Ana SayfaManşetBir hissiyat yazısı: Değişmeyen tek şey değişmeyenin hüznü

Bir hissiyat yazısı: Değişmeyen tek şey değişmeyenin hüznü

Gerçek bir değişim, “marifet”in değil zihniyetin değişmesi, kolay değil. O yüzden değişime dair aforizmalar da siyasette “Değişmeyen tek şey değişmeyenin hüznüdür” faslından seyrediyor epeydir. “Siyasetin cilveleri”yle umutlanmışsın. Sonrası, “elde var hüzün”. Meğer “siyaseten” öyleymiş. Hâl böyle olunca idrak da etkileniyor, ruh hâli de... Siyasette “söz”ün kıymetsizliğini normalleştirmenin bedeli.

Öyle ya da böyle… “Değişim” kaçınılmaz. Heraklitos’a mal edilen o meşhur “Aynı nehirde iki kere yıkanmak imkânsızdır” aforizması ondan hâlâ kulak çınlatıyor. Sesleniyor uzaktan: “Heraklit Heraklit, akar suya kabil mi vurmak kilit?” Nâzım Hikmet’in o dizesinin ritmi, kafiyesi kulağımı örselese de, duyuyorum arada.

Zamanla, yorumu, mânâsı, ulaşılan derinliğiyle o da “değişiyor”, değiştiriliyor. Halil Berktay o deyişin “daha çok, ‘Aynı nehirlere girenlerin üzerine başka ve daha başka sular akar’ diye çevrilebileceğini” vurguluyor mesela. Heraklitos’u “ilk ve klasik Marksistlerin, hafifçe değiştirdiğini ve biraz tek yanlı yorumladığını” hatırlatıyor:

“Âşikâr ki burada ciddî bir sorun var. Heraklitos ‘aynı nehir diye bir şey yoktur’ mu diyor? Nehir hem aynıdır, hem değildir mi demeye çalışıyor? Dikkat edilirse, hem ‘aynı nehir/ler’ hem ‘başka ve daha başka sular’ ifadelerini kullanıyor.

Ne anlama gelebilir? Nehir bir bakıma aynıdır, çünkü oradadır, üç aşağı beş yukarı bildiğimiz yerdedir, bize tanıdık gelen mecrası ve yatağından akmaktadır. (…) Ama bir bakıma da aynı değildir, çünkü tuttuğu, taşıdığı su değişmektedir habire. Nehre girdiğimizde üzerimize gelen ‘başka ve daha başka sular’ yatağını da kazıp değiştirmektedir hafiften hafiften. Bu da işin aynılık veya devamlılık değil farklılık veya değişim yanıdır. İkisi, Heraklitos’tan Marksizme geçen bir başka fikirle söyleyecek olursak, ‘zıtların birliği’ni oluşturur.” (¹)

“Sevdalı idrak”ın yanılsamaları

Değişimin, yıllardır akıp giden “nehir”in değişen özelliği,  onu seyredenin, kıyısında dalıp gidenlerin düşüncelerini de etkiliyor. Duygularını da… Coşunca başka, kurumaya yüz tutunca başka. Zaman geçince o kıyıda sen de başkasın.

“Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” sözünün de kulağa gelişi, “siyaseten etkisi” değişiyor zamanla… “Yatağı”-yorganı değişiyor. Zira o aforizma siyasette epeydir “Değişmeyen tek şey değişmeyenin (devam edenin) hüznüdür” faslından seyrediyor zihinlerde, gönüllerde.

