[10 Kasım 2016] Yanıldım. Ve üzüldüm. Bu kadarı olamaz sanırdım. Sonsuz iktidar hırsı, kocasını affetmiş gibi yapıp (belki hep öyle olan) evliliğini (en azından o noktadan sonra, iyiden iyiye) bir iş ortaklığına dönüştürmesi, yüzüne iliştirdiği yapay ve eğreti gülümsemesiyle Hillary Clinton’ı çok sevip beğendiğimden değil (tersine, hep Margaret Thatcher’ın örtük bir varyantı,başka tür bir Demir Leydi olduğunu düşündüm). Sadece Trump’in sakilliğine tahammül edemediğimden. Daha ilk aday adaylığından itibaren sergilediği bütün adîliklere baktım. Yabancı düşmanlığına. Bütün Müslümanlara potansiyel terörist muamelesi yapmasına. Hepsini atmalı ve bu ülkeye girmelerini yasaklamalı demesine. Demokrat Parti kongresinde konuşan, oğlu Irak’ta ölmüş bir Müslüman aileye, sırf Clinton’ı tutuyorlar diye, annenin hiç ağzını açmaması üzerinden, bakın işte Müslüman kadınlar böyledir, kişiliksiz ve itaatkârdırlar, bastırılmış ve susturulmuşlardır imâlarıyla sataşmasına. Yıllardır Obama’nın Amerika doğumlu olup olmadığını her türlü belge ve kanıta karşın inatla sorgulamasına (ve ancak son anda vazgeçmesine). Her nasılsa ülkeye girmiş iki milyon yasadışı göçmeni toptan sınırdışı etmek istemesine. Özel olarak Meksikalıları “uyuşturucu kaçakçısı, kanun dışı, ırz düşmanı” diye karalamasına ve Meksika sınırına (İsrail tipi) bir beton duvar dikeceğini ilân etmesine. Silâh tutkunu taraftarlarının, (silâh taşıma hakkını kısıtlamak isteyen) Hillary’ye bir kolaylık düşünebilecekleri imâsında bulunmasına. Yüksek zekâsı sayesinde dört yıldır vergi ödemediğiyle övünmesine. Kabalığına, hoyratlığına, fütursuz cinsel saldırganlığına, önüne gelen kadını tâciz etmesine. Nihayet, kamuoyu anketlerindeki durumunun pek de parlak gözükmediği bir noktada, seçimlere hile karışacak; kaybettiğim takdirde seçim sonuçlarını tanımayabilirim demesine.
Yok, diye düşündüm, bu kadar seviyesiz, terbiyesiz bir demagog sürükleyemez Amerikan halkının yarısını peşinden. Ama oldu işte. ABD establishment’ının (kurulu düzeninin, yerleşik siyasal elitinin) hep çok sıkı intisap kuralları vardı şimdiye kadar. Ancak yıllarınızı Temsilciler Meclisi’nde, sonra Senato’da ve/ya bir eyalet valiliğinde geçirmek suretiyle kendinize kamusal bir profil ve bir taban peydahlayabilir; hem tecrübe kazanabilir hem devletin güvenlik taramalarından geçebilir; meşruiyet biriktire biriktire en yukarılara tırmanıp başkanlığa aday olabilecek noktalara gelebilirdiniz. Bu da sıkı bir eleme süreci ve belirli bir “kalite kontrolü” demekti. İçeridekiler ile dışarıdakiler arasındaki ayırım çok derindi. Tamamen siyasetin periferisinden (çeperinden) gelen birinin merkeze dahil olmasına imkânsız gözüyle bakılıyordu.
