[9 Aralık 2015] Bazı metinleri anlamak çok zor olabilir. En başta kutsal kitaplar böyledir. İster İncil’in bazı bölümleri, ister Kuran’ın sûre ve âyetleri, ateşli ve esrarlı ifadelerle, görünüşte sadece birkaç cümle içinde birçok anlam katmanını içerebilir. Şiir de böyledir; dönemine ve şairine göre, söz dizilerini normal sentaks içinde kullanmayan, grameri kırıp parçalayan, bir imgenin karmaşık çağrışımları yoluyla çok şey söylemeye, daha doğrusu hissettirmeye çalışan, günlük kullanıma kıyasla çok yoğun ve kapalı bir dil kullanır.
İnsan ve toplum bilimlerinde yararlı bir yöntem
Ungaretti’nin 1919 tarihli Mattina (Sabah) şiiri, örneğin, sadece iki satır ve iki kelimedir: M’illumino / d’immenso. İngilizcesi: I illuminate myself with the immense. Veya: Immensity illuminates me. Türkçesi: Kendimi sonsuzlukla aydınlatıyorum. Veya: Sonsuzluğun şavkı vuruyor bana. Veya: Sonsuzluğun içinde yıkanıyorum. Veya: Sonsuzluğu kucaklıyorum. Veya: Sonsuzluğu içime dolduruyorum. Veya: Kâinatın sonsuzluğuyla bütünleşiyorum. Tanyerinin ağarışını, güneşin doğuşunu, gökle denizen birbirine karıştığı ufkun uçsuz bucaksızlığını — aslında bu sözcüklerin hiçbir geçmediği halde — bir şekilde görür gibi olur ve içinize çekersiniz. Beethoven’ın Dokuzuncu Senfonisinin pes perdeden, sotto voce başlayan ilk beş ölçüsünün yarattığı, içinizi ürperten, tarifi imkânsız bekleyişler dolu atmosfer gibidir. O iki küçük satır, bu ve bir yığın diğer anlam-yorumunu sarıp kuşatarak, üstüste bindirerek, siz üzerinde düşündükçe gerçekten daha fazla sonsuzluğa açılır.
Tarihçinin üzerinde çalıştığı birinci kaynaklar da benzer dolayım ve saklılıklar içerebilir. İlk akla gelen yorum, her zaman doğru çıkmaz. Faraza bir yasa parçacığında “at hırsızlığı kesinlikle yasaktır ve ölümle cezalandırılır” diyorsa, bu, o toplumda at hırsızlığı diye bir şeyin olmadığına değil, tam tersine çok sık rastlandığına işaret edebilir. Benzer bir çıkarım, gerek Ortaçağ Hıristiyan ve gerekse İslâm âlemlerinde faiz ve tefecilik için de geçerlidir. Dün (8 Aralık Salı akşamı), “İmparatorluktan Cumhuriyete Türk milliyetçiliği”ni incelediğimiz bir derste, Mehmed Âkif’in Çanakkale Şehitlerine’sini, edebî özelliklerinden çok ideolojik bir belge niteliğiyle okuyorduk.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak
bölümünde durup, sizce burada savaşa ilişkin nasıl bir tavır söz konusu, diye sordum; bu, savaş aleyhtarı bir şiir mi, değil mi? Hemen birileri, “savaşın dehşetini betimlediğine göre savaş aleyhtarı” dedi. Bununla her yıl, her seferinde karşılaşıyorum. İyi bakın, dedim; parçalanan bedenlerin gerçek acısını mı hissediyoruz ve içimiz mi burkuluyor, yoksa yeryüzünün devlerin adımları altında sarsılışını andıran epik bir sahne midir seyrettiğimiz? Savaşa tepki ve nefret midir vardığımız nokta, yoksa “bomba şimşekleri”ni “göğsünün üstünde” söndüren “o arslan neferin” yanında olma özlemi midir? Neresi savaş aleyhtarı? Sonunda bütün dehşet tasviri gelip Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler mısraı ve devamına; Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman meydan okuyuşuna (ki altı yıl sonra İstiklâl Marşı’nda Benim de iman dolu göğsüm gibi serhaddim var şekline bürünecektir) gelip dayanıyor
Politikanın farkı; Demirtaş’ın politikadan farkı
Bu kısa gezintinin hatırlatmış olabileceği gibi, edebiyatta, ilâhiyatta ve tarihçilikte “şerh” veya “metin şerhi” diye bir sorun var. İngilizcesi exegesis veya yakın zamanlarda daha çok hermeneutics oluyor ki bu da Türkçede daha çok hermenötik diye karşılanmakta. Özetle, anlamlarının hiç olmazsa bir bölümünü gizleyen metinleri açarak, açıklayarak, uzak-yakın bağlam ve arkaplanlarıyla ilişkilendirerek yorumlamak demek. Herhalde, insanlar arasındaki her türlü ilişki ve iletişimde yoruma yer vardır, ama bu metin şerhi veya hermenötik hakikaten farklı bir mesele. Faraza siyasetin çok fazla metin şerhine gerek gösterdiği düşünülmez. Politikacılar sonuçta halk tarafından, kamuoyu tarafından, geniş kitleler tarafından kolayca anlaşılmak için konuşur. Onun için satır aralarında çok başka şeyler aranmaz. Hafif argo deyimiyle “harbi” konuşmak; ne kastediyorsa onu demek ve ne diyorsa onu kastetmek durumundadır.
