Çocukluğumda Adalet Partili dedem ile CHP’li eniştemin neredeyse her karşılaştıklarında kavga etmeleri yüzünden, siyaset hep sevimsiz ve insanları birbirine düşman eden bir şey olarak görünürdü gözüme. Dedemin hangi argümanları kullandığını şimdi hatırlamıyorum ama eniştemin Fenerbahçe tutkunluğu gibi bir şeydi Ecevit tutkunluğu; o ne yapıyorsa doğruydu, o kadarını hatırlıyorum.
Liseye başladığımda artık siyaset okul sıralarına inmişti. Sınıfımızdaki arkadaşların bazıları ülkücü, bazıları devrimciydi. Sınıfta çok şükür hiçbir kavga yaşanmadı ama bu arkadaşlar birbirleriyle hiç konuşmazlardı. Okul çıkışlarında ülkücüler ve devrimciler ayrı ayrı toplanıp birlikte çıkarlardı. Kendi aralarındaki muhabbetleri, dün akşam nerede çatışma olmuş, kim vurulmuş, kim yaralanmış üzerineydi. Lise yıllarımı bu bölünmüşlük, kavga, çatışma ortamı yüzünden bir karabasan gibi yaşadım. 12 Eylül darbesini de, arkasındaki tezgâhları öğrenmeden önce, normal yaşama dönme imkânı sunduğu için iyi karşıladım ve hattâ eski siyasetçilerin tekrar siyasete dönmesine bile — o eski düşmanlıklar yeniden hortlayacak korkusuyla — red oyu verdim. Sonrasında, günahları olsa da daha çok sevaplarıyla hatırlanan Özal dönemini yaşadık. Özal’lı yıllar pek çok ilklerin yaşandığı, insanların tekrar siyasete güvenmeye başladığı istisnaî bir dönem oluşturdu Türkiye siyasetinde. Onun ölümünden sonra, Milli Görüş hareketinin boşluğu doldurmaya aday olması ve kabine ortağı olarak hükümete girmesi başka bir normalleşme alâmetiydi; ancak dönemin vesayetçi oligarşileri buna izin vermediler ve 28 Şubatı yaşadık. Bu süreçte kurulan koalisyon hükümetinin siyasi ve ekonomik faturası taşınamaz hale geldiğinde, yine bir ilk yaşandı ve AK Parti kuruldu.
Baskıcı bir dönemin içinde, damdan düşmüşlerin, yaşayarak öğrenmişlerin, gömlek değiştirerek demokratlaşmaya karar vermiş bir kadronun partisiydi AK Parti. Zamanı geldiğinde inilecek bir durak değildi demokrasi artık; vazgeçilemeyecek bir ilkesel kabuldü. Şeriat özlemi yerine inançlara saygılı bir laikliğin; elit bir azınlığın egemenliği yerine kapsayıcı çoğulculuğun; kapalı kapılar ardında asker-patron-medya ittifakı ile çevrilen dolaplar yerine şeffaflığın; devlet destekli kayırmacı zenginlik yerine bütün vatandaşlara dağıtılacak bir refahın, adalet ve kalkınmanın; faili meçhul cinayetler siyaseti yerine insan hak ve hukukunun teminat altına alındığı bir iç barışın mimarı olacaktı AK Parti. Rüya böyle başladı.
Peki, ben bu rüyaya inanıyor muydum?
Bazı konularda yalpalamaların olacağını tahmin etmekle birlikte, evet, bu rüyaya inanıyordum. Aslında rüyanın aktörlerinden çok hikâyesine inanıyordum demek daha doğru olacak sanırım. Şöyle düşünüyordum: Bunca yaşanmışlık, bunca acı tecrübe, bunca kayıp artık bizi akıllandırmış olmalı. Düşmanlık ve zorbalıkla elde edebileceğimiz hiçbir iyilik yok, o halde dostluk ve anlaşmayı denememiz lazım. Hele bu vizyonu AK Parti kadroları gibi dindar kimlikli insanların üstlenmesi, hem Türkiye hem de 11 Eylül sonrasında giderek İslamofobikleşen dünya açısından büyük bir meydan okuma olacak. Türkiye demokratik, laik bir Müslüman cumhuriyeti örneği sunarak, pek çok başka ülkeye örnek olacak. Tarihin sonu tezleri çökecek, Müslüman düşmanlığı gerileyecek, İslami sıfatlı otoriter rejimler böyle bir örnek karşısında bekâ telaşına düşerek kendilerini gözden geçirecek ve ister istemez reformlara yönelecek vs, vs, vs.
Peki, neydi beni ve benim gibi pek çok insanı bu rüyaya ve rüyanın hikâyesine inandıran? Cevabı işte şurada: https://www.youtube.com/watch?v=YZrGqyKnIPY.