Trump bunun üstesinden geldi. Anti-establishment (kurulu düzen karşıtı, egemen elit karşıtı) bir poza büründü. Bunu hiç uzlaşmaksızın, çok sert bir kin ve nefret diliyle sonuna kadar götürdü. Küreselleşmenin karmaşık etkilerinin acısını çekenlerin, beyaz olmayanların çoğalmasından hoşlanmayanların, çok-kültürlülük ile kendi geleneksel değerlerini bağdaştıramayanların en kötü tepki ve içgüdülerine oynadı. “Bizim sandığımız ülke elden gidiyor” hissine kapılanlara, o tanıdık âlemi geri verebilecekmiş gibi yalan bir vaatte bulundu. Yoksul, marjinal işsiz ve mavi yakalılardan (kendisi gibi) varlıklı ve en varlıklı Cumhuriyetçilere kadar uzanan bir beyazlar koalisyonu kurdu. Aşağı sınıfların kahramanı kesildi. Bir bakıma, kırk yıl önce bu ay, yani tâ 1976’da vizyona giren Rocky filminin içten içe ırkçı senaryosunu tekrarladı. Filmde, o sıralarda pek tanınmayan Sylvester Stallone’nin oynadığı (tabii beyaz) Rocky Balboa, Philadelphia’nın fakir kenar mahallelerinden çıkıp, ağır sıklet dünya şampiyonu (tabii siyah, üstelik Muhammed Ali’ye benzetilerek tiplenmiş) Apollo Creed’i 15. raundda yıkarak bütün beyazların bütün yeniyetme siyahlardan (veya beyaz olmayanlardan) intikamını alıyordu. Bu sefer Rocky Balboa rolünü, New York’un Fifth Avenue’sunda, üç katı da mermer kaplı bir penthouse’da oturan milyarder Donald Trump üstlendi. Hillary Clinton üzerinden bütün beyazların bütün yeldeğirmenleriyle savaştı. Bir anlamda Barack Obama’yı da dövdü ve Amerika’nın Çankaya’sını tüm beyazlar adına yeniden fethetmiş oldu.
* * *
Hikâyenin özü, üç aşağı beş yukarı böyle. Şimdi bazı ayrıntılarına biraz daha yakından bakalım. (A) Küreselleşmenin bedeli. Uluslararası kapitalizm diye bir şey olacaksa, büyük verimlilik artışlarıyla birlikte bunun da bir vahşeti ve karanlık tarafı olacak. Bunların başında sermaye hareketliliği geliyor. Bu da bazı ülkeler için dönem dönem sermaye kaçışı ve istihdam azalması şeklini alıyor. Yatırımcılar hem ucuz, hem kalifiye ve iyi eğitim görmüş emek arıyor. İlk doğup geliştikleri ülkedeki maliyetlerle baş edemez duruma gelen sanayiler, (tabii yapılan işin türüne göre) en elverişli ücret/prodüktivite oranları neredeyse kalkıp oraya gidiyor. Bazıları eski, 19. yüzyıl tanımıyla “ağır sanayi” kategorisine giriyor (demir-çelik fabrikaları veya tersaneler gibi). Bu alanlarda , diyelim Bengaldeş kıyılarında yeni gemi söküm tezgâhları kurulur veya Hindistan’da Tata Çelik yükselirken, ABD’de kapanan fabrikalar Orta-Batı’nın yeni “Pas Kuşağı”nı (Rust Belt) oluşturuyor. Otomotivde, Kore ve Japon rekabeti karşısında Detroit çöküp çölleşiyor ve “üzerinden uçulup geçilecek Amerika”ya (fly-over America) dönüşüyor. Bir yere kıpırdayamayan ve kendi kaderlerine terkedilen işsiz yığınları, ıssızlaşan semt ve kasabalarının altyapının çöktüğü, kiraların ödenemediği, suç oranının habire tırmandığı sefaletine hapsolup kalıyor.
