Microsoft şirketinin kurucusu ve beyni Bill Gates’in hikâyesi ile bir çoğumuz aşinayız. Çocukluk yıllarında vaktinin büyük bir kısmını odasına kapanıp eline geçen her türlü kitabı okuyarak geçiren Bill’in akranlarına göre daha ‘yaratıcı’ bir zekâsı olduğunun farkına 13 yaşında varılıyor. 8. sınıftayken Amerika’nın Seattle eyaleti genelinde yapılan sınavda 8-9-10-11 ve 12. sınıflar arasında en yüksek puanı aldığında zekâsı tescillenmiş oluyor. Takip eden yıllarda çok yoğun bir şekilde önce matematik sonra kodlama sonrasında ise programlama ile uğraşan Bill eğitime başladığı Harvard Üniversitesi’ni yarıda bırakıp arkadaşları ile Microsoft‘u kurmak üzere yola çıkıyor.
Dünyanın en zengin insanı olarak tarihe geçen Bill Gates’in, aslında çocukluğundan beri özellikle annesinin sosyal faaliyetleri ile kendisine aşılanmış olan, kazancını toplumla paylaşma ideali 2000 yılında Bill ve Melinda Gates Vakfı’nın kurulmasıyla somutlaşıyor. Vakıf eğitim, kadın, aile planlaması, HIV hastalarına antivirüs ilaçlarının sağlanması, dünyadaki en fakir çocuklara aşılama yapılması gibi alanlarda senede 5 milyar dolar harcıyor.
Yakın bir zaman önce Netflix’te “Inside Bill’s Brain: Decoding Bill Gates” (Bill’in Zihninin İçinde: Bill Gates’i Çözümlemek) isimli üç bölümlük mini bir belgesel vizyona girdi. Hem Vakfın hem de Bill Gates’in kişisel geçmişine ve işlerine odaklanan belgeselin büyük bir kısmı Bill Gates ve yakın çevresindeki kişiler ile yapılmış sohbetlerden oluşuyor.
Birinci bölümün en başında Bill Gates şunları söylüyor: Bir insanın hayatında yapabileceği işlerin sayısı sınırlı, aklını ve vaktini ancak sınırlı bir sayıda işe verebilirsin. Bu nedenle senin için neyin önem ve anlam taşıdığına karar vermelisin. Ben bunu düşündüm ve dünyadaki tüm çocukların eşit imkânlara sahip olmasının benim için en önemli mesele olduğuna karar verdim.
Sosyal işlere başladıkları ilk günlerde bir sabah Bill ve Melinda’nın gazetede okudukları makale Vakfa yeni bir yön kazandırmış. “For Third World, Water is Still a Deadly Drink” (Üçüncü Dünya İçin, Su Hala Ölümcül Bir İçecek) başlığı ile yayımlanan makale kanalizasyon sistemi olmayan az gelişmiş şehirlerde atıkların nasıl içme suyuna veya doğal beslenme havzalarına karıştığından bahsediyor. Oysa o dönemde az gelişmiş ülkelerdeki çalışmalar ağırlıkla temiz suya erişim için yapılıyorken makalenin iddiası esas sorunun bu yerlerdeki doğal su kaynaklarının kanalizasyon olmadığı için kirlenmesi ve bu nedenle çocukların ishalden ölüyor olmasıydı. Konuyu daha derin araştırdıkça yılda üç milyon çocuğun ishalden öldüğünü öğrenen Bill Gates bu ölümleri ortadan kaldırmaya karar verip harekete geçti.
İshalden meydana gelen çocuk ölümlerini azaltabilmek için iki şeye ihtiyaç vardı. Birincisi suya ve enerjiye ihtiyaç duymayan, kendi atığını dönüştürüp depolayabilen bir tuvalet, ikincisi ise bu tuvaletlerden toplanan atıkları arıtacak, kurulumu pahalı olmayan, dışarıdan enerji ve suya ihtiyaç duymayan bir sistem. Çünkü kanalizasyonu olmayan gecekondu mahallelerinde tuvaletlerin çoğu evlerin dışındaydı ve kanalizasyon sistemi olmadığı için atıklar en yakın suya bırakılıyordu. Bu mahallelere sil baştan bir kanalizasyon sistemi kurmak hem mümkün değil hem de kurulabilse bile maliyeti çok yüksekti. Kurulan arıtma sistemleri ise dışarıdan sağlanan enerji ve su ile çalıştığından masrafları karşılanamıyor ve kullanılmaz bir hale geliyordu.
Herhangi bir boruya bağlantısı olmadan kendi kendine işleyen bir tuvalet ve enerjisiz çalışan bir arıtma sistemi yaratmak için bilimsel çalışmalar yapılması gerektiğine inanan Bill Gates tuvaletin yeniden keşfi amacıyla birçok üniversite ile temasa geçti ancak hiçbirinden cevap alamadı. Bunun üzerine Gates bir tuvalet yarışması açar ve sonunda kendi ürettiği enerji ile çalışan, borusuz ve susuz işleyebilen tuvalet modelleri ortaya çıkar. Ve yıllar süren yatırımlar ve çalışmalar sonucunda 2018’de Gates dünyanın en büyük üreticilerinden biri olan Lixil şirketini bu modellerden birini üretmeye ikna edebilir.
Gates eş zamanlı olarak, Amerika’nın en iyi mühendislerini toplar ve kendi kendine çalışan bir arıtma sistemi ürettirmek üzere yatırım yapar. Ve altı sene sonra – bir sıhhi devrim sayılabilecek – ‘Omni Processor’ meydana çıkar. Bu makine mahallelerin atık çukurlarından aktarılanları işleyip, suyu buharlaştırıp, katıları yakıp, daha fazla buhar üreterek bir buhar motorunu çalıştırıyor ve tüm bu döngüyü devam ettirmek üzere elektrik üretiyor. Dışarıdan elektrik veya suya ihtiyaç duymayan bu sistem en nihayetinde elektrik, kül ve içilebilecek kadar temiz su üretiyor. Normalde kurulması milyonlarca dolar olan ama bunun da ötesinde işletme giderleri fakir yerler tarafından karşılanamayan arıtma sistemlerinin yerine kendi kendini çeviren ve üretimi çok daha ucuz olan bu sistem bugün Dakar şehrinin üçte bir atığını içilebilir suya çeviriyor.
2008’de Microsoft’taki görevinden ayrılan ve tüm zamanını Vakfın çalışmalarına adayan Bill Gates’in aklını ve kaynaklarını inandığı amaca adaması hem etkileyici hem de ilham verici. Bence bu hikâyenin en altı çizilecek yönü Gates’in yaptığı sosyal yardımları bağış yapmanın ötesine geçip sorunlara gerçek ve kalıcı çözümler üretmek adına profesyonel bir şekilde ele alması. Ve belki de en önemlisi sosyal fayda üretme konusuna iyilik yapmak yerine bir görev veya sorumluluk olarak yaklaşıyor olması.
Sosyal projeler konusunda yaratıcı fikirler ve ilham arayan iş dünyası insanlarının bu mini belgeseli izlemelerini hararetle tavsiye ederim. Dünyada sosyal fayda işlerine bakışta değişen felsefi yaklaşımın yanında inovasyon ve profesyonelliğe verilen önem artıyor.