Ama tabii, insan o kadar karmaşık ve sürprizli bir varlık, toplum o kadar eksik belirlenmiş ve sınırsız olasılıklara gebe bir süreçtir ki, bazen tersi de olur. Bir politikacı çıkar, öyle konuşur, öyle konuşur ki, elinizden sabun köpüğü gibi kayıp gider; bir o yana bir bu yana döner ve bir noktaya raptedilemez; acaba tam ne dedi, bir türlü anlayamazsınız. Hayır, ne Hitler örneğini vereceğim, ne Mussolini, ne de Stalin. İlk ikisi müthiş Faşist demagoglar olabilir ama kitleleri kendinden geçirip rasyonel düşünemez hale getirmeye yönelik bütün o vahşi, canhıraş, isterik lâf kalabalığının ardında, ne dedikleri ve ne yapmak istedikleri oldukça nettir aslında. Stalin ise asgarîlere indirgenmiş didaktik kuruluğu ve cevabı baştan belli evet-hayır sorularıyla apayrı bir kategoridir. Benim tarif etmeye çalıştığım özel kaypaklık ve her noktaya çekilebilirliğin — dolayısıyla her ağzını açtığında son derece titiz bir metin şerhine ihtiyaç yaratmanın — günümüzde en ilginç örneğini Selâhattin Demirtaş oluşturuyor.
Bırakalım geçmişte neler dediği ve yaptığını; tek bir örnek olarak, Amerika dönüşü HDP Grubunda yaptığı konuşmayı ve devamında, özellikle Syriza heyetini kabul ederkenki diğer açıklamalarını alalım. Barış, barış, barış. Bir yönüyle, Demirtaş’ın ağzından bal damlıyor. Kendisi ve partisi, kayıtsız şartsız barış taraftarı ve savaşa karşı. Hattâ bütün dünya öyle. Üstelik, “şu anda Kürt sorunu ile ilgili diyalog kanalları sonuna kadar açık.” Ama AKP bunları kullanmıyor ve savaşta ısrar ediyor. Çünkü bir tek AKP barışa karşı ve savaştan yana. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve onun şahsında AKP, “Kürt sorunun çözümünden PKK’nın silahları bırakmasını anlıyor, başka hiçbir şey anlamıyor.” Demirtaş aynen şöyle diyor: “AB üyesi devletler de bu konuda ısrarcıdır. Dünyanın tamamına yakını Türkiye’de müzakere isterken AKP savaş istiyor. Başbakan ‘O hendekleri kazanları hendeklere gömene kadar devam edeceğiz’ diyor. Bu çılgınlık politikasıdır. Her gün katliam yaşayan bir ülkeye dönüştük. Ankara, Suruç, Diyarbakır katliamların daha failleri bile bulunamadı. Suruç katilleri serbest, katledilenler tutuklanıyor. Türkiye’nin istikrarı bu. Yeniden müzakere masasına dönülmesi lâzım. Trafikte ters yolda giden tek araç AKP’nin aracı. Hükümet baskıda ısrar ederse biz de direnişte ısrar ederiz.”