Öte yandan, bilgisayarlar, cep telefonları, iPad’ler ve benzeri yeni teknolojiler de ülkeler-arası oynaklığın bazen yıkıcı sonuçlarından muaf değil. Bölünebilir emek süreçleri kâh oraya kâh buraya ihale edilirken, ne istihdamda devamlılık diye bir şey kalıyor, ne de klasik anlamda iş güvenliği. Tersine, yarı-zamanlı, taşeron firmaların yarı-zamanlı, taşeron işçileri devreye giriyor. 2000’li yılların başlarında henüz herşeylerinin yerli, Amerikalı olmasıyla övünen Apple’ın profili sonraki yedi sekiz yılda hızla değişmiş ve 2011’de sattığı 70 milyon iPhone’un, 30 milyon iPad’in, 59 milyon da sair ürünün hemen tamamı ülke dışında üretilir olmuştu. Apple ana şirketinin kendisi ABD içinde 43,000 ve dışında 20,000 kişiyi istihdam ederken, asıl üretim bütünüyle ABD dışındaki, toplam 700,000 işçi çalıştıran taşeron şirketlerden kaynaklanıyordu (bkz The New York Times, 21 Ocak 2012: “How the US lost out on iPhone”). Üstelik tehlike sırf mavi yakalılarla da sınırlı değildi; bilişim sektöründe çok daha yukarılara; yüksek öğrenim görmüş mühendis ve programcılara kadar uzanıyordu.
Gerçi sonraki yıllarda ABD yitirdiği rekabet gücünü kısmen geri almayı başardı. Sonuç olarak, bir tek-parti diktatörlüğünün demir disiplini altındaki Çin’de bile, dış talep işçi ücretlerini eski seviyelerinin çok üstüne çıkardı; maliyet/prodüktivite oranları tekrar değişti ve kaçan sermayenin de, işlerin de bir bölümü geri gelmeye başladı. Neredeyse yirmi yıllık bir aradan sonra, ilk defa 2014’te, Amerikan şirketlerinin “offshore”ladığı iş sayısı (2003’te 150,000’den) 50,000 dolaylarına düşerken, geri dönen iş sayısı 60,000’i geçti ve böylece arada en az 10,000’lik bir net artış oluştu. Ama tabii, bu kadarı dev Amerikan ekonomisinin dişinin kovuğunda kaldı ve yıllar boyu “Amerikan Rüyası”nın dışına düşen milyonların derdine deva olamadı. ABD kapitalizmi de hemen hiçbir şey yapmadı onlar için. Obama yönetimi bile strüktürel işsizliği sadece seyretti; Roosevelt tipi bir New Deal sunamadı (ya da, Adam McConnel’in Serbestiyet’te bugünkü Schadenfreude sharks yazısında belirttiği gibi, bu yöndeki en küçük çabası bile Cumhuriyetçilerce engellendi); dolayısıyla mavi yakalılar için hiçbir yeniden-eğitim-ve istihdam programı oluşturulamadı. “Refah devleti”nin sürdürülmesine, üretim değil ancak bölüşüm yanından yaklaşabildi Obama; daha kapsamlı bir sağlık reformunu devreye soktu — ama ne ironiktir ki o da bir nebze olsun zenginlerden alıp yoksullara verdiği için Cumhuriyetçilerce şeytanlaştırıldı, sürekli saldırıya uğradı ve Trump’ın derhal değiştireceği şeyler listesine girdi. Sonuçta, Washington’un, establishment’ın, kurulu düzenin kendilerini zerrece umursamadığı hissi, aşağı sınıf beyazları pençesine aldı ve onları — sanki Trump (hele Trump) bu koşulları değiştirecekmiş gibi — dur durak dinlemeksizin anti-establishment olmaya koşullandırdı.
* * *
(B) Göçler, “ırk” ve çok-kültürlülük sorunu. Küreselleşme yalnız sermayenin değil, emeğin de hareketliliği demek. Bu da bazen çok büyük insan gruplarının anavatanlarından çıkıp başka ülkelere göç etmesi (veya sığınması) biçiminde tezahür ediyor. Daha önce ayrı ayrı “kutu”larda duran “eleman”lar temasa geliyor, birbirine karışıyor, aralarında her türlü etkileşim başlıyor. Çok derin, çok travmatik sonuçlar doğuruyor.
