Türkiye’yi durup dururken cezalandırmaya girişsin — sırf büyüyor ve kalkınıyor diye mi? Yani meselâ 1950’lerde Eisenhower, Dışişleri Bakanı John Foster Dulles ve kardeşi, CIA Direktörü Allen Dulles, Beyaz Saray’da oturacaklar da “bu Türkiye fazla gelişti; nasıl çökertebiliriz” diye kafa kafaya mı verecekler? (i) Başka meseleleri mi yok? (ii) Amerikan devletinin çıkarları salt ekonomik midir ve belli bir anda herhangi bir ülkeden ne kadar kâr sağlayacağına indirgenebilir mi? (iii) Görece güçlü (diyelim emperyalist) bir ekonominin, dış ilişkilerinden kâr sağlaması, tek tek bütün diğer ülkelerin olabildiğince geri ve zayıf tutulmasına mı bağlıdır? (iv) Neden özel olarak Türkiye’ye düşmanlık gütsünler de meselâ Sovyetlere karşı ve/ya Ortadoğu’da daha güçlü olmasını, NATO savunmasında daha fazla yük taşımasını, dolayısıyla kendilerine daha az yük bindirmesini istemesinler?
Akıl var, mantık var. Şu “güçlenmemizi çekemeyen düşmanlar” söylemi, olsa olsa Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılmasının an meselesi olduğu bir dönem için kısmen geçerlilik taşıyabilir. Geçerliliğini çoktan yitirdiği bir çağa taşınmak istenmesi ise, gerek dünya ekonomisinin, gerekse uluslararası politikanın nasıl işlediğinden habersizlik (yanı açıkçası, belirli bir cehalet) zemini üzerinde mümkün. Ama maalesef bu yapılıyor ve Türkiye için sağlıksız zihinsel sonuçlar üretmeye devam ediyor.