Bir süredir yeni çıkan bir kitap okuyorum. Babamın Arkadaşları yazarı Samet Ağaoğlu’nun Kuvayı Milliye Ruhu: Birinci Türkiye Millet Meclis’ini.
Tam da seçimlere giderken, Birinci Meclis’i hiç olmadığı kadar hatırlamamız gereken bir zamanda okunması gereken önemli bir eser. Önemli çünkü seveni kadar öfke duyanı olan bir ismin kaleminden. Diğer yandan, Kuvayı Milliye Ruhu’nun hamasetten ve ideolojik sahiplenmelerden kurtarılarak iyi anlaşılması son derece önemli elbette. Ve, Birinci Meclis’in kendisi, demokrasi ve milli irade söz konusu olduğunda dönüp dönüp bakmamız gereken bir okul kadar önemli.
Ulus’taki mütevazi binanın önünden her geçimizde içinde hâlâ heyecanlı tartışmaların sürdüğü hissi veren, birdenbire balkonunda birileri beliriverecekmiş gibi gelen bu Büyük Meclis’in bugüne ne söylediğini ilk ağızlardan duyabilmemiz için önemli. Bu Meclis’in hangi gruba mensup olurlarsa olsunlar, çoğu bir daha yakalayamadığımız kadar bağımsız ruhlu üyelerinin her birini ayrı ayrı bilmemiz, okumamız ve çalışmamız gerektiğini gösterdiği için önemli. Meclis mi Başkanlık mı tartışmalarına dair söz söyleyebilmek için zorunlu bir okuma gibi.
Bilindiği gibi Ağaoğlu, Demokrat Parti’de yer alan CHP’lilerden. Sadece geçmekle kalmayıp Menderes’in oldukça yakınında görevler almış, demokratlığın önde gelen savunucularından olmuş, hangi görüşten olduğuna bakmaksızın insanlara hakkını teslim etmeyi bilmiş, siyaseti ahlakla birleştirebilmiş isimlerden. Fikirleri, her zaman için derinlikli ve belirli bir seviyeden savunabilmiş iyi bir siyaset adamı örneği. Şimdilerle ihtiyaç duyduğumuz ve ne yazık ki pek bulamadığımız kişilerden yani.
Ağaoğlu’nun kitabı yazmaktaki amacı yaşadığı dönemde kaybolmakta olduğunu gördüğü Kuvayı Milliye Ruhu’nun gerçekte ne demek olduğunu genç nesillere aktarmak ve Birinci Meclis’i olduğu gibi tanıtmak ama ayrıntılarda bunun ötesine geçiyor. Ve belki de en büyük hizmeti Birinci Meclis’in görmezden gelinen ya da üstü örtülmek istenen muhalif seslerinin kaybolup gitmesini engelleyerek yapıyor. Birinci Meclis’i hatasıyla sevabıyla ama her halde insafla ve hakkaniyetle bize tanıtıyor.
Birinci Meclis’in asıl büyüklüğünün kıran kırana fikir çatışmaları içerisinde iktidarla muhalefetin aynı iradenin birlikteliği, “iktidar-muhalefet tartışmalarının kasırgaları arasında milli kuvvetleri tek bir ruh halinde birleştiren manevi varlık” olduğunu hissettiren yüce ruhlu insanlarını tarihin tozlu ve karanlık sayfalarından bugüne taşıyor. Samet Ağaoğlu yazdıklarını, “geçmişin inkarına başta tarih olmak üzere hiçbir maddi ve manevi kuvvetin hakkı olamaz inancıyla” kaleme alıyor. Kurtuluş zamanlarının heyecanlı ve coşkulu seslerinin sonradan düştüğü hüzünlü halleri içi acıyarak yazıya aktarıyor.