Belki birçok milliyetçi facianın temelinde, sınıfsal kıskançlıkların abartılıp zıvanadan çıkartılarak etnik-millî nefretlere dönüştürülmesi yatar. Diyelim ki, faraza Osmanlı’nın son demlerinde, İstanbul ve İzmir gibi bazı büyük şehirlerin gayrimüslim burjuvazileri hem çok zenginleşmek, hem dış dünya (Büyük Devletler) ile işbirliği yapan “komprador” bir role oturmak açısından, gerçekten çok göze batmaya başlamıştı. Kuşkusuz ne Rumların, ne Ermenilerin, ne Yahudilerin tamamı zengindi; ne ki, yukarı ve aşağı sınıflarıyla Türk-Müslüman kesimin düşmanlığı bu gayrimüslim burjuvazinin burjuvalığı değil gayrimüslimliği üzerinde yoğunlaştı ve bu nefret de “Anadolu’nun Türkleşmesi” projesine ve oradan 1915 soykırımına, ya da “millî burjuvazi yaratma” projesine ve oradan Varlık Vergisi’ne uzandı. Bugün de, burjuvaziler değil ama işçiler, emekçiler düzeyinde, gerek Avrupa’da gerekse Amerika’da gözümüzün önünde benzer bir süreç cereyan etmekte. İngiltere, Fransa ve Hollanda’nın eski sömürgelerinden gelen Hintliler, Pakistanlılar, Karayipliler ve Endonezyalılar; sonra Faslılar, Cezayirliler ve diğer Müslüman Araplar; 1950’ler ve 60’larda Almanya’nın henüz kucak açtığı Türklerin ve bilumum gastarbeiter’in ahfadı; nihayet (ABD’nin saçmalamaları sonucu) çöken-çökertilen Irak ve Suriye’den kaçan yüzbinlerce sığınmacı, (oluşturdukları ekonomik yük bir yana) pek çok Avrupa ülkesinin nüfus, dil, din ve kültür yapısını gerçekten kısa zamanda ve büyük ölçüde değiştirme istidadını gösteriyor.
Kabul edelim ki, massedilmesi kolay bir şok değil. Hemen her yerde çeşitli gerilimler yaratıyor; ırkçı-milliyetçi reaksiyonları tırmandırıyor; bu tür politikaların ve liderlerin öne çıkmasına yol açıyor. İşte Amerika da bunun bir parçası ve bu faktörün nasıl manipüle edilebileceğini, baba-kız Le Pen’lerden, Brexit’çilerden, Putin’lerden, Jirinovski’lerden, Orban’lardan sonra, şimdi bize bir de Donald Trump gösteriyor. Amerika her zaman bir göçler ülkesi oldu; çok uzun süre, Avrupa’dan göçlerle beslendi ve varoldu. Ama bunların çok büyük kısmı beyazdı (İtalyanlar, İrlandalılar, Almanlar, İskandinavyalılar). Afrikalı siyahlar ise köle olarak getirilmişlerdi ve onların da sonradan kavuştuğu özgürlük ilk büyük ırkçı reaksiyon dalgasıyla baskı altına alınmaya çalışılmıştı. Bugün ise yeni ve hemen tamamen beyaz olmayan göçler söz konusu. Çünkü Amerika (dış politikası bir yana) dünyanın kalanı için hâlâ bir cennet, bir fırsatlar diyarı. Esasen bu yüzden, entegre olmuş-olmamış büyük diaspora’lara ev sahipliği yapıyor. Meksikalılar, Porto Riko’lular, diğer Hispanikler geliyor; sonra Asyalılar geliyor (Hintliler, Çinliler, Japonlar, Koreliler); Afrika’dan siyahlar gelmeye devam ediyor, Orta Doğu’dan ise, gelip ABD’nin “kendi” önceki Müslüman nüfusuna katılan Müslüman Araplar. 1950’ler ve 60’ların Medenî Haklar Hareketi’yle (Civil Rights Movement) hukuken yenildiği ve sosyo-kültürel planda da geriletildiği düşünülen, ama belki (ilk kısımda söz ettiğim) yoksullaşan beyazların ve/ya mavi yakalıların bağrında hep saklı ve bastırılmış halde duran ırkçılık, eski “düşman”larına değil, beyaz olmayanların yeni göçleriyle gelenlere (onların demografik “denge”yi bir kere daha “bozuyor” olmasına) yöneliyor. Kabarıyor, kızışıyor, kendini tekrar açığa vuruyor.
Bu seçimlerin eyalet bazındaki sürprizlerinden biri, Wisconsin’i Trump’ın kazanmasıydı. Wisconsin’in kuzeyinde, Michigan gölünün kıyısında 100,000 nüfuslu Green Bay kenti var. Buranın NFL’de oynayan Amerikan futbolu takımı, (1960’lardaki öğrencilik yıllarımdan başlayarak benim de hâlâ tuttuğum) Green Bay Packers. Kökeni itibariyle, tam bir mavi yakalı işçi kulübü. Tabii çok sayıda siyah oyuncusu da var ve hepsi kent halkının sevgilisi. Ama işe bakın ki Packers taraftarları aynı zamanda siyasî darkafalılıklarıyla da ünlüdür ve nitekim kentin şimdi sıkı Trump’çı kesildiği anlaşılıyor. Küçük ama anlamlı bir örnek sanırım. Ama beterin beteri var. 9/11, El Kaide, Irak, Suriye ve IŞİD sonrasında, tabii özellikle “dışarından gelme” Müslümanlar özel bir korku ve nefretin hedefi. Bir kere daha, NBA veya NFL’de oynayan Amerika’nın “kendi” siyah Müslümanlarını — bugünün Muhammed Ali’lerini, Kerim Abdülcabbar’larını — umursamıyor kimse. Buna karşılık, “terör” konulu romanlar ve televizyon dizilerinin de yardımıyla, habire “Orta Doğulu terörist” stereotipine odaklanıyor.
* * *
(C) Dünya bir yana, Amerika bir yana. Fiziksel boyutları, ekonomik hacmi ve 300 milyonluk nüfusuyla ABD, başlı başına bir kıta aslında. Kendi başına bir âlem; üstelik, bir yanında Pasifik bir yanında Atlantik diye iki büyük hendek, yeryüzünün kalanına coğrafî açıdan da çok uzak. Halkın önemli bir bölümünün, dünyayla hemen hiçbir ilgisi yok (bunu, Orta-Batı’nın sonsuz mısır tarlaları içinde saatlerce giderken, veya gene Wisconsin veya Nebraska’nın bir köşesinde yerel gazetelere bakıp yerel mandıra fiyatlarından başka bir şey bulamayınca, belki daha iyi anlarsınız).
Dolayısıyla Amerikan siyasetinde dış politika hemen daima görece önemsiz oldu; başka bir deyişle, ABD’nin dünyayı yönetme iddiası ile Amerikan halkının desteğini (oyunu) almak arasında bir çelişki hep süregeldi. Biz eski solcular, “Amerikan emperyalizmi”ni neredeyse ezelden beri mevcut ve saldırgan gibi düşünmeye alışkındık. Oysa bu, 1960’lar kuşağı için daha çok Soğuk Savaşın yarattığı bir konum ve görüntüydü. Daha öncesinde, ABD âdetâ istemeye istemeye çıkmıştı dünya sahnesine. Daha 1914-17’de, Fransa ve İngiltere’nin bütün yardım çağrılarına rağmen tarafsız kalma eğilimi güçlüydü. Sonunda Birinci Dünya Savaşı’na girildi ama bu infiratçılık (izolasyonizm) sona ermedi. Wilson’ın yeryüzüne demokrasi getirme iddiasına karşı, “Eski Dünya’nın yozluğu ve akıl almaz entrikalarına bulaşmayalım” diye özetlenebilecek taşralı-ahlâkçı tepkiler, 1918-19’da Cemiyet-i Akvam’ın (League of Nations, Milletler Cemiyeti) dışında kalmak ve Avrupa’dan çekilmek biçiminde somutlandı. Bu yüzden ABD, Roosevelt’e rağmen Faşizmin ve Nazizmin yükselişine de büyük ölçüde seyirci kaldı.
