Pastırma yazının güneşine dönüyorum yüzümü, ayçiçekleri gibi, bütün varlığın ışığa yönelmesi gibi yöneliyorum o sıcaklığa. Küçük bir bahçenin ortasındayım, burada bir zamanlar kuş şakımalarını, yaprakların hışırtısını ve ağustos böceklerinin tatlı zırıltılarını işitebilirdik. Şimdi yalnızca kamyon sesleri ve geceleyin, hız denemesi yapan motor sürücülerinin zihne kıymık gibi batan cayırtıları. Güzellik ancak sessizlikle taçlanırsa bize kendisini sunabiliyor. Bir ağaca motor cayırtısı eşliğinde nazar etmek, ruhumu ötelere kanatlandırmıyor, dahası elemle dolduruyor yüreğimi, kaybettiğimiz ne varsa onu hatırlatıyor. Ağaçların yerini asfalt alalı beri, evlerin arasında vakitsiz dolaşan bir hayalet gibi bir gürültü bulutu dolaşıyor ve değdiği her canı sükunetin kollarından çekip alıyor, her an tetikte ve kötülüğe hazır bir kıvama getiriyor. Bir ağaca bakmak oysa, bir sessizliğin ortasında hayret ve ürperişle tabiata nazar edebilmek; bizi kötülüğün, adaletsizliğin kolay avları olmaktan kurtarır. ‘Felsefe hayretle başlar’ denir, bu söze bizim dünyamızdan bir şerh düşelim, takva da hayretle başlar. Hafta sonlarında tabiatın değil alış veriş merkezlerinin koynuna bırakılmış bir halk, günlük hayatta da birbirine karşı öfkeli ve nobran davranıyor. Bizi müteahhitlerin iştihasından kim koruyacak? Bulunduğum mahallede binlerce imza toplanmış, bir ses perdesi yapılsın da ruhumuza bir kabus gibi çöreklenen şu gürültü engellensin diye, muhatabı yok. Aman müteahhit efendilerin kârı azalmasın. Bizi bu barbar istilasından kim koruyacak? Patlayan egzos gürültüsü, bina yıkım gürültüsü, hafriyat gürültüsü derken şehrin içinde bir sessizlik oyuğu bulmak imkansız hale geliyor. Asfalt yol için kesilmiş binlerce ağacın yerine yenileri dikilmemiş, dikilen ufak fidanların tamamına yakını kurumuş. Ağaçların süslediği tepeler kelleşmiş, tilkiler ve kirpiler yurtsuz kalmış. Yurtsuz kalan da çölleşen de ruhlarımız. Devletin bekâ sorunu önce ruhlarımızda tecelli eder. Ruhlarımız bu barbar istilasından yarına kalabilecek mi? Tabiata baktığımızda titizlikle korunacak, üzerine titrenecek bir mukaddes yerine yağmalanacak bir nesne gören anlayış, ruhlarımızın yeni vebası. Sıcak paraya hücum. Ama o ünlü Afrika deyişinde söylendiği gibi, biz bu kadar hızlı giderken ruhlarımız arkada kalıyor. İlahi sanatın güzelliğini temaşa etmek insanı bir varoluş bilincine götürür, insana ve varlığa ihtiramla davranmak, bu dünyaya kök salmayacağımızın bilgisinden neşet eder. Fani olan baki olana hürmetle kıymet bulur. Fanilik bilinci, bizi ebediyetle sarhoş eder. Allah, ufuklarda ve nefislerde bize ayetlerini göstermiştir ve ebediyetin izleri oradadır. Beton kuşatması altındaki şehirler, insanın Tanrıya meydan okuyuşunu düşündürür bana, zira sadece ağacı ve göğü görmekle bile bu dünyaya ait olmadığımızı anlayabiliriz. Göğü kapatırsak, insanın iç aleminden yaratıcısına uzanan yolları da kapatmış oluruz.
Cetlerimiz muhataralı bir arazinin üzerine cami inşa etmezlerdi. Helal rızık, bu ülkenin geçirdiği büyük dönüşümlere rağmen bu masum ve mazlum halka bir kutup yıldızı gibi yol gösterir ve kursağında haram lokma bulundurmamış olmak, onun önünde sonunda evin yolunu bulmasını sağlardı. İnanmak, helal ile haram arasındaki sınırların belirsizleşmesine takat yetiremiyorsa kime ne diyebiliriz? İnanmak benliklerimizi eritip bizi daha düzgün, daha emin insanlar haline getiremiyor ve fakat harîs benliklerimizin şekil ve kıvamını alıyorsa, tamahkâr istilasından bizi ne koruyabilir?