Ağaoğlu, kitabı 1944’te çıktığında babasınının arkadaşlarından olan ve Meclis Genel Sekreterliği, İçişleri Bakanlığı, CHP Genel Sekreterliği, Savunma ve Bayındırlık bakanlıkları ve nihayet 46 seçimleri sonrası Başbakanlık da yapmış olan asker kökenli siyaset adamı Recep Peker’e de gönderiyor. Peker, kitabı aldığında uzunca bir teşekkür mektubuyla “eseri dikkatle okuyacağını” yazıyor ama anlaşılan uzun süre bir geri dönüş olmuyor. Bir kaç ay sonra Ağaoğlu ve Peker Büyükada’daki Anadolu Kulübü’nde tesadüfen karşılaşıyorlar. Ağaoğlu, bu karşılaşmayı uzun bir ders niteliğindeki şu sözlerle anlatıyor:
Yüzü asıktı. Hatta selam bile vermeden “okudum, okudum, bizim düşmanlarımızı göklere çıkarmışsın” diyerek yürüdü. Halbuki babamın dostu, daha çocukluğumdan beri tanıdığım Peker daha iki yıl önce bana ve bazı arkadaşlarıma Memduh Şevket Esendal’ın politikasını ima ederek Halk Partisi’nin klerikal bir zihniyete bürünmesinden şikâyet etmiş, bizi de bu zihniyetle mücadele için Meclis’e sokmaya çalışacağından söz etmişti. Ben, Kuvayı Milliye Ruhu’nu işte o klerikal zihniyetle Birinci Büyük Millet Meclisi’ne hakim havanın asla uyuşmadığını, klerikal zihniyetin zamanla diktatörlüğe gideceğini göstermek için yazmıştım. Bütün diktatörlüklerin temelinde mistik inançlar yatar. Milli Mücadele’yi zafere götüren ise kaynağı akıl olan insan ve vatandaş haklarına saygı prensibinin en büyük tecellisi milli hakimiyete, millet iradesine inanma ve dayanma kuvveti olmuştur.
Devamında Peker’in “düşmanlarımız” dediği isimlerin kimler olduğunu açık etmek ve bu isimlerin haklarını teslim etmek için şöyle diyor:
Ben Birinci Büyük Millet Meclisi tutanakları ortada dururken Gazi Mustafa Kemal’in, Kazım Karabekir’in, Rauf Orbay’ın, Celal Bayar’ın, Ali Fuat Cebesoy’un, Mareşal Fevzi Çakmak’ın, İsmet İnönü’nün, Hamdullah Suphi Tanrıöver’in ve daha başkalarının yanında milli irade hakimiyeti prensibini heyecan dolu konuşmaları ile durmadan hatırlatan, bu yolda hiçbir maddi, manevi engele boyun eğmeyen mesela bir Hüseyin Avni Ulaş’ın, bir Soysallıoğlu İsmail Suphi’nin, bir Abdulkadir Kemali’nin Milli Mücadele ve Büyük Millet Meclisi’ndeki varlıklarından habersiz görünebilir miyim? (s.8.).
Ağaoğlu bu soruyla başlıyor ve Birinci Meclis’in neden önemli olduğunu Meclis tutanaklarında kayıtlı kritik önemdeki konuşmalarla anlatmaya çalışıyor. Meclis’in, Yasama organından ibaret olmayıp, millet iradesi denilen demokratik gücün yegâne toplanma yeri olduğunu, Birinci Meclis’in bunu sağlayabildiği için büyük olduğunu belirtiyor. Şöyle şeyler söylüyor:
Bütün kuvvetleri kendisinde toplamış bir Millet Meclisi’nin doğurabileceği en fena sonuçlar, en iyi fert veya zümre diktatörlüğünün getirdiği tehlikelerden daha hafiftir…Bu gerçek, Mustafa Kemal’in, Milli Mücadele’yi sadece ordularla yapmayarak, davasını millet temsilcilerinden mürekkep Büyük Millet Meclisi eliyle yürütmek kararının isabetini bir kere daha gösterdi. Türk demokrasisi ancak bu sayededir ki, 1946-1960 arasında geçirdiği büyük sarsıntılara rağmen ayakta kalabilmişti. (s.11).