Amerika’yı bu dünyaya sırtını çevirmişlik halinden zorla tutup çıkaran felâket, Pearl Harbor oldu. İster istemez savaşa girdi, Churchill’in Büyük İttifak (Grand Alliance) dediği birleşik cephe içinde yer aldı ve Mihver’in yenilgiye uğratılmasında önemli bir rol oynadı. Sonrasında, İngiltere ve Fransa artık inişe geçerken, Stalin ve Sovyetler Birliği karşısında Batı’nın liderliği ve savunuuculuğunu üstlenmekten kaçınamadı. Atlantikçilik konseptini benimsedi; Soğuk Savaşa girdi; Marshall Planı, Truman Doktrini ve NATO gibi kilit enstrüman ve politikalarını oluşturdu.
En önemlisi, bunun için kendi kamuoyunu da ikna edebilecek bir ideoloji buldu. Liberal anti-komünizm, sadece Batı Avrupa’ya ve (sonra Üçüncü Dünya diye anılacak olan) “ara bölge”lere bir şemsiye sunmakla kalmadı; Amerikan halkının da bu uluslararası seferberliği onaylaması ve arkasında durmasını sağladı. Amerika iki yakasını belki ilk (ve son?) defa bu kadar kuvvetle bir araya getirip iç” ve “dış” politikaları arasında görece uyum sağlayabildi. Berlin ablukası ve hava köprüsü, Kore Savaşı, (Musaddık’a karşı) 1953 İran ve (Arbenz’e karşı) 1954 Guatemala darbeleri, 1961 Küba füze krizi, İsrail ve Orta Doğu savaşları, Vietnam, Afganistan ve genel olarak Üçüncü Dünya üzerindeki hegemonya mücadelesi boyunca, Amerikan yönetimleri orta eyaletler dahil iç kamuoyunu hemen hep yanında buldu.
Ne ki, Soğuk Savaş sonrası dönemde bu inandırıcılık ve genel ideolojik seferberlik de kalmadı. Samuel Huntington’ın “medeniyetler çatışması” (clash of civilizations) ve “bir sonraki düşman İslâm” (Islam the next enemy) teorileri, neo-con’larca tutulduysa da, 9/11 sonrasında bile “derin Amerika”da o kadar coşku yaratamadı. “W” Bush’un “teröre karşı savaş”ı hem (“trafik canavarı” misali) fazla soyut kaldı, hem de Irak ve Suriye gibi — hedefsiz-plansız-amaçsız, neye yaradığı belli olmayan, dolayısıyla Vietnam’ın bin beterini çağrıştıran — bataklıklara dönüştü. Paradoks şurada ki, “Amerika’yı tekrar büyük yapma” sloganıyla hegemonyacılıkta hamle tazeleme sinyalleri veren Trump’ın seçmeninin önemli bir bölümü, mantığını göremediği emperyal başarısızlıklara tepki içinde, bize ne dünyadan ve bu savaşlardan diyerek establishment’a karşı çıktı; Orta Doğu’yu şu hale öncelikle Cumhuriyetçilerin getirdiğini unuttu ve Obama’nın sorumluluğuna karşı çıkıyorum diye gidip Trump lehinde oy kullandı.
