Halide Edip’in 14 Kasım 1912’de Türk Yurdu’nun 26. Sayısında neşredilen “Padişah ve Şehzâdelerimize” başlıklı makalesi Türk milliyetçiliğinin birçok ideolojik öncülünü bünyesinde taşır. Balkan Harbinden yaklaşık 1 ay sonra kaleme alınan makaledeki tepkisel ve savunmacı refleksinin arka planında mağlup olunan savaşlar silsilesiyle gururu kırılan bir milletin duygu ve düşün dünyası yatar.
Osmanlı Padişahı ve şehzâdelerine hitap eden Halide Edip, makalenin başında hâkim unsur Türklüğün tebaa konumundaki Hıristiyan azınlık karşısında düştüğü durumu şiddetle eleştirirken Hıristiyan unsurları Türklüğün hizmetkârı olarak niteleyerek aşağılar:
“Padişahım! Büyük ecdadının kılıncı ve mübarek kanıyla alınan İstanbul’umuzun düşman tâ kapısına geldi. Dünkü bahçıvanlarımızın çamurlu ayakları tarihin, altıyüz senelik tarihin şan u şerefini, din ü izzetini çiğnemek üzere kalkmış, Türk askerinin topunu, tüfeğini alıyor ve kendisinden büyük ordusunu, altıyüz senelik mertliğini, erkekliğini yeniyor!”.
Beka psikozu burada kendini iyiden iyiye göstermektedir. Yazarın “Dünkü bahçıvanlarımız” olarak teşhir ettiği unsurlar milli inşa süreçleri içinde Osmanlı’dan kopan Bulgarlar, Sırplar ve Yunanlılardır. Halide Edip, savaş meydanlarında yiğitlikleriyle ve zaferleriyle nam salmış hâkim millet Türklerin “bunlara” mağlup olmasından utanç duymaktadır.
Türklüğü eski Osmanlı tebaasından özsel olarak üstün gören bu bakış, Osmanlı hâkim millet anlayışıyla serpilen ırkçı milliyetçiliğin bir karması olarak görülebilir. Hıristiyan azınlığa yönelik nefretten Batı (Avrupa) da nasibini alır. Halide Edip, Batı’nın Türklüğün yok olması, İmparatorluğun yıkılması için Hıristiyan azınlıkları kışkırttığını ve desteklediğini belirtir. Böylece azınlık ve Hıristiyan nefreti, işbirlikçi ve nifakçı Batı düşmanlığı söylemi ile eklemlenir:
“Bu yenilişi, en zayıf olduğu zamanlarda bile dünyanın hürmet ettiği bu izzetin, Türk izzetinin düştüğünü evvelâ hayretkâr seyreden Avrupa şimdi istihfafkâr ve memnun küçük Bulgarların mazisiz, tarihsiz Bulgarların izzetli ve cesur Türkleri mağlûp edişine müttefikan [birlikte] el çırpıyor. Bulgarlar yeni ve yaldızlı bir tarih yapıyorlar, biz tarihimizi gömüyoruz”.
Halide Edip bir taraftan Türklüğü yüceltip Batı’dan üstün görürken; diğer taraftan onun düştüğü bu durum karşısındaki pasifliğinden dolayı hayıflanır:
“Topraklarımız, yurtlarımız ağlıyor. Minarelerimiz belki yarın Müslümanları Allah’a çağıran hak sesi susturulacağı için ağlıyor. Çocuklarımızın istikbaline temizlenmez bir ayıp sürülüyor. Padişahım! Türk olduğunu idrak eden her ferdin bugün yalnız alnı değil, ruhu yerlerde sürünüyor. Yarın üstünden küçük bir düşmanın çizmeleri basıp geçecek. O vakit izzetimiz, tarihimiz, dinimiz, toprağımız ve büyük, eski padişahlarımızla tarih-i âlemin ebedî bir hacalet ilânı olup kalacağız!”.
Rumeli’den sonra İstanbul’un da düşman eline geçebileceği tehdidi, neticede millet ve devlet olarak yok olma ve tarih sahnesinden silinme korkusu Halide Edip’in bu makalesinde kristalize olurken, bu noktada İslâm ideolojik söylemin merkezine oturur:
“Memleket elden giderken uyuyan bu Bizans şehrinde kurduğu minareler ve muazzam mabedlerin üstünden gizli ve büyük sesinin bütün dargın ihtişamıyla, kadınlarıyla bile İstanbul halkını, hepimizi çağırıyor ve ben onun önünde ruhum yerlere geçiyor! Hayır, İstanbul’u çiğnetecek padişahın ismi Sultan Mehmed olamaz. Padişahım! Türklüğün altıyüz senelik ruhu seni çağırıyor. Tarih seni çağırıyor ve büyük uluları seni çağırıyor.”