İki yerde siyahlar benim ve hele bu son cümle özellikle önemli. Arkası da geliyor. “Çatışmalar devam ederse HDP nasıl bir politika yürütecek” diye sorulunca Demirtaş şöyle cevap veriyor (bütün siyahlar gene bana ait): “Bu baskı politikasında asla hükümetin yanında olmayız. Sokağa çıkma yasağı gibi faşizan uygulamalarda biz halkın tarafındayız. Hükümet savaş yanlısı biz barış yanlısıyız. Hükümet devletçi, biz halkçıyız. Hükümet baskıda ısrar ederse biz de direnişte ısrar ederiz. Hükümet müzakere yolunu seçerse HDP desteklemeye hazır. Biz her ikisine de hazırız. Halk haklıdır, hükümet haklı değildir. Bu zulmü durduracağız.”
Sorular, sorular
Şimdi durup düşünelim: Bu metnin bütünsel anlamı ne? Demirtaş habire hükümetin savaş yanlısı, kendilerinin ise barış yanlısı olduğunu vurguluyor. Esas mesaj bu; bütün dünya barış isterken, Türkiye’de tamamen barışçı bir HDP’nin karşısında tamamen savaşçı bir AKP yer alıyor. Fakat acaba öyle mi? Barış sözcüğünü yüksek sesle tekrarlamak ve karşındakini aksiyle suçlamak, bunu ispatlamaya yetiyor mu? Bunun doğru cevabı, (a) Demirtaş’ın hiç söylemediği ve sözünü etmediklerinde; (b) cümlelerinin satır araları ve iç çelişkilerinde saklı. Bazı kritik yerleri bunun için siyah yaptım. Sırayla, olabilecek en basit şekillerde, tane tane soralım bakalım: (1) Bu savaşın başka herhangi bir tarafı yok mu? (2) Savaşan sırf hükümet mi? (3) AB dahil dünyanın tamamına yakını “Türkiye’de müzakere” isterken, bunu sadece veya öncelikle AKP ve/ya hükümet tarafından mı istiyor? (4) Acaba aynı şeyi başka birilerinden, örneğin PKK’dan da istiyor olabilirler mi? (5) “Türkiye’de müzakere” isteyen bütün bu ülkeler, PKK’nın haklı ve hükümetin haksız olduğu kanısında mı?
(6) Diyalog kanalları “sonuna kadar açık” mı gerçekten? (7) Bir an için diyelim ki HDP, HDP olarak, gerçekten müzakere ve barıştan yanadır. Peki HDP (yani siz), KCK, PKK ve YDG-H adına (da) konuşabilir mi(siniz)? (8) Geçmişte ne zaman savaş değil siyaset deseniz, PKK çatışmaları durdurmalı deseniz, silâh bırakmalı deseniz, sizi hep terslemediler ve azarlamadılar mı, haddinizi bilin, buna karışamazsınız (ve hattâ Öcalan da karışamaz) diye? (9) Bu koşullarda, hükümet çatışmalara son vermeyi sizinle, HDP ile müzakere edebilir mi? (10) Bu konuda sizin ne gücünüz var ki, dediğinizi (PKK’ya) yaptıracak? (11) Öyleyse PKK’ya nasıl kefil olabilir ve “diyalog kanalları açık” ve hem de “sonuna kadar açık” diyebilirsiniz?
(12) Demirtaş’ın söylediklerinin göbeğinde, tam ortasında, kocaman bir boşluk ve derin bir sessizlik alanı yok mu, bu savaşın nasıl çıktığına dair? (13) Sahi, kim ilân etmişti bu savaşı başlatacağını, Temmuz ayının ilk yarısında (daha Suruç bile yokken)? (14) Özgür Gündem’de ve diğer KCK-PKK medyasında kim/ler (i) bütün şantiye, yol ve karakol yapımlarına müdahalede bulunacağını duyurdu; (ii) “yeni bir devrimci halk savaşı” aşamasına gelindiğini yazdı; (iii) Kürt halkını “özsavunma” hazırlıklarına çağırdı; (iv) Ceylanpınar’da iki polis memurunu “Suruç’a misilleme” olarak öldürdüklerini HPG sitesinden göğsünü gere gere ilân etti de ancak bir hafta sonra reddetmeye, bizimle ilgisi yok demeye girişti; (v) bu sonradan düşünülmüş tevil yollu inkâr/ikrar bir yana, şehir ve kasabalara büyük güç yığıp kent gerillası ve ayaklanmalarına hazırlanmış olduğu ortaya çıktı? (15) Bugün de Kandil diye anılan PKK önderliği, bu savaştan vazgeçmeyeceğini sürekli beyan etmiyor mu?