Bugünküne benzer bir tartışmayı da şöyle ifade ediyor:
Son yıllarda, Büyük Millet Meclisi’nin devlet içindeki yerini, çeşitli görüşler ileri sürülerek küçültmek, onu sadece kanun yapıcı bir uzuv diye göstermek, devlet ve millet işlerinin en yüksek murakıbı ve karar vericisi niteliğini inkar etmek yolunda bir gayret göze çarpıyor. (s.11).
Çok sevdiğimin bir başka kısım da Milli Mücadele’yi ateşleyen isyanın kaynağını anlatan “Bu Meclis’in havsalası, mertlik meydanında dövüşerek yenilmiş bir millet ve devletin ölüme mahkum edilmesini bir türlü alamamış ve temsil alamamıştır..” diye başlayan satırlar oldu. (s.25)
Veya şunlar:
Meclis Başkanı ve üyeleri, milletvekilleri en basit hayat şartları içindeydiler…Ne kurşun işlemez otomobiller, ne arkada koşan muhafızlar, ne kimseyi yanına yaklaştırmamaya çalışanlar var…Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi bir tezatlar meclisidir. Geniş memleketin dört tarafına yayılmış ve her biri kendi çevresinde diğerine zararı dokunmadan yaşayabilen değişik fikir ve inançlar bu Meclis’te her gün çarpışmak, kâh biri, kâh diğeri muvaffak olmak üzere yan yana gelmişti. Okul ve medrese çarpışması vardı. Yenilik ve muhafazakârlık çarpışması vardı. Cumhuriyetçilik ve saltanatçılık çarpışması vardı. Türkçülük ve Osmanlılık çarpışması, ırkçılık ve ümmetçilik çarpışması vardı. (s.33,37)
Birinci Meclis’i çok iyi anlatan şu satırlar da yine bugünkü tartışmaları anlamamız açısından hayati derecede önemli:
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin memleketteki bütün cereyanları temsil eden mahiyeti, onun dört yıla yakın hayatında yaptığı işlerde sık sık tezatlar içerisinde kalmasına sebep olmuştur. Bazan okullardan hiç hayır gelmediğini ve bütün okulları kapatarak yalnız medreseleri yaşatmak gerektiğini söyleyenleri alkışlayan Meclis, aynı gün memleket milli eğitiminde ilk inkılapları yapmaktan çekinmiyordu…Mecelle’nin artık ihtiyacımızı karşılamadığını ve yeni esaslarla, yeni bir medeni kanunun hazırlanması gerektiğine karar veren Meclis, bir iki gün sonra tek hakim kanunun görüşülmesi dolayısıyla yalnız din esaslarıyla sosyal hayatı idare etmeyi düşünüyordu. Kömür işçilerinin hukukunu korumak için ilk büyük sosyal kanunu yapan Meclis, kadınların doktorlara ancak vasıta ile muayene olması gerektiği üzerinde tartışmalara girişiyor ve din bakımından kadınların nerelerini doktorlara gösterebileceklerini tesbite kalkışıyordu…Milli zaferlerin kazanılmasında en mühim amilin Türk kadını olduğunu söyleyerek ona teşekkür eden Meclis’in biraz sonra kadınların yalnız başına tanıklıklarının kabul edilmeyeceğine dair karar verdiği görülüyordu. Irkçılığı red ve inkâr eden bir oturumdan sonra, artık memlekette yalnız Türk’ün hakim olacağını, Arap, Arnavut ve bu gibi azınlıkların mebus olmaması lazım geldiğini sinirlilikle ortaya atan yine bu Meclis’ti. Yüzyıllık milli felaketlerimizi sona erdirmek için bir an önce Avrupa medeniyeti seviyesine yükselmek zaruretinde birleşenler, bu medeniyeti “tek dişi kalmış canavar” diye haykıran İstiklal Marşı’nı göz yaşları içinde kabul ediyorlardı. (s.38)