Verdiğim linkte, AK Parti’nin ilk tanıtım filmi var. Ali Murat Güven’in yaptığı bu film, 14 Ağustos 2001’de, Recep Tayyip Erdoğan’ın AK Parti’nin genel başkanlığına seçildiği oylamanın sonuçlarının açıklanması ile başlıyor. Oylamaya katılan 121 üyenin oyunu almış olan Erdoğan, bir yanında mütebessim çehresiyle Abdullah Gül, diğer yanında Ali Coşkun ile birlikte görülüyor. Kendisi o kadar mütebessim değil, daha çok heyecanlı ve tedirgin gibi. Sonucun açıklanmasının ardından kopan alkışlarla birlikte kürsüye geliyor ve şunları söylüyor:
Değerli dostlar!
“Bugün önemli bir gün!
Bugün Türk siyaset hayatına, lider oligarşisinin çöktüğü gün olarak, tekelci bir anlayışa dayanan liderlik anlayışının yerine kolektif aklın temsilcisi olan bir anlayışın yerleştiği gün olarak geçecek.
Bugün Türk siyaset tarihine, parti içi demokrasi geleneğinin yalnızca bir kuru temenni olarak değil, aynı zamanda da bir zihniyet değişikliği ve zorlayıcı tüzük kuralları biçiminde egemen olduğu gün olarak geçecek.
Bugün Türk siyaset tarihinde her yönüyle şeffaf, seçmenin sorgulamasına ve denetimine açık, yepyeni bir siyasal örgütlenme modelinin kurulduğu gün olarak geçecek.
Bugün Türk siyaset tarihine, hizmete sevdalı insanların kurduğu Ak Parti’nin doğum günü olarak geçecek.
Kutlu olsun!
Ve bugünden sonra Türkiye’mizde artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!”
Bu konuşma unutulabilir mi?
Bu konuşma, uzun bir tek parti rejimi yaşamış, çok partili döneme geçildiğinde bile asker vesayetinden kurtulamamış, başbakanı asılmış, çeşitli ihtilallerle demokratik hayatı kesintiye uğramış, yıllarca kardeş kanının döküldüğü, siyasi parti liderlerinin koltuklarını koruma sevdasıyla uzlaşma yerine düşmanlık üretmeye alışkın olduğu bir ülkede, evet böyle bir ülkede, yepyeni ve demokratik bir vizyonu müjdelemek bakımından eşsiz bir konuşmaydı gerçekten. Film bunu belgelemekle kalmıyor; AK Parti lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın nereden nereye geldiğini göstermesi bakımından da gerçekten ibretlik bir vesika olma özelliğini taşıyor. Çünkü filmde kendisinin bugün hatırlamak istemeyeceği pek çok kare var. İşte bunlardan bir tanesinde şöyle diyor sayın Erdoğan, her zamanki yüksek ses tonu ve kararlı üslubuyla:
“Lider dâhil, altını çiziyorum, sorulanlara cevâb olsun diye açıklıyorum, lider dâhil, milletvekillerinin, belediye başkanlarının, il ve ilçe başkanlarının görev süreleri, onların keyfine ve vicdanına göre değil; parti tüzüğündeki sınırlamalara göre belirlenmiştir. Çünki, ülkesinin siyasal hayatında kalıcı olacağına inanan ve kendisine güvenen her siyasal hareket, kendi teşkilatları içinden ya da ülke topraklarından doğacak yeni insan kaynaklarına da aynı oranda güvenmek zorundadır.”
Film, Arif Nihat Asya’nın bir şiirinden okuduğu dörtlük nedeniyle hapis yatmış ve o günlerde halen siyasi yasaklı bir lider olan Erdoğan’ın bu durumuna atıfla hazırlanan şakacı bir bölümle bitiyor:
Erdoğan bir mitingdedir, mitingin sonuna gelinmiştir ve Erdoğan halka şöyle seslenmektedir:
“Arif Nihat Asya’dan bir dörtlük…”
Mitingdekiler şakayı gerçek sanarak bağırırlar: “Okuma! Okuma!”
Erdoğan:
“Fakat, fakat bizim temel hak ve özgürlükler mücadelemizde şairlerimiz susmasın istiyoruz, şairlerimiz yazsın istiyoruz. Çünki şairleri susan bir millet, evet, kıyameti gelmiş bir millettir!”
Filmi izledikten sonra, gerçekten içim acıdı. Belki şairleri değil ama yazarları, akademisyenleri, gazetecileri, siyasetçileri, sivil toplum örgütleri, meslek örgütleri, sendikaları susturulmaya çalışılan bir milletiz bugün ve eğer Erdoğan haklıysa, kıyametimize doğru gidiyoruz.