Uğultusuyla her kalbi olana dokunan ayçiçeği tarlalarından geçiyoruz, belli ki Istranca Dağları’nın içinde kalan bereketli Meriç Nehri deltası yolundayız. İstanbul’un payitahtlık kardeşi Edirne çok görmüş geçirmiş bir şehir. Tarihi İskender’den öncesine dayanıyor. Görkemli günlerin izleri apaçık ortada. 1361 yılında I.Sultan Murat tarafından fethedilip 92 sene payitaht olmak gönlü genişliğin ve ince ayarların sebebi. Merkezi Sofya olan Rumeli Beylerbeyliği’ne bağlı Paşa Sancağı adlı bir vilayetten, acayip zamanlardan söz ediyoruz. Plansızca girdiğimiz şehirde biraz duraklayalım der demez bir kitabeyle karşılaştık. Mimar Sinan’ın Hacılar Ezanı yerinde sonradan konulan mezar ve mezar taşları. Yan yana sergilenen mezar taşları; Miman Sinan’ın torunu Fatma Hanım, Kazasker İslam Efendi, din alimi, şair, filozof, astronom Kınalızade İbni Emrullah, kim olduklarını bilemediğimiz Hatice ve Havva hanımlar, Dahiliye Nazırı Pertev Paşa. Sultanı müellifin (yazarların sultanları) yazıyor mezar taşlarından birinde. Taşların ikisinde ise Edirne Cüzzamhane Mezartaşları ibaresi var. Bir zamanlar cüzzam diye korkunç bir illet vardı, nice acılar yaşandı da insanlık olarak ülke olarak bu günlere eriştik.
***
Şehre girerken karşılaştığımız ilk güzellik olan Üç Şerefeli Camii yolcuya nereye ayak bastığına dair ilk işareti veriyor adeta. Sonra bütün yollar Selimiye’ye çıkıyor. Nasıl çıkmasın, çıraklığında Şehzade Camii’ni, kalfalığında dünyayı hayran bırakan Süleymaniye’yi yaptığını söyleyen Mimar Sinan Selimiye için ustalık eserim demiş. Bir ürpertiyle başı bulutlu, kubbesi dünyanın en büyük kubbesi olan, akustiği, çinileri işlemeleri dilere destan camiye vasıl olduk. Öğle namazına katıldığımız cemaatte Arnavutlar, Boşnaklar, Balkan göçmenleri, Pomaklar, Romanlar, gezmeye gelmiş Rumlar; şehri Avrupa’ya göç kapısı yapmış, Edirne bahçelerinde ferahlayan Suriyeliler ve daha kimler vardı kim bilir. Selimiye’nin bahçesi güllerle bezenmişti. Bu mekan tek başına imparatorluk geçmişinin kanıtı, nişanesi. Kadın mahfiline gelince az biraz daha geniş tutulamaz mı, artık yüzlerce kadın gelip gidiyor namaz kılmaya ve gezmeye. Söylemek istemezdim ama bu yaraya yeterince ilgi gösterilmedikçe yazmak zorunda kalacağız daha.
Şehir 18’inci yüzyılda şehri neredeyse yok eden iki büyük yangının ve Balkanların alt üst oluşundaki Rus, Bulgar ve Yunan işgallerinin ardından derin birikