[27-28 Ağustos 2016] Yemin ediyorum, bu sefer mutlak surette Soykırım (2)’den devam etmekti amacım. Araya başka hiçbir şey sokmayacaktım.
Solun ve/ya solcuların spesifik mücadele alanlarını tekellerine alıp özgüllüğünü yoketme eğilimini, sosyalizmin varlığı ve yokluğu açısından karşılaştırmak istiyordum. Şöyle başladım (ilk taslağımdan aynen aktarıyorum):
“1917 Ekim Devrimi’yle doğan ve 1922’de resmen kurulan Sovyetler Birliği, uzun süre ebedî ve insanlığın geri dönüşsüz geleceği sanıldı. Ama alt tarafı yetmiş yıl sürdü ve 1989-90’da çöktü. Diğer sosyalist ülkelerin “sınırlı egemenliği” koşullarında “proletaryanın uluslararası diktatörlüğü”nü korumak adına Sovyetlere “müdahale hakkı” tanıyan Brejnev doktrini diye bir şey vardı, 1956’da Macaristan’ın işgalinde de fiilen mevcut, ama asıl 1968’de Çekoslovakya’nın işgalinden itibaren teorileştirilmiş olan (bilmiyorum, benden başka hatırlayan kaldı mı). Doğu Avrupa’daki komünist parti diktatörlükleri kendi toplumları ve ekonomilerine kök salmamış polis devletleriydi. İroniktir, gerçekten herşeyi düzleyip bir parça “sınıfsız” (ya da klasik anlamda “sınıfsız”) toplumlar yarattıklarından, devletin arkasında ciddi bir “sosyalist burjuvazi” de yoktu ve dolayısıyla hemen sırf bu Sovyet “garanti”si sayesinde ayakta duruyorlardı. Gorbaçev’in asla Brejnev doktrinini tekrar devreye sokup Sovyet tanklarını bir kere daha Doğu Avrupa’nın üzerine salmayacağı anlaşıldığında, çığ gibi yükselen kitle mücadeleleri karşısında bütün bu “halk demokrasileri” peşpeşe yıkılıverdi.”
Buraya gelince zınk diye durdum ve daha önce düşünmediğim bir soru kafama takıldı: O sırada, yani 1989-90’da kimse, Çeklerin, Lehlerin, Macarların, Doğu Almanların sloganlarını “bizim” Marksist demokrasi vizyonumuz açısından kabul edilebilir mi, matluba muvafık mı diye gözden geçirdi mi acaba? Kendi payıma, çok güçlü bir anti-komünizm dozajıyla birlikte, keza hayli güçlü bir Katolik inancının da söz konusu olduğunu hatırlıyorum. Din, tabii Hıristiyanlık ve özellikle Katolik Kilisesi, hele Polonya, Çekoslovakya ve Macaristan’da, büyük korkularındandı söz konusu KP yönetimlerinin ve sadık devlet aydını intelligentsia’larının. Kardinal Jozsef Mindszenty, örneğin, İkinci Dünya Savaşı sırasında Macar Nazilerince hapse atıldığı gibi, savaş sonrasında bu sefer komünistlerce tutuklanmış, işkence görmüş, 1949’un tipik bir Stalinist düzmece mahkemesinde yargılanıp ömür boyu hapse mahkûm edilmiş, sekiz yıl yattıktan sonra 1956 Macar ayaklanması sırasında serbest bırakılmış, ama devrim Sovyet tanklarınca ezilirken bu sefer Budapeşte’deki ABD elçiliğine sığınmış ve onbeş yılını siyasî iltica hakkının tanındığı hep aynı bina içinde geçirmiş, ancak 1971’de ülke dışına çıkmasına izin verilmiş ve 1975’te Viyana’da sürgünde ölmüştü. Kardinal Karol Jozef Wojtyla’nın 1978’de John Paul II (Yahya Pavlos II) adıyla papa seçilmesi de Sovyet nüfuz alanında derin sarsıntılara yol açmış; özellikle 1979’da Varşova’da tek kelimeyle “Korkmayın” demesi Polonya muhalefetini gerçekten yüreklendirmiş ve Lech Walesa önderliğindeki Solidarnosc sendikasının kurulup gelişmesine hız kazandırmıştı. Karşılığı da gelmekte gecikmemişti şüphesiz. 1983’te bir komplo patlak vermiş; Polonya gizli güvenlik servisi SB’nin (Sluzba Bezpieczenstwa), Yüzbaşı Grzegorz Piotrowski yönetimindeki D Masası, Krakow’da yayınlanan bir Katolik derginin kadın sekreterine ilaç verip geçmişte Karol Wojtyla ile cinsel ilişkiye girdiğini kabul ettirmeye çalışmış, ama başaramamıştı. Yurtdışındaki sürgün-mülteci hayatında (dedesinin kökeni itibariyle) Polonya’nın duygusal açıdan önemli bir yer tuttuğunu hep hissettiren Nâzım Hikmet de maalesef paylaşıyordu aynı resmî ideolojiyi. Son şiirlerinden, çok sevilen Saman Sarısı’nın bir yerinde şöyle der: Yegelon Üniversitesi’nde şeytan taşlara tırnaklarını batıra batıra dolaşıyor / bozmağa çalışıyor Kopernik’in Araplardan kalma usturlabını / ve pazar yerinde bezzazlar çarşısının kemerleri altında rok end rol oynuyor Katolik öğrencilerle. Buna göre, Katoliklik = yozluk = rock’n’roll = emperyalizmin kültürel etkisi = şeytan demekti.
