Geçen haftanın acayip gündem konularından biriydi: Kıvanç Tatlıtuğ malî bir dava için adliyeye gider, davasına bakan değil, başka bir genç hakim onunla birlikte bir fotograf çektirir ve whatsapp’tan arkadaşlarına gönderir, arkadaşlarından biri de sosyal medya hesabına “Perşembenin sürprizi:)” diyerek bu fotografı koyar.
Sonra ortalık birbirine girer. Genç hakim apar topar mazeret iznine çıkar, HSK başkanvekili söz konusu poz için inceleme başlatıldığını açıklar. Bu arada bazı emekli ya da muvazzaf yargı mensupları ciddi ciddi olay hakkında değerlendirmeler yapar.
Olay, yargının bağımsızlığı, tarafsızlığı ve yargı etiği açısından mercek altına alınmalıdır!!!
Genç hakimlerin Anadolu’da pişmeden doğrudan İstanbul’da göreve başlaması olacak şey değildir!!!
Ortalığın birbirine girmesi herhangi bir konuda an meselesi, bunu biliyoruz artık. Bu konunun da yargı sisteminde ne kadar önemli bir eksikliği dolduruverdiğini görüyoruz. Herkesin yargı bağımsızlığı, tarafsızlığı ve etik kuralları hakkında söyleyeceği pek çok şey varmış. Bu arada küçük bir hatırlatma yapmakta fayda var: Tüm bu olaylar, 2019 yılı itibarıyla Hukukun Üstünlüğü Endeksinde 126 ülke arasında 109’uncu olan Türkiye’de geçiyor.
Kıvanç Tatlıtuğ ile yargı bağımsızlığı sözlerini bir araya getiren bu olayda HSK’nın hızla soruşturma açmasına Ahmet Altan’ın avukatı Figen Albuga Çalıkuşu da şaşırmış, doğal olarak:
“Kıvanç Tatlıtuğ ile resim çektiren hakime “anında” soruşturma açan HSK, anayasal suç işleyerek TC Anayasasını yok sayan hakim ve savcılara hâlâ sessiz.”
Şaşırmasına şaşırmamak lazım. Şu aralar Ahmet Altan hakkındaki bireysel başvurunun karara bağlanması için Anayasa Mahkemesine her gün dilekçe veriyor.
Yargı mensupları gibi ya da doğrudan kamu hizmetinde çalışanlar gibi, gazetecilerin, siyasetçilerin, sporcuların vs de kamu görevi yaptığı var sayılır. Bu tür mesleklerde, gazetecilik hakkında Alper Görmüş’ün Le Monde’un kurucusuna atfen sıklıkla söylediği gibi, “temas ve mesafe” önem kazanır. Bu iki kavramdan da asıl zor olan “temas” çoğunlukla es geçilirken, “mesafe” vurgulanır. Hakimlerin ve savcıların özellikle mesafeye odaklanması gerektiği de açıkça görünüyor. Ama odaklanmaları gereken çok daha önemli konuların olduğu daha da açıkça görünüyor. Örneğin, anayasanın en üstün yasa olduğu ya da hukukun bireyler için bir güvence oluşturduğu.
Mesafe güzel şey tabii. Doğru mesafeyi ayarlayabilenler, biz ayarlayamayanlar, “samimiyet buhranları”na ve bunun karşılığının beklenip de alınamadığı durumlarda “kurban psikolojisi”ne giriverenlere göre insan ilişkilerinde çok daha “başarılı” kabul edilirler. Onlar “cool” görünürler, ecnebi bir durumları vardır, yani “serinkanlı” lafı bu durumu anlatacak kadar “cool” değildir.
Mesafeli insanların zamanla androidleşmesi, kendi başlarına karşımızda somut bir mesafe haline gelmesi de vâkidir. Hatta bu mesafe işini içselleştirdikçe abartıp, insanlarla teması sıfırlayanları, sadece diğer insanları değil, bütün hayatı uzaktan izlemek zorunda kalanları bile biliyoruz.