Ağaoğlu, bu Meclis’e çok şey borçlu olduğumuzu da şöyle söyler:
Memleketin sosyal ve ekonomik hiçbir meselesi yoktur ki bu Meclis’te tam bir açıklıkla tartışılmasın! Bugün milletimizin bir inkılap hamlesi olarak benimsediği kadın, dil, hukuk, ekonomik anlayışlar gibi inkılapların ilk konuşmaları Birinci Büyük Millet Meclisi’nde olmuştur. Bu Meclis’te bu konularda sağlıklarını, haysiyetlerini, hatta söz söylemek haklarını kaybeden öyle insanlar vardır ki, bu inkılapların babaları sayılmaları gerektiği halde tarihin karanlıkları içinde kaybolup gitmişlerdir. (s.38)
Milletvekili adaylarının kimler ya da nasıl simalar olması gerektiğine dair de ölçüler verir:
Herhangi bir millet meclisinin seviyesi, onu teşkil eden mebusların ayrı ayrı seviyeleriyle ölçülmeye kalkışıldığı takdirde çok yanlış diğer bir netice ile karşılaşabiliriz. Çünkü tarihte Birinci Büyük Millet Meclisi gibi şahsi seviyeleri, tahsilleri ve şöhretleri bakımından sade ve basit insanlardan meydana gelen meclislerin vatan kurtarmış olmaları yanında, meşhur “Beşyüzler, konuşmazlar meclisi” gibi her üyesi ayrı ayrı memleketin en büyük ilim ve edebiyat mensupları oldukları halde, memleketi felakete götüren meclislere de rastlanmaktadır. (s.39).
Evet başa dönüp söylersek Meclis basit bir Yasama organından ibaret değildir. Bütün kafa karışıklıklarımız ve tezatlarımızla, Batı hayranlığımız ve nefretimizle, kendimizi yüceltme isteğimiz ve bize benzemeyeni nereye koyacağımızı bilemeyişimizle, korkularımızı dine çevirmemizle, kadınlara çok değer verişimiz ve hiç vermeyişimizle özümüzün ta kendisidir. Bir grubun zümrenin ya da kişilerin veya çoğunluğu oluşturanların değil bütün bir memleket ruhunun hayat bulmuş enerjisidir. Kitapta denildiği gibi, “Büyük Millet Meclisi Türk milletinin asırlardan beri çektiği acıların gerçek kaynağını, bu milletin iradesini ellerine alanların kendi yetkilerini mutlak ve her çeşit kontrol ve murakabeden uzaklaşmalarında bulmuştu.” (s.172).
Meclis’i salt bir yasa yapıcı organa indirgemek ve bütün iktidarı bir kişi ya da zümreye terketmek tezatlarla dolu bir iradenin bütün çelişkileriyle uzlaşmaktan başka bir şey değildir. Kararsızlıklarımızı ortadan kaldırsa da ancak verilmiş kararlar almaktan ve canlı bir düşünsel ortamı terkedip donuk klişelere hapsolmaktan başka işe yaramayacaktır. Demokrasi, hızlı kararların alındığı değil doğru kararların alındığı ve alınan kararların en hızlı eyleme geçirilebildiği rejim oluşunu toplumun çelişki ve uyuşmazlıklarının üstünü örtmeyişine borçludur. Aksi halde, donuk bir kimlikten ve ancak büyük isyanlar halinde kendini dışavuran, seçimlere indirgenmiş basit bir oylamadan ibaret hale gelir.
Tıpkı Samet Ağaoğlu’nun yapmaya çalıştığı gibi ne zaman bir demokrasi açmazına düşsek dönüp dönüp Birinci Meclis’i hatırlamalı ve belki de tezatlarımızın üstünü örtmek yerine sonuna kadar ortaya koyup birliğe buradan ulaşmalıyız. Ve galiba bugünlerde bunu sıkça yapmalı, yaşadığımız demokratik sarsıntıları aşmak için güçlü bir dayanaktan yardım almalıyız.