Ana SayfaYazarlarBir hakikat aynası olarak hac

Bir hakikat aynası olarak hac

 

Hac, Müslümanların, belli bir zamanda [moment;  9-12 Zilhicce] ve sınırları tespit edilmiş belli bir mekanda [place] bulunarak birlikte ibadet etmeleridir. Namaz, oruç ve zekattan farklı olarak bireysellik içeren şahsî derunîliğin cemiyetleşerek maddî bir bünyede somutlaşmasıdır. Bu haliyle dünya yaşamının bir tatbikatı olarak görülmeyi de hak eder. Bir dönemin senelik olarak topluca yapılmış hem bir değerlendirmesi hem de vaziyet alışıdır. Birlikte nasıl yaşandığının, işlerin nasıl görüldüğünün kısa süreli ancak etkili bir uygulamasıdır. Hem dünyevî hem de uhrevî unsurları içinde barındırarak dinin bizatihi kendisini amel ile ortaya koyar. Bu bakımdan çok özel ve çok derin anlamları içinde barındırır. Yaratıcının buyruğundan anlaşılanların birey olarak değil de topluca görünür kılınması ve bunun da gündelik yaşama sinmiş haliyle ortaya konulması gerçekten de harikulade bir deneyime karşılık gelir.

 

Hac, yukarıda da değinildiği üzere zaman ve mekan sınırları içinde milyonlarca Müslümanın Arafat, Mina, Müzdelife ve Mekke’de birlikte eda ettiği toplu bir ibadettir. Zaman ve mekan kısıtı yanında topluca ve süreklilik arz edecek şekilde yerine getirilmesi, ibadetin ana omurgasını oluşturur. Şekil şartlarından zaman ve mekan zorunluluklarının olması ibadetin yoğun bir süreç içinde yapılmasını mecbur kılar. Bu kısıtlar aynı zamanda insan yaşamına da bir vurgu yapar. Başka bir açıdan bakıldığında da hac bedenî ve malî bir ibadet olarak anlaşılır. Kanonik anlamda bunun doğru olduğu da söylenebilir. Ancak haccın toplumsal muhasebeye yatkınlığı dolayısıyla zihnî ve aklî bir ibadet olması çok daha mümkündür.

 

Namaz, oruç, zekat ve benzeri ibadetlerdeki göreceli bireysellik hacda yerini, beraberce yapılan ibadetler de olsa, toplumsallığa bırakır. Dolayısıyla haccın şahsîlikten daha çok umumîliği en ehemmiyetli unsurudur. Bireysellik önemlidir; ancak toplulukla beraber hareket etmek ibadette başka bir evreye karşılık gelir. Hac, deyim yerindeyse Müslümanların bir şehri yeniden kurmaları, büyütmeleri ve işlerini görmeleridir. Bu esnada gündelik yaşamda ne varsa aynısı bu ibadet sırasında vuku bulur. Sonuçta ümmet olma becerisinin testi, yıllık bir süreçte yerine getirilerek inananların kendilerini ve ümmetlerinin durumlarını gözden geçirmelerine yol açar. Çok kabaca bir tasnifle, bu, inananların uymak niyetini izhar ettikleri kurallarla yaşamlarının ahenkli bir biçimde örtüşüp örtüşmediğinin ortaya konmasıdır.

 

Hac, inananlara ne anlatır? Hac, inananlara hallerini ve ahvallerini anlatır. Hac, inananlara içlerinde bulundukları durumlarını öylesine anlatır ki ne yergi ne de övgü vardır. Halleri ve gelecekte alacakları durumlarını açıkça gösterir. Hac, inananların işlerini nasıl yaptığının parlak bir aynasıdır. Topluluk halindeyken umuru düzene koymaktaki becerilerini, iyilik ve güzelliği gözetip gözetmediklerini hep göstererek bir muhasebe yapılmasına olanak tanır. İnananlara tevdi edilen emanetleri hakkıyla gözetip gözetmediklerini gösterir. Bu yüzden hac bir ayet, bir beyyine, bir delil, bir hatıra ve bir nasihattir. Hac, inananların bir ortak amaç olarak Hz. Hakk’a ubudiyetlerini göstermek ve davranmak zorunda olduklarına inandıkları kurallar çerçevesinde yaşamak halidir. Hakkaniyet ve adalet ölçüsünde kişilerin inançlarıyla olan tutarlılıklarının aleniyet kazanması durumudur. 