Çalışma hayatımın ilk yıllarında malî konularda müfettişlik yapmıştım. Yaşı biraz daha ileri olan şirket yöneticilerinin benim gibi bir müfettişi yadırgadığını fark ederdim. 20’li yaşlarda genç bir kadının müfettiş olmasına alışık değillerdi. Bizden bir kuşak öncesinde, kamuda ya da özel sektörde, örneğin bankaların teftiş kurullarına kadınlar alınmazmış. Bana yanlışlıkla “Müfettiş bey” diyenleri vardı. Güler yüzlü genç bir kadının müfettişlik yapması, hele ki malî işler gibi bir konuda kendileriyle muhatap olması, anladığım kadarıyla onları biraz örselerdi.
Başlangıçta her sorumdan sonra, önce bir işin mahiyetini baştan anlatmaya koyulurlardı. “Siz bilmezsiniz, yardımcı olayım”. Nezaket görüntüsünün arkasına saklanmış güç paylaşımı sorunu tabii. Sonraki aşamalarda bu konulara hakim olabilme ihtimalinize inanamazlar, bu sefer de size bir zeka abidesi gibi davranmaya çalışırlardı. Yani olsa olsa bir istisnasızdır.
Kadınların, özellikle de gençken karşılaştıkları sıradan mesleki durumlardır bunlar. Yani, yaptığınız işe odaklanmama, hep uzaktan tekinsiz bir bakış açısıyla bakıp, olumlu olumsuz yargılar oluşturma durumu. Bir erkeğin, genç de olsa, güleryüzlü de olsa fazlaca karşılaşmayacağı şeyler. Genç bir erkek hakim, örneğin Zeynep Farah Abdullah ile bir fotograf çektirseydi, aynı sertlikte eleştirilere maruz kalacak mıydı?
Meslekler arasında hiyerarşi olmamasının gerekliliğine inananlardanım. Olsa olsa hekimlik insan hayatıyla doğrudan bağlantısından dolayı, kutsal kabul edilebilir, ki edilmese daha iyi olur. Kutsallığın olduğu yerde insanların vicdanlarını bir kenara koyabilme ve kendilerini insandan biraz daha fazla bir şey gibi görebilme eğilimine girdiklerini biliyoruz. Egoyla baş etmek öyle kolay değildir ve her insanın zayıf düştüğü anlar vardır.
Yüksek sıralarda olabileceği iddia edilen hakimlik, savcılık, askerlik, öğretmenlik vs gibi diğer meslekler açısından da geçerli bu kural. Mesleklerinden dolayı hizmet verdikleri insanlardan daha üst sıralarda olabileceğini düşünenler, mutlaka büyük hatalar yaparlar. Dolayısıyla bir hekimin zor şartlar altında hayat kurtarmasını, bir öğretmenin dokunuşuyla öğrencisinin hayatını değiştirmesini kutsal olarak kabul edebiliriz ama mesleğin kutsallığından bahsedemeyiz.
Kaldı ki, bazen, özellikle yukarıda saydığım mesleklerdeki insanların, hizmet verdikleri insanlarla aralarının ne kadar açıldığını görürüz. Çok oturaklı, çok ağır, az konuşan, hiç gülmeyen insanlarla karşılaşırız. Onlar susar, gözleri de susar, sağ üst köşeden sol üst köşeye odanın örümceklerini arar gibi bakınırlar, göz teması da kurmazlar. Suskunluğun içinden ağızlarından dökülen birkaç kelimeyle bazen, mecburi “yüce” anlamlar çıkartılmasını beklerler. Normal bir insan gibi görülürlerse, kimsenin onlara saygı göstermeyeceklerini sanırlar. Aslında, kimse zaten onlara saygı göstermez, sadece onlardan korkmuş taklidi yapılır.
Şimdi tüm bunları düşününce, beğendiği bir oyuncu ile fotograf çektirmek, çok sevimli bir hata gibi görünmüyor mu? Yoksa siz hâlâ ağırbaşlı asık suratlı adamların her şeyi daha iyi yapacağına mı inanıyorsunuz?
*Mirkelam’ın şarkısı