Ne acıdır, ama aynı zamanda ne kadar anlaşılırdır ki, Nâzım’ın Münevver’den olma oğlu Memet de, hani hakkında “seni Türkiye Komünist Partisi’ne emanet ediyorum / ve gözüm arkada kalmadan gidiyorum” dediği Memet de, annesiyle birlikte nihayet Doğu Avrupa’ya göçebildikten (ve tabii, artık hayatını Vera Tulyakova ile birleştirmiş bulunan Nâzım tarafından dışlandıktan) sonra, Katolik oldu dönüp dolaşıp. Anlaşılır bir şeydir, çünkü rejim (ve rejimin gözbebeği olan, artık para karşılığı şiir yazıyor olmakla suçladığı babası) ahlâkî bakımdan kabul edilir olmayan bir yerde durmakta; buna karşılık (gerçekten Polonyalı olacaksan, yani o toplumun kültürüyle yoğrulmuş bir parçası olacaksan) Lech Walesa ve Gdansk tersane işçileri gibi genç Memet için de din ve Katoliklik en güçlü muhalefet alternatifini simgelemektedir. Buyrun size bir üst-belirlenim veya çoklu belirlenim örneği daha! Aynen, Türkiye’de Müslüman olmanın post-Kemalist otoriter modernizasyona ve bu arada düpedüz İslamiyet düşmanı bir otoriter laikçiliğe karşı kültürel muhalefet ve direnme anlamı kazandığı gibi.
Dolayısıyla şu soruları sorabiliriz sanıyorum: Prag’da, Varşova’da, Budapeşte’de milyonlar sokağa dökülür, Kadife Devrimler gerçekleşirken, “neden sokağa çıkmadım, çünkü haç taşıyor ve dua ediyorlardı, benim onların arasında ne yerim vardı [ve demek ki Kilisenin güçlü olduğu sağcı düzenler gelecekti]” diyenler olmuş mudur oralarda da? Haksızlık etmeyeyim; son derece iyi ve doğrudan biliyorum ki, benim gibi Murat Belge de yüzde yüz alkışladı Berlin Duvarının yıkılışını. Ama son tahlilde, uzaktan bakıştı bizimkisi. Ayaklanan halkın sübjektivitesine değil, neye karşı ayaklandığına bakarak, iyi ve doğru bir demokrasi mücadelesi verdiğine hükmediyorduk. Yanında ve içinde olsaydık, acaba aynı derecede sevimli gelecek miydi bize o kitleler? Bilemiyorum. Örneğin bir zamanların Maocuları olarak bizler, sanıyorduk ki Sovyet tipi “kötü sosyalizm”lere karşı “iyi sosyalizm” aşkıyla dolup taşmaktadır, Polonya’nın “gerçek” işçi sınıfı. Fî tarihinde Kaynak Yayınları’ndan Solidarnosc taraftarı Glowacki’nin bir romanını yayınladık (Polonya &Ölmedi Daha); bu naiflik duman oldu. Ciddî surette Katolik, sosyalizmin s’sinden nefret etmiş, bir de üstelik Batı hayranı bir kitle gerçeği karşımıza çıktı. Bir takım küçük aparatçikler çok yukarılardan eleştiriler bile yazdı, burun kıvırarak “olması gereken” değil “olan” bu realiteye.
Ne olurdu acaba, doğrudan, direkt temas içinde yüzyüze gelseydik? Allahüekber’lerden tiksindiğimiz gibi tiksinecek miydik, o haçlar ve dualar ve anti-komünizm nutukları ve missa’lar ve ilâhîler ve kilise âyinlerinden?
Yoksa, bizler gibi alla franca yetişmiş, sol-seküler aydınların din korkusu daha çok Müslümanlıkla sınırlı olabilir mi?