Ömrünü yiyor bir şeylerin gerçekten değişmesi arzusuyla, özlemiyle yanan insanların. Değişim umudu kimi zaman vefasız, hatta zalim bir aşkın peşine/pençesine düşmek gibi sanki. Bazen öyle -gönüllü- bir yanılsama ki, gözünü, kulağını, duygularını, hatta algını etkileyebiliyor. Sevdalı idrak…

“Marifet”in değil zihniyetin değişmesi

“Siyasetin cilveleri”yle umutlanıyorsun. “Sonunda bana baktı, yüzüme güldü, ne hoş şeyler söyledi” diyorsun hevesle. Değişim gerçek olmasa da siyaset vitrininde, çağıran sloganında öyle, “mış gibi” durabiliyor. Dükkâna girince, “elde var hüzün”. Epeydir “Aynı nehirlere girenlerin üzerine başka ve daha başka sular akar”ın siyasetteki etkisi de soğuk duş…

Zira gerçek bir değişim, “marifet”in değil zihniyetin değişmesi, kolay değil. Değişim uzun soluklu, insan İstanbul’daki o dik yokuşlu sokağın harika adı gibi “Tıknefes” zamanla. Zihniyet değişmedikçe kuşağın, neslin değişmesi de yetmiyor cefasından kurtulup sefasını sürmeye.

Hoyratlığı normalleştirmemek

Ama bir yandan da değişiyor bir şeyler. Duygular, düşünceler, hesaplar, denklemler değişiyor. Adımlar atılıyor bazen, “aldım verdim”… Adımlarını kerhen, hatta alıştığı gibi ayağına basarak atsa bile kâle almaya, düşünmeye, tartışmaya değer. Önemli, “oyun”un sürebilmesi, “oyunbozanlığın” sana da sirayet etmemesi için. Tabii o hoyratlığı normalleştirmemek, değişmeyenin ne olduğunun farkında olmak, onu hatırlatmak kaydıyla.

Öte yandan değişim deyince makyajın da aklını alması, kafanı karıştırması, duygularını etkilemesi olağan çoğu zaman. Bir şeylerin değişmesini asla istemeyen “hükümdar”lar bile bunu söylemini, üslubunu, vitrinini değiştirerek sağlamaya çalışıyor. Hatta terminolojiye dilini acıtan kavramlar bile ekliyor: “Müşfik diktatör…” Bir şeylerin değişmemesi için de bir şeylerin değişmesi lazım çünkü.

Bu minvalde siyasetteki “yeni vitrin”ler de pek şaşırtmıyor bazı insanları. Lâkin her siyasetçideki “değişim”in seyri her zaman, her hâliyle böyle tesir etmiyor insana. Böyle bir ülkede yine şaşırmıyorsun belki ama tansiyonun aynı olmuyor.

“Laf gemisi”nin menzili

“Bir dediğinin bir dediğini tutmaması”nın bir tür huya, karaktere, “günlük siyaset”e, bir nevi “devri devran”a dönüşmesi, normalleş(tiril)mesi başka bir şey. İnsanın söyledikleriyle yaptıkları arasındaki farktan öte, anında arıza. Sinir uçlarına temas ediyor. “Yahu” yani…

Bugün, bu ülkede geldiği/getirildiği duruma bakarsan, “Siyaset öyle bir şey”… Hâl böyle olunca “Siyaseten öyle söylemiştir” deyip geçen de çok. Söylenen, öfkelenen de… Böyle fasıllarda “söz” başka bir şey, “laf” başka. Ama lafla her yanından su alan devletlû gemini yürütmek bu denli menzilli gelince ne gam.

“Siyaset söyledim” geleneği

“Söz”ün kıymetsizliğini normalleştiren “Siyaseten öyle söylemiştir”in de bünyeye etkisi farklı. “Tanı”sı, tedavisi, mücadelesi de… Tanıl Bora Birikim’de geçen ay (26 Ekim) yayınlanan “Siyaseten söyledim” yazısında değiniyor. Yazısının ilk cümlesi, Devlet Bahçeli’nin Özgür Özel’e söylediği “Birbirimizi kırmıyoruz inşallah, bazen siyaseten söylememiz gerekenler oluyor”…

“Siyaseten söyledim’ sözü, bizzat bir siyaset kurumudur. Geleneği vardır.” vurgusuyla yakın tarihimizden örnekler de sıralıyor yazısında. Örneklerle zirve yapıyor o “gelenek”. Birisi 2019 seçimlerinde Binali Yıldırım: “Ben oyların çalındığını siyaseten söyledim, hukuken değil.” Bora’nın deyimiyle “bir nevi namus belâsı”na söylenen sözler… Yazısını “Söze kıymetini iade etmeli” diyerek bitiriyor. Ve derin bir mevzuya açılıyor gıcırdayan kapılar.