(16) Bu koşullarda, hükümetin “baskı” politikasından söz etmenin anlamı ne? (17) Ortada çatışma yok da tek taraflı bir “baskı” mı mevcut? (18) PKK orada burada pusu kurmayı, asker ve polis öldürmeyi, lağım patlatmayı sürdürüyor mu, sürdürmüyor mu? (19) Gene PKK, “özyönetim” ilân ettiği-ettirdiği il ve ilçe merkezlerini, ikide bir YPG-H’lileri ve hattâ dağ kadrosundan getirttiği gerillalarıyla işgal ediyor mu, etmiyor mu? (20) Bu mahallelerde barikat kuruyor, hendek kazıyor ve tuzaklıyor, üslenip oradan sağa sola ateş açmaya girişiyor mu, girşmiyor mu? (21) Bizzat bölge, yöre ve mahalle Kürtlerinden, her aileden en az bir kişi hesabıyla ve zorla asker yazmaya, haraç toplamaya, uymayanların evlerini “ihanetçi” diye ateşe vermeye veya bütün varlıklarına el koyup kovalamaya kalkıyor mu, kalkmıyor mu? (22) Bu durumda, taraflar “devlet ve “halk”tan mı ibaret? (23) İki taraf mı var, üç taraf mı (devlet, PKK ve Kürt halkı)? (24) Demirtaş bunu ikiye indirip “halkın tarafı” derken neyi ve kimi, kimleri kastediyor? (25) “Halkın tarafı” PKK ve YDG-H midir? (26) Demirtaş net söylesin; PKK’yı “halkın tarafı” olarak mı görüyor? (27) “Halk haklı” derken, PKK’nın hendek kazıp tuzaklama, barikat kurma, sağa sola ateş açma “hakkı” mı telaffuz edilmeye çalışılıyor?
(28) Bu çerçevede, ne yapıyor hükümet, “baskıda ısrar” anlamında? (29) Ya da tersten alırsak, hükümetin “baskı”dan vazgeçmesi için ne yapması gerekiyor? (30) Hendek ve barikatlarla kapatılan “özyönetim” alanlarına dokunmamalı mı? (31) PKK el koyacak, işgal edecek; hükümet ise girmeyecek ve seyredecek — bu mudur istenen? (32) “Zulüm”den kasıt, güvenlik güçlerinin kısa süreli müdahale ve asgari çatışma dönemleri midir? (33) PKK ve YDG-H’nin yerli Kürt halka yaptıkları için nasıl bir ifade kullanılabilir? (34) Bu müdahaleler sırasında sokağa çıkma yasağı koymak, neden “faşizan” bir uygulama? (35) PKK ve YDG-H’nin kâh çatışmadan kaçmak isteyen halka hiçbir yere gidemezsiniz demesi, kâh “ihanetçi” diye sürüp atmaya kalkışması, farklı tür bir sokağa çıkma yasağı (zorbalığı), dolayısıyla keza “faşizan” bir uygulama sayılabilir mi? (36) Demirtaş neden, bu geçici sokağa çıkma yasaklarının niçin, neye karşı ilân edildiği hakkında tek kelime söylemiyor da, “devletin tarafı ve halkın tarafı” diye bir ikilemin ardına saklanıyor?
(37) “Baskı”dan kasıt, PKK’nın hendek-barikat-bomba-tuzak taktikleri ve kent-kasaba işgal denemelerine müdahale ise, bunun karşısında “direniş” ne oluyor? (38) Yoksa o işgal-hendek-barikat yöntemlerinin kendisi midir “direniş”? (39) “Biz de direnişte ısrar ederiz” derken, tam ne kastediyorsunuz? (40) Bilmiyorduk; “siz” mi kararlaştırıp yürütüyorsunuz bu “direniş”leri? (41) Silâhlı “özyönetim” ilânlarının arkasında mısınız; bunu net söyler misiniz? (42) Barikat kuran, hendek kazıp tuzaklayan, sağa sola roketatar ve diğer silâhlarla ateş açanlar (veya onları örgütleyenler) arasında fiilen var mısınız? (43) Ya da, kendinizi onlarla özdeş mi görüyorsunuz bir şekilde? (44) Kent-kasaba işgallerine müdahale anlamında “baskı” sürerse “biz de direnişte ısrar ederiz” derken, bu silâhlı şiddet ylemlerini daha fazla yayma ve tırmandırmayı mı tasavvur ediyor, hükümeti ve kamuoyunu bununla mı tehdit ediyorsunuz? (45) O zaman bu nasıl “barış yanlılığı”? (46) Barış yerine “biz PKK’nın savaşından yanayız” deseniz daha gerçekçi ve dürüst olmaz mı?