 

Kitap’ta belirtilen hususların, çizilen sınırların, yapılması ve yapılmaması istenenlerin aşikar bir biçimde uygulanmaya konulması, zaman ve mekan kısıtı bakımından kimi zihnî ve bedenî meşakkatleri de beraberinde getirmektedir. Sırf bu yüzden hacdaki en temel hatırlatma sözü “hacı sabır”dır. Sabır hem varoluşun kendisinin hem de yaşamın sürdürülmesi esnasındaki diğergamlığın işaretidir. Empati ise modern tabirle toplum, dinî ifadeyle de ümmet olabilmenin bir göstergesi olarak ibadet süresince yerini alır. Bu çerçeveden bakıldığında hac genel anlamda ümmet, dar anlamda da mümin için iki yönlü muhasebeye imkan tanır. Öncelikle mümin ve ümmet olma bilinci görülmeye çalışılır. Kendi başına ve toplulukla nasıl hareket edileceği öğrenilir yahut bilinenler uygulamalı olarak pekiştirilir. Temsilî tekrarda tefekkür ve tezekkür inanana bu yolculuğunda eşlik eder. Dolayısıyla hac bir okul işlevi görür. İkmal ya da olgunlukla temasa doğru ilerleyen bir merhaleye karşılık gelir. Sabır, kardeşine karşı omuzlarındaki görevlerini hatırlama yanında vakar ve tevekkülün de bihakkın yaşanarak öğrenilmesini mümkün kılar. Bu yüzden acele yoktur ve tavaf, sa’y ile Arafat başta olmak üzere Meşari’l-haram’da, Mina’da ve Cemerat’da adalet duygusuyla birlikte şefkatle kuşanılmış akıl ve vicdan sahibi olma arayışı vardır. Çok başarılı bir benzetme olmasa da Arafat’ta topluluk olmanın önemini keşfetmiş ve tövbe ederek yeni bir akitleşme yapmış müminlerin Müzdelife’de bu akitleşmeyi tekrarla idrak etmeleri ve akıllarına iyice kazımaları sonucunda Mina’ya adeta akmaları bu doğuşun bariz dünyevî görünüşüdür. Bu bakımdan haccın birinci semeresi öğrenme, öğrenilenlerin tekrarı ile birlikte sözleşmeyi yineleyerek yenilemedir.

 

Haccın ikinci unsuru ise davranış, hal ve gündelik yaşamın ne biçimde sürdürüleceği ve ölçülere uygun yaşanıp yaşanmayacağının ortaya konmasıdır. Zira söz başkadır fiil başka! Ameller ile niyetlerin birbirini örtmesi beklenir. Umulan, arzu edilen ve övülmüş olan, fikir ile fiilin birbirinin aynı olması, birinin ötekini tamamlamasıdır. Dilin başka söylediği elin ise başka işlediği haller geleceğin nasıl şekilleneceğinin de hücceti yahut vesikası olacaktır. Sözü edilenler, şahsî kıymetten önce topluluğun yaşamı ile alakalı olduğundan kamusal ve ümmete aittir. Cemiyetin içerisinde aksaklıklar olsa da bireysellikten uzakta beraber yaşama idrakinin gösterilmesi ve ona uygun yaşanması temeldir. Bu yaklaşımın aksine bireysel önceliklerin temellendirilmesi ümmet bilincinin zedelenmesine yol açacaktır. Böylelikle birlik beraberlik pratiği de yerle bir olur. Bu yüzden toplumsal kuralların ne ölçüde işletildiği, sürdürüldüğü ve işlerin adalet ölçüsünde görülüp görülmediği, işletileceğine, sürdürüleceğine ve görülüp görülmeyeceğine şahitlik eder. Hac bu bakımdan da bir değerlendirmeyi ve ümmetin bünyesine çeki düzen verip vermeyeceğini içinde barındırdığından, kendisidir. Eğer her şeye karşın bünyede bir yanlış tespit edilememişse, bunun düzeltilmesi de mümkün değildir. Meselenin birinci safhası bu iken ikinci safhası yanlışta ısrar etmektir ki sorunların geometrik olarak artmasına vesile olacağından istenilen bir şey değildir. Dolayısıyla hac, ümmetin gelecekte ne ile karşı karşıya kalacağının da bir belgesidir. Bu husus en bariz şekliyle Ra’d Suresi’nin 11. ayetinde yer alan “Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez” mealindeki özü ile hacda somutlaşır. Sonuç olarak hac, halin ne olduğunun ve ne olacağının özet ve net sonucunu ortaya koyar. Bu sonuç elbette gören gözler ve duyan kulaklar için bir ayet ve bir işarettir.