Tabiat kirleniyor, insan kirleniyor. Yaşadığımız bu fizik alemin ötesinde bir metafizik aleme inanmayan, bu dünyada haz ve hoşnutluk veren ne varsa onu dibine kadar yaşamak isteyen ‘mutant’ bir bilinç bütün dünyada kaynakları heder ediyor. Bu mutant bilince karşı bizi ne koruyacak? Bu topraklara özgü bir ahlakımızın, bin yıllık medeniyetimizden süzülen bir karşı duruşumuzun olması gerekmez miydi? Kolaylıkla haram yoldan elde edilecek bir varlığın yanında, zor ve zahmetli olan helalin yanında saf tutabilmek. Dünya iştahına direnmenin, ruhlarımızın masumiyetini korumanın bir yolunu bulmak zorundayız. Dilimizin ve gönlümüzün ayrıştığı, yaptıklarımızla söylediklerimizin örtüşmediği bir ‘kültürel şizofreni’ bizi bir büyük yabancılaşmanın uçurumuna sürüklüyor. İç dünyamız samimiyetsizliğin verdiği korozyonla eriyor. Gayb adamlarını, irfan erlerini bir masal kahramanından bahseder gibi anışımız bundan, onların sözlerini takdir ediyor ama yaşayışlarını kuşanmayı pek zahmetli buluyoruz. Zahmete talip değiliz. Bir kitabın sayfalarında boğuşmaya talip değiliz, doğru bildiğimiz yolda yalnız da olsak yürümenin çilesine talip değiliz, alın terinin mukaddes ve helal yolunda yürümek bize ağır geliyor. Üç beş slogan beni dünya faydasına taşıyor, siyasi yakınlık hayal bile edemeyeceğim bir maddi zenginliği kapımın önüne yığıyorsa, bu dünyada nasıl bir davam olabilir? İrfan adamları bu ülke üzerine dertlenmiş, gelecek nesillere yaslanacakları bir iyilik ağacı bırakmanın çilesine talip olmuş insanlardı. Onların dikkati kendi küçük çevrelerinden çok daha ötesine uzanıyor, bir milleti, bir tarihi, bir medeniyeti kuşatıyordu. Gözlerini geçmişin ve geleceğin ufkuna dikmemiş, kalp gözleri geçmişin ve geleceğin mübarek ruhlarını seçemeyen adamların bir davası da yoktur. Yaşadığımız günü faydaya çevirerek bundan nemalanmak, modern kapitalist medeniyetin ruhlarımıza kurduğu bir tuzak, orada çok tatlı bir yem var belki, ama bir kez kuyruğunu kaptırmayıver can çekişerek ölürsün.
Bizden önceki ve bizden sonraki nesillerin ‘kabul edilmiş dua’sı olmaya talip miyiz? İnsanı, tabiatı ve fıtratı korumaya talip miyiz? Helalin çilesine talip miyiz? Ruhun bekâsına talip miyiz?
Bir nefis muhasebesine ihtiyacımız var. İnsan kılığında sırtlanların cirit attığı bir vadide, öze dönmek, kendi kusurlarımızın farkına varmak, ‘az gidilen yol’un delilerini ‘çok gidilen yol’un kurnazlarından ayırmak zorundayız. Kalbimize soralım: En son ne zaman, dünyaya kalabalık ve mütehakkim bir edayla konuşabilmek için, güce yaltaklandın? En son ne zaman senin canını acıtsa bile bir hakikati söyledin? En son ne zaman, özü sözü bir, kendi fıtratına sadık bir insan olabildin? Şehirleri inşa etmeye kendi nefislerimizden başlamalıyız.
Rahmetli Muzaffer Ozak, müridanına ‘bil, bul, ol !’ dermiş. Çok çetin bir vazife, ama olmayan, olmak yolunda çabalamayan zaten ölmüştür. Ya rabbi, bizi dirilerden eyle!