Sokağı küfür kıyamet oynadıkları futbolla gürültüye boğan, 8-10 yaşındaki mahallenin oğlan çocukları, yorulup penceremin önüne oturarak sohbete başladılar;
– Bence o seni kesin döver.
– Dövemez, ben ondan büyüğüm.
– Önemli olan yumruk.
– O zaman ben döverim ki…
Konuşma bu minvalde sürüp gidiyor.
Neden böyleler?
Niye erkek çocukları bu kadar şiddete meyilli, rekabetçi, kavgacı olurlar?
Çünkü bu, genlerinde var ve savaşmayı en tehlikesiz biçimde, kendi sürünün bireyleriyle savaş oyunları oynayarak öğrenebilirsin.
İnsanoğlunun yüzbinlerce yıllık evriminde, hayatta kalabilmesinin tek yolu savaşmaktı. Biyokimyaları bu şekilde programlandı. Şiddet alarmıyla aktive olan beyin, daha yüksek hız ve daha büyük kuvvet için vücuda adrenalin basmayı öğrendi.
Kadınların ise sorumlulukları ve zorlukları erkeklerden biraz daha farklıydı…
Tabii ki onlar da ava, savaşa katılıyor, kaçıyor, kovalanıyor ve fiziksel mücadele veriyorlardı ama asıl sorunu gebeyken yaşıyorlardı.
Uzun ve zorlu bir gebelik geçiriyorlar ve bebekleri de diğer bütün memeli hayvanlardan çok daha uzun süreyle bakım gerektiriyordu.
Bunun sebebi yavruların başlarının, vücuda göre başka hayvanlardan daha iri bir beyin taşıması yüzünden çok büyük olmasıydı.
Diğerlerinin tersine insan, doğum sırasında anne ölmesin diye erken doğum yapıyor ve cenin gelişmesini dışarıda tamamlıyor, ancak birkaç yıl sonra ayakları üzerinde durabilir, tehlikeden kaçabilir hale geliyordu.
Bu yüzden dişi insan, erkek insandan görece daha zayıf ve narin olduğundan, şiddet anlarında erkeğe göre kaslarından çok aklını kullanma yeteneği geliştirdi.
Olasılıkla bir sürü hayvanından farklı bir hayat sürülmediği zamanlarda (ki bu yüzbinlerce yıl demek), grubun kuvvetli erkek bireyleri savunma-saldırı çemberinin en dışında yer alıyor ve çember kuvvetliden zayıfa, dıştan içe oluşturuluyordu.
İç merkezde, gebeliği ileri düzeyde olanların bulunduğunu tahmin etmek zor değil. Ve yine tahminen o iki canlıların hemen yanında da hem onları koruyup gözeten hem de tehlikeden en uzak oluşları ve tecrübeleriyle gruba komuta eden ihtiyar kadınlar vardı.
Peki, ihtiyarlar neden kadın olmak zorunda?
Çünkü yukarıda anlatılan bu çember, tehlikeden uzak tutarak, dişi bireylerin yaşamının erkeklerden görece daha uzun olmasını sağlıyor ve tabii çatışmaya uzaktan bakarak taktik geliştirme becerisini de kazandırıyordu.
Konuşma yetisinin de aynı süreçler sonucu önce kadınlarda geliştiğini düşünmek, mantıklı görünüyor.
Geçtiğimiz günlerde vizyona giren, ünlü Mad Max serisinin 4. Filmi “Fury Road”un yönetmeni Dr George Miller, bugün 70 yaşında (3 Mart 1945 doğumlu).
Miller, serinin ilk filmini çektiğinde ise (1979/Mad Max) 34 yaşındaydı.
Yani ortalama bir insan bireyin tüm yaşamsal fonksiyonlarının zirvede olduğu ve sonrasında ölüme kadar sürecek bir düşüşe geçtiği 35 yaşın bir yıl öncesinde.
İki yıl sonra Mad Max 2’yi ve dört yıl sonra da serinin üçüncü filmi ‘Mad Max Beyond Tunderdome’u çekti Miller ve geçtiğimiz yıla kadar da konuya bir daha dokunmadı.
Tunderdome ilk iki filmden bazı bakımlardan farklılıklar içerse de 3 filmi de ortak öğeler etrafında dönüyordu Miller’ın.
Kıyasıya bir rekabet, sadece en güçlü olanın hayatta kalabildiği, şiddete kesmiş bir dünyada sürekli kaçma ve kovalama ile sınırlı kaynaklar üzerine verilen, bitmez, tükenmez bir kavga…
Kadınların nadiren görüldükleri ve olay örgüsünde ancak birer detay olabildikleri Mad Max dünyasının hâkimi, kayıtsız şartsız erkeklerdi.
Kadınlar birer ganimet, su, yiyecek, cephane ve benzin türünden kısıtlı kaynaklardan biriydi neredeyse…
Ancak serinin son filmi, ‘Fury Road’ yüzeysel bir bakışla olmasa da biraz derinlikli incelendiğinde, katmanlı yapısının yüzeyden hemen alttaki seviyelerinde, yukarıda sözü edilen 3 filmden ayrılıyor.
George Miller 30 yıl ara verdiği serinin son filmine, verdiği ara boyunca edindiği düşünsel kazanımları, bazen en yüzeyde, bazen ise daha gerilerde kurduğu bir simgesel örgüyle, eklemiş görünüyor.
Ve bu örgü hep aynı şeye işaret ediyor; Yaşam=Kadın.
Film, gezegeni o bildiğimiz çorak, kıt kaynaklı kaotik haline getiren nükleer savaşa bir göndermeyle başlıyor.
Tüm hikâye boyunca sadece 2 planda görülebilen ve neredeyse hiç değinilmeyen “yiyecek” meselesinin öznelerinden biri olan 2 başlı bir kertenkeleyle. (Diğer özne ise bir böcektir ve her ikisi de filmin “iyi” erkek kahramanlarınca tüketileceklerdir.)
İlk etap, Mad Max serilerinin klasik örgüsünde bir şiddet senfonisiyle ilerleyip, Max’in yakalanması, kaçması, sonra yine yakalanıp, filmin (aslında cinsiyetsizleştirilmiş) ilk kadın kahramanıyla tanışmasına ve ikisinin ancak, ortak düşmana karşı birleşmesiyle bitirebildikleri kavgalarına kadar sürüyor.
Kuraklıktan sonsuz bir çöle dönüşmüş, artık üzerinde tek bir otun bile bitmediği toprağıyla gezegenin, bilinen tek ve sınırsız su kaynağını da bu evrede öğreniriz.
Ama çok geçtir.
İnsanlar artık ağaç gördüklerinde tanıyamaz hale gelmişlerdir.
-Zinciri şu şeye bağlamalısın!
-Ağaç! O bir ağaç.
Ancak kaynak, kullanımını eline geçirmiş ve bu sayede büyük bir insan grubuna hükmedebilen,
acımasız, hastalıklı, çirkin bir füturistik derebeyi hakimiyetindedir.
Kaynak sonsuz olmasına rağmen, insanlara ancak boyun eğdikleri sürece (o da çok kısıtlı olarak) ve lideri yücelten bir törenle açılmaktadır.
Max’i, cinsiyetsizleştirilmiş kadın kahraman Furiosa ile ortaklaştıran sürecin merkezinde ise, onu geçmiş egoist seçimlerinden duyduğu pişmanlıklardan ve kâbuslarından kurtaracak, korunması gereken biri hamile 5 kadın vardır ve mücadele artık onların üzerine gelişecektir.
Furiosa’nın anılarında yaşayan “Yeşil Diyar”dadır kurtuluşları.
Zorlu bir mücadeleden sonra hedeflerine ulaştıklarında onları bekleyen, sonradan büyük bir umuda dönüşecek hayal kırıklığıdır.
Furiosa, geçmiş toplumundan hayatta kalabilmiş birkaç kişiye kendini, annesinin ve kendisinin adından oluşan bir tamlamayla tanıtır.
Yeşil Diyar, artık yok olmuş bir kadınlar topluluğudur çünkü.
Film boyunca birkaç kere sorulan “bütün bunlara kim sebep oldu?” sorusunun sorulması biter ve ikinci etap başlar.
Suyun hâkiminin olduğu yerden kaçanlarla, ellerinde Yeşil Diyar’ın mirası tohumları tutanlar birleşir ve erkeklerle kadınlardan oluşan bu grup, kaynağa doğru birlikte, gerisin geri yeni, zorlu ama sonu “hayat” olacak yeni bir yolculuğa çıkarlar.
Ursula le Guin’in dediği gibi, “asıl yolculuk geriye dönüş” değil midir zaten?
*Yazı biraz uzun oldu galiba… Keşke okuyacağınıza gidip filmi seyretseydiniz.