 

Haccın iki bakımdan Müslümanlara ayna olmak gibi bir hikmeti daha mevcuttur. Aynalığın ilk yüzü aşkınlık ikinci yüzü ise içkinliğe delalet eder. İmanın hakikî belirtilerinin kalpte yer etmesine karşın ameller dolayısıyla fiiller ve tavırlarla görünür olması dinî pratiklerin ne derece aslî unsura bağlı ya da uygun olduğunun işareti olarak algılanabilir. Hac çok basit bir biçimde bilgilerin ilim düzeyinden bilinç ve uygulama ile idrak düzeyine çıkarılıp çıkarılmadığının test halidir. Aşkınlık ise imanın maddî bir çehreye bürünmesi, ümran olarak ortaya çıkmasına karşılık gelir. Her iki yaklaşımda da hac inananların ne tür bir yaşam sürdüklerinin, dil ile tekrar ettiklerini kalp ile tasdik edip etmediklerinin müşahade zamanı ve mekanı haline dönüşür. Gerçekten de Kindî’nin zamanında formüle ettiği üzere bir şeyin parçasının aslı olması gibi dört günlük bir hac ibadetinin de bir insanın ortalama ömrünün bir parçası olması bundandır. Hac, müminin, müminlerin kendi iç dünyaları ile dış dünyalarını ne ölçüde imar ettiklerinin anlaşılması yüzünden de ehemmiyetlidir. Zira hacda gösterilen performans gelecekte nasıl bir ahlakî performans gösterileceğinin de bir nevi işareti gibidir. Daha özlü söylemek gerekirse hac bireyden ümmete doğru gittikçe genişleyen evreler halinde Müslüman dünyanın nasıl bir gelecekle karşı karşıya kalacağının iz düşümüdür.

 

Bir inananın içkinlik farkındalığının ibadetleri sırasında görünür olduğuna hiç şüphe yoktur. Yaratılanın, Hz. Hakk’tan ötürü hoş görüldüğü bir iklim dünyasında bir müminin canlı ve cansız tüm varlıklara karşı mahviyetkarane tavır takınması onun kimliğinin en önemli nişanesidir;  değilse de hiç bir şey alameti değildir. Ölçülülük ve hakka riayet hem hacda hem de hac sonrasındaki yaşamında inanana taşkınlığa izin vermez. Hem fizikî hem de ruhî temizlik kimseyi incitmeme çevresinde bu tür bir saflığın inşasına imkan tanır. Ancak hakikatin bizatihi kendisinin hazmının zor olması gibi bir gerçek ortada durmaktadır. İnsanlık kardeşliği gibi geniş, kuşatıcı ve daha ilahî bir kardeşlikten, bile isteye dar bir kardeşlik tanımının tercihi karşısında ne söylenebilir ki?

 

Yukarıda zikredilen maddî ve manevî unsurlar sonucunda düşünmek gerekiyor; pekiyi hal nicedir? Milyonlarca insanın son derece dar bir alanda bir arada bulunmalarının zorluğu ortadadır. Herkes hakkına rıza gösterebiliyor mu? Öyle ki, en basitinden, konulmuş kurallar çerçevesinde kur’aya başvurudan eve dönüşlere değin eza ve hak hususunun gözetilmesinin gerekliliği, hiç şüphesiz inananların geleceğini kuracaktır. Geleceği kurmak, birinci vazife değildir; inananların birinci ödevleri anı yaşamaları ve hak ve hukuku gözetmeleridir. Ancak anı yaşama kalitelerine göre geleceği yaşamaları hasıl olacağından vaktin hakkının teslimi önemlidir. Hacca giden bir kişinin orada halleşmesi, kendi dilinden olanlardan başlayarak farklı milletlerden dindaşları ile temasa geçmesi ümmet olmanın meyvesi olacakken insanların mezhep, kabile ve kısacası asabiyelerle bölük bölük olmaları karşısında pek çok kimsenin şaşakaldığını görmek üzücü olmaktan da ötededir. Böylesi bir tecrübenin sonucunun ne olacağı hal ve ilim ehlinin malumudur. Fikrî mensubiyet de başta olmak üzere dinî pratiklerin yakınlık oluşturduğu beraberliğin diğer müminlerde kırgınlık yarattığını görmek ne derece zordur? Müminlerin birbirleri ile buluşup bakışla ve tebessümle de olsa anlaşmasına imkan tanımazsa ümmet nasıl olunacaktır? Millet millet, topluluk topluluk, okul okul, yol yol, mahalle mahalle ve nihayetinde mescit mescit ayrılmış parçalardan bir bütün nasıl oluşturulabilecektir?