“Siyaseten söyledim”le sözün bir kıymeti, demagojinin, yalanın bir hükmü kalmıyorsa, durum göründüğünden vahim. Ve bu vahâmetin, yani sözlükteki anlamıyla “Güç ve tehlikeli olma durumu”nun AK Parti’yle zirve yaptığını söylemek mümkün. O vecize artık “İnsanlar hukuken değil ‘siyaseten’ cezaevine atılıyor” iddialarıyla da pasaklı, dökülüyor. Evinden götürülenlerin Twitter’a attığı “Gözaltına alınıyorum” mesajı hashtag oldu neredeyse.

Soru sormak yine yasak

Böyle bir havada CHP Genel Başkanı Özel kendisine, partisine olmadık laflar eden Bahçeli’nin “Birbirimizi kırmıyoruz inşallah” temennisine “Herkes doğru bildiğini söylüyor. Önemli olan saygıda ve sevgide eksiklik göstermemek” karşılığını verse de ne hissetmiştir bilmiyorum. Buralarda siyaset -bilhassa- öyle bir şey ya… Ama ben -haddim olmadan- kırılıyorum, üzülüyorum mesela. Siyaseten değil hakikaten. Tavşanın dağa küsmesi sanattır bence. Artık neredense “doğru bildiğinde” inatlaşmamak da…

Yeri gelince “Siyaseten söyledim”den sadece muhatabı değil herkes payını alıyor. Neden sonra “Deyiveriyor, yapıveriyor” bir şeyler… Bir cümle, hep cevapsız kalan soru(n)lara bir “yanıt” yuvarlanıyor tepeden. Velâkin soru sorman yine yasak! Nedir, ne değildir, senin tahminlerine, çıkarımlarına, duygularına emanet. Bir zamanlar gazetelerdeki, haberlerdeki o meşhur “Güvenilir kaynaklardan alınan bilgilere göre” vurgusu bile kalmamış artık.

Bahçeli’nin Serbestiyet’ten Hilal Köylü’nün “aykırı”, “sorulamayan sorusu”na tek karşılığı yine aynı makamdan, “Mesleğini bırak(sın)”… “Meclis’in rutini” soru önergesi bile yıllardır otomatik “yanıt reddiyesi” olarak işliyor anında. Hani denk getirip, gözünü karartıp sorsan… Yanıtı da kırıcı. Nafile…

Kabahatin büyüğü kimde

Kelimelerin, deyimlerin mânâsını, hatta kulağa temasını değiştiren, “sözün kıymeti”ni örseleyenher telden siyasetçiler hissiyatını, kimyanı da etkiliyor. “Hak, hukuk, adalet” diyor mesela ne güzel… Tavşan misali kızarıyor gözün, bakışın kararıyor, görüşün bulanıyor. O kavramlar onun dilini acıtmıyor, sen cevapsız sorularınla baş başa, lâl kalıyorsun.

Tamam, değişim “siyaseten ayar”, -uygun- zaman gerektiriyor. Ama bir miktar ona uygun hissiyat, ruh hâli de… Ki hiç kolay değil. Maalesef… Hissiyatın değişmesi, insanın kendini iyi, umutlu hissetmesi güven duygusuyla, beklentileri, öyle ya da böyle “tecrübeleri”yle yakından ilişkili.