(47) Diyelim ki Kürt sorununun çözümü PKK’nın silâh bırakmasından ibaret değildir; ama öte yandan, PKK silâh bırakmalı mı, bırakmamalı mı? (48) PKK kendi başlatıp sürdürdüğü bütün bu şiddet eylemleri ve işgal denemelerini durdurmaksızın, barıştan yanayım, müzakere istiyorum diyebilir mi? (49) Kimdi, 1 Kasım seçimlerinden az önce, bazı Kandil liderlerinin silâhtan başka çare kalmadığı yolundaki beyanlarına karşı çıkıp, hayır, 80 milletvekilimiz var, herşey Mecliste ve siyasetle halledilebilir diyerek PKK’yı savaştan vazgeçmeye çağıran? (50) Şimdi PKK’nın silâh bırakmaması ve çatışmayı sürdürmesini haklı mı buluyorsunuz?
“Hard Talk” (sert sorgulama)
BBC’nin bir teke tek soru-cevap program vardır, belki biliyorsunuz, Hard Talk diye. “Sert sorgulama” veya “lâfını sakınmadan” diye çevrilebilir. Bizim tembel, üşengeç, ev ödevini hiç çalışmamış, aynı zamanda fazla nazik ve ipek eldivenli, muhatabını sıkıştırmak istemeyen ve zaten nasıl sıkıştıracağını da bilmeyen moderatörlerimize zerrece benzemeyen, dersini fevkalâde çalışmış ve ruhen de eldivenlerini çıkarmış, dürüst, anlaşmasız, takipçi olmaya kararlı bir spiker çıkar; alır karşısına, tartışmalı bir konunun tartışmalı taraflarından birini; hiç merhamet göstermeksizin, peşpeşe iyi düşünülmüş sorularla üzerine üzerine gider. Çok spesifik sorar ve çok spesifik cevap bekler; muhatabı boş belâgatin arkasına saklanmaya ve/ya konuyla ilgisiz yan gezintilere çıkmaya kalkarsa, böyle kaçamaklara hiç meydan vermez; “yok yok, lütfen sadede gelelim, benim sorduğum şu somut noktaya cevap verin” diye geri çağırır; “şimdi böyle diyorsunuz ama falanca tarihte şöyle demiştiniz, aradaki tutarsızlığı nasıl açıklayacaksınız” kabilinden, soluk aldırmaksızın kovalamaya devam eder. Demokrasi budur. Şeffaflık budur. Danışıksız, kurcalanmadık şey bırakmayan, derin, sonuna kadar giden (ama küfürsüz ve hakaretsiz) bir atışma izlenir.
Ben normal olarak böyle soran ve sıkıştıran biri değilim; daha çok, kendim meseleleri sakin sakin, aça aça anlatmayı tercih ederim. Ama bir tek kişi için çok isterdim, böyle bir programın moderatörü olmayı: Lâfını Sakınmadan saatime Selâhattin Demirtaş’ı davet edebileyim. 60 dakika otursun karşımda da, görelim bakalım, habire sağa sola kaçıp lâf alâkasız yokuşlara sürülerek top taca atılabilir miymiş, gerçekten sert ve titiz bir sorgulama karşısında.
Hayal bu, biliyorum, hiç olmayacak böyle bir şey; böyle sırf lâf cambazı, sığ bir zekâya sahip, entellektüel bakımdan yetersiz tipler, sadece “kendi seyircisi” önünde oynayabilir, çünkü aslında korkar gerçek düşünsel yüzleşmelerden.
Onun için şimdilik, Demirtaş’ın çok kendine özgü bir dili olduğunu; George Orwell’in yenikonuş’undaki (newspeak) gibi, kelimeleri herkesin bildiği normal içerikleriyle değil daha çok zıtlarıyla kullandığını; örneğin “halk”ın PKK, “direniş”in savaş, “özyönetim”in silâhlı işgal, “barış”ın ise hükümetin kayıtsız şartsız teslim olması anlamına geldiğini kaydetmekle yetineyim.