 

İç dünyanın imarı konusunda Arafat’ta vakfe, Meş’ari’l-haram’da intikal, cemerat yanında tavaf ve sa’ydaki tavrın, yarın konusunda bir işaret taşıması gerekmez mi? İncinilse de kimseyi incitmeden ibadet edebilme gayretkeşliğinin ilahîlik yanında yüksek bir ahlakın sonucu olduğu meydandadır! Öyle olunca amel heykeli inşa edilirken ubudiyet yumağının darmaduman edilmesi hangi örnek şehrin [hadariyet] kurulmasına hizmet edecektir? Tavafa giriş, tavaftan çıkış, sa’y ederken önde ve yanlarda olanların hakları nasıl korunabilecek, tecessüsün peşi sıra tertip ve düzen yoksunluğu zoraki bir şekilde edep ve adabı inşaya ne denli yetecektir? Farklı amelî okullardan olsalar da bir başka mümini rahatsız etmek hangi hakka ve vicdana sığar misal olarak? Hz. Peygamber’in sayısız örneği dururken ibadeti esnasında bir başkasına zorlukla mukabele etmenin de derin bir toplumsal anlamlı sonucu olmalıdır. Hacerülesved’e gösterilen teveccühün artık bir hürmet ve istilam olmaktan çıkıp farz seviyesindeki bir mevkiye yükseltilmesinin yukarıda dile getirilen maddî davranış biçimlerinin en görünenlerinden birine örnek olarak verilebilir. Bu ulvî sünneti yerine getirmek için sıraya girmek ve herkesin kendi sırası geldikçe bu vazifeyi ifa becerisi dururken bir karmaşa halinde ezaya sebep olmaklığın sonucunda kültürlerin timsali olan şehirlerde nasıl bir düzen kurulabilir?

 

Dış dünyanın ümranı konusunda da imanın önemli bir belirti olduğunun telakkisi için çok sebep bulunmaktadır. Geleneğe ve geçmişte yaşayanlara hürmet edilmeksizin hatıraların yerle bir edilmesi, inananlara güzel örnek olabilecek maddî ve manevî kültürün kurulmasına da imkan tanımaz. Bizzat Mekkete’l-Mükerreme’nin hatıralardan soyutlanması inananların yeni dünya anlayışlarının bir tezahürü değilse neyin tezahürüdür? Batı dünyasının ahlakî arka planı eleştirilirken köksüzlük ideal bir ölçü olarak kullanılabilir mi? Ölçü olarak belirlenmiş ve hürmeti de içinde barındıran taşkınlık dışı tevazunun kitaplarda kalmasının sadece Mekke ile sınırlı olmadığı aşikardır. Şimdi inananların yaşadığı şehirlere bakıldığında Batı kültürüne karşı örülen apolojilerin bizzat ve fazlasıyla yapılıyor olması şehirleri şehirlerden çok insan deposuna dönüştürmüş olmasına kulakları tıkamak bir işe yarayamayacaktır. Mekkete’l-Mükerreme ile Medinete’l-Münevvere’ye bakıldığında inananların kurdukları ve idare ettikleri şehirlerin ölçüden uzakta sırf beton yapılardan mürekkep olup olmayacağı da geleceğe dair fikirleri kuntlaştırmaktadır. Tihame boyunca dünyanın en eski taş ocaklarının bulunduğu bir coğrafyada tevazu ölçüsünden uzakta ve toplu taşımadan nasiplenmemiş merkezileşmiş şehir örneği ile nereye kadar gidilebilir ki? Bugün coğrafyanın neresine bakılırsa bakılsın şeddadî binalar remiz haline gelmiştir. Bunun aksini iddia etmek mümkün müdür?  İlim konusunda ise ne Mescid-i Nebevi ne de Mescid-i Haram’da bu işin temsili anlamında kütüphaneler kurulabilmiştir. İnananların şehirlerinde örnek kabilinden teknik ve entelektüel mükemmellikte kütüphaneler de bilime susamış dimağları kandıracak ölçekte değildir. Bu şehirler arasında bir bağ vardır. Ne yazık ki biri diğerine benzemektedir!

 

Belli bir zaman diliminde ve coğrafî sınırlar içinde yaşamın ufak ancak yoğunlaştırılmış bir parçası olarak haccın inananların mevcut yaşayışlarının bir kesiti olduğu ileri sürülebilir mi? Şayet sürülebilirse inananların kendilerine güzellikle ve içtenlikle şu soruyu sormaları gerekir: Halimiz ve tavrımız nicedir? Umurumuzu yani işlerimizi, canlı ve cansız alemle olan ilişkilerimizi, evren ve kainatla olan irtibatımızı ne şekilde kuruyor, hak ve hukuku ne ölçüde yaşama geçirebiliyoruz? Samimiyetimiz ve gayretimiz hangi ölçüdedir ve bunu ikmal etmek, diğer bir değişle övülmüş olan kemal [olgunluk] seviyesine eriştirmek için neler yapıyoruz? Sözümüzle özümüz bir midir? Hac bu anlamda inananların yaşamından bir kesit, bir beyyine, bir hüccet, bir berat ve bir işarettir. Kalu belada verilen sözlerin aleni ispatı, yüze tutulan aynadır. Orada görmek istenilen değil gerçek yüz görülür. Çünkü hakikat ne ise görülen odur!

- Advertisment -