Geçmişi, yakın geçmişi bir yana “dün”ü (yani son 24 saati), bugünü güven uyandırmaya başlamalı ki, yarına dair bir umudun olsun. Aklınla duyguların arasındaki geçimsizliği biraz çözesin, akla, vicdana uygun bir çözüme ulaşasın. Bunun gerekliliğini önemseyesin…

Güven duygusunu yitirmek, öyle bir ruh hâli elbette hayırlı, çözümü besleyici değil ama bu vahim kayıpta umut suikastçılarının, hırsızlarının, vaat spekülatörlerinin hiç mi kabahati yok? Siyaset öyle bir “şey” olduysa, insan da böyle bir şey o zaman.

Geminin yükü neden ağır

Kurumsal güven kaybının normalleştiği, gazetecinin gazeteci, hâkimin hâkim, emniyetin emniyet vs. olma vasfını yitirdiğini bir ülkede liderlerin, politikacıların lider, politikacı olma vasfını neden sorgulamayalım? Hâlini, sıfatını, niteliğini neden hatırlatmayalım…

Yeminle “vekili” oldukları insanlara, onları seçenlere, lafı bile edilmeyen “sivil toplum”a az biraz itibar edilsin ki, sen de sözlere itibar edesin, güven duyasın. “Seçilmişler”e bile itibar edilmiyorsa, kayyım otomatiğe bağlanmış, “gündelik” hayatın “normal”lerinden olmuşsa, nasıl?

Üç buçuk yıl önce AK Parti 7. Olağan Kongresi’nin ana sloganıydı “Güven ve İstikrar”.  “Yeni bir döneme giriş”in ifadesi olan kongrede,  o sloganla şarkısı bile yapılmıştı: “Sen Ben Yok Hep Birlikte Türkiyem”… Devamında “Umutla dolu yarınlarımız /Gidiyoruz biz aynı gemide”…

O geminin yükü yıllardır asla yanıtlanmayan, ima bile edilemeyen, üst üste yığılan sorularla da ağır. Yükü artık tartıya gelmeyen sorunlarla da… Güven ve istikrar desen fırtınada kaybolmuş. Üç buçuk yılda başına neler gelmiş cümle tayfasının.

“Hâl-tavır-gidişât” notu

Soru bile soramıyorsan, sorulardan sorumlu, yanıtlarda yetkili makamlar medyaya -güzelce- yerleşen deyimiyle “sessizliğini koruyorsa” duyguların da önemli. Ruh hâli… Hiçbir şey kestiremiyorsan o (da) konuşur o zaman.

Duyguları onarmak, değiştirmek, aklın, muhakemenin yolunu “muhabbet”le, konuşarak açmak, aralamak da öncelikle iktidarın görevi. Eski karnelerdeki gibi “hâl-tavır-gidişât”ı tek notla geçiştiremiyorsun.

Hâlinle, tavrınla aynı duyguları uyandırarak düşüncelerin, duyguların değişmesini beklemek yokuşları iyice dikleştiriyor. Her düşünceye bir duygu eşlik ediyor zira. Duygularla aklın her zaman aynı yönde yürümüyor, koşmuyor. “Kendi kendine” mırıldanmaman, söylenmemen, masallardaki gibi “az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim”i “bir arpa boyu” ile ölçmemen, o duyguyla dinlememen için bunun da farkında olmak gerek. Ruh hâlini hep birlikte gözden geçirmek.

Bu atmosferde, duygularını, hissiyatını açıkça ifade etmek de hakkın. Böyle bir “hissiyat yazısı”, hislerini kaleme dökmek de gerekli. Ki aklın, muhakemenin önüne örülen duvarlar da hissedilsin. Önemsensin, yok sayılmasının.