* * *
Şöyle düşünelim. Ortalıkta bir Ali Ağaoğlu esprisi dolaşıyor, Trump’ın emlakçılığına atfen. Yani müteahhitliğiyle tanınan Ali Ağaoğlu birden siyasete atılsa, adaylığını koysa ve başkan seçilse, eh işte, bu kadar absürd bir durum olabilir, demeye getiriyor bu dokundurmada bulunanlar. Benimse aklıma daha çok Cem Uzan örneği geliyor. Hatırlarsınız, tamamen kişisel ve aile serveti temelinde kurduğu popülist-faşizan Genç Parti’yle Cem Uzan, 2002 genel seçimlerinde yüzde 7.5 oy almayı başarmıştı. Bir bakıma o da, eski Türk siyaseti ve siyasetçilerinin tükenmişliğini sezip, fırsat bu fırsat diyerek harekete geçmiş; ne ki (neyse ki) karşısına AKP çıkmış ve bu macera da orada son bulmuştu.
Maalesef ABD’de Trump çok daha başarılı oldu, muhayyel Ali Ağaoğlu ve reel Cem Uzan’lardan. Yukarıda uzun uzadıya anlattığım bütün hoşnutsuzlukları aldı; birleştirdi; esas olarak ultra-milliyetçiliğe, ırkçılığa, yabancı düşmanlığına, illegal göçmen ve diğer “öteki”lerin şeytanlaştırılmasına taşıdı. Kitlelerin mutsuzluğundan onları sorumlu sayıp hedef gösterdiği bir nefret söylemi kurmak suretiyle, öfkeli toleranssızlığını faşizan eğilimlere vardıran bir kitle hareketi yarattı. Nitekim, Türk basınına pek yansımasa da, Trump’çılar yer yer başkalarına şiddet uyguladılar kampanya boyunca. Durup dururken, tesadüfen mitinglerinin yanından geçen siyahlara sataşıp yumrukladıkları, tekmeledikleri oldu. Donald Trump sistematik bir faşist ideolojiye sahip değil kuşkusuz. Ama 20. yüzyıl başlarının proto-faşist (ön-faşist) düşünce ve davranış parçacıklarının pek çoğunu kafasında barındırıyor. Nitekim küçük ölçekte de olsa çok kritik bir şey yaptı: genel olarak eleştiriler karşısında hiç geri adım atmadığı gibi, taraftarlarının bu tür “eylem”lerine de toz kondurmadı; hepsini kayıtsız şartsız savundu.
Neredeyse bütün partisi elini çekti ondan. Önde gelen Cumhuriyetçilerin çoğu yanından uzaklaştı, desteklemeyi reddetti, bazen düpedüz kınadı. Yenilgisine kesin gözüyle baktıklarından, bari Temsilciler Meclisi ve Senato’yu kurtaralım diye yeniden seçilme kampanyalarını Trump’tan tamamen ayıranlar oldu. Haylaz, serseri sokak çocuğu muamelesi gördü (ve öyleydi de). Ama sonunda, kendi kurmayları ve sözcüleri dahi neredeyse ümitlerini kesmişken, onları bile şaşırtan bir sürpriz yaptı. Artık varlığını herkesin teslim ettiği sessiz çoğunluğun desteği sayesinde, her iki tarafa gidebilecek (dört swing state konumundaki) Florida, Georgia, Ohio ve North Carolina’ya ilâveten, Clinton’ın favori gösterildiği Pennsylvania, Wisconsin ve Iowa’yı da kazandı. Yukarıda, başlık resmi yerine koyduğum haritaya bakın. Ne kuzeydoğuyu, ne batı kıyısını alabildi. Ama Amerika’nın içlerini, Orta-Batı’yı, Pas Kuşağı’nı ve/ya fly-over America’yı silme götürdü. Toplam oy sayısında geri düşse de, Electoral College’daki delege sayısı itibariyle dört yıl Beyaz Saray’da oturmaya hak kazandı.