“Gündem”deki sorun

Geçen pazar “O dün bugündü: İade-i itibar kimin ihtiyacı?” yazımda 24 yıl önce, 16 Kasım’da memleketin uzakta, sürgünde ölen Ahmet Kaya nezdinde, sanatçılara “siyaseten verilen, gösterilen itibar”a da değinmeye çalışmıştım. Eline “Yılın Müzik Yıldızı Ödülü”nün verildiği törende “Kürtçe bir şarkı yapıyorum” deyince kopmuştu kıyamet.

Değişen birçok şey var o zamandan bu yana. Ama o yazımın finalindeki o vahim soru hâlâ asılı duvarda: “Ahmet Kaya yaşasaydı, konuşsa, söylese/söylenseydi akıbeti bugün ne olurdu?”

Böyle soruların yanıtını da kapsayacak bir “değişim tahayyülü” bugün “Kürt meselesi”yle gündemde. Bir bakıma duygularımı aktaran bu yazımın düşüncelerimi de karartmaması için umut belki orada. Öyle ya da böyle “gündemde” zira.

Duvarlar ve kapılar…

“Herkes” konuşuyor, o “mesele”yi bir mesele olarak kabul etmeyenler, mesele edenlere ağzına geleni söyleyenler bile… Beni yazımdaki hissiyata mahkûm edenler, “sözün kıymetini” tahrip edenler dâhil. Az biraz da olsa, meşrebi-mezhebiyle de seyretse tartıya, tahayyüle, “akla” gelmesi bile kıymetli.

Pek konuşulamayan, vaktiyle konuşulup, adımlar atılıp da “hüsran”la sonuçlanan, o nedenle bugün de “bir daha” konuşulmamasına altlık yapılan hayâti bir mesele yeniden “güncel”. Duyuyoruz, okuyoruz her gün. Konuşuyor, kimi zaman “kendi doğrularımızdan hareketle” de olsa, olumlu-olumsuz “tartışıyoruz”. Duvarlar da ortaya çıkıyor, aralanması gereken kapılar da…

Çok önemli… O yüzden kabulünden öte peşinen reddi hissiyat değil akıl, muhakeme, vicdan gerektiriyor. Tabii değişmeyi kendimize de reva görüyorsak. Yoksa değişmeyenin hüznünde payımız da ağır… Kapıları kapamanın, yine “kendi kendine” kalmanın bedeli, üzerine almasan bile sorumluluğu da. Tedbirli olmak, sorularını seslendirmek, uyarmak başka, reddetmek başka… Değişim senin de elinde.

Nâzım’ın hüzünlü hayranlığı

Son yerine girişteki şiirden söz edeyim. Nâzım Hikmet’in 1932’de basılan “Benerci Kendini Niçin Öldürdü” kitabının “Birinci Bap”ındaki şiirin adı “Bir Genç Adama… Hakim Heraklit’e… Yıldızlara ve Aşka Dairdir…” O şiiri yazdığı yıllarda da değişmiş bir şeyler. Mesela üyesi olduğu TKP ile ilişkileri… Bazı yorumlara göre o şiiri TKP’den uzaklaştırılmasıyla noktalanan bir sürecin de ifadesi. O hissiyatla yazılmış…

Şiirdeki genç adam şehirden uzakta, efkârlı, hüzünlü gibi. Ama şehirden geçen nehir ayaklarının dibinde. Akıyor… “Piposunu çıkarıyor cebinden, aranıyor kibriti. Bakıyor akan suya düşünüyor Heraklit’i. Kim bilir belki böyle bir akşam, böyle bir akşam, Heraklit alnını yeşil gözlü zeytinliklerde akan suya eğdi ve dedi: – Her şey değişip akmada, bu hâl beni hayran bırakmada…

(¹) “Marksizm ve ahlâk (4) Göreliliğe karşı, örtüşme ve devamlılık”, Halil Berktay, Serbestiyet, 22 Temmuz 2018.

YAZI RESMİ: Frida Kahlo, “The Bus”, 1929. (Kadrajlı)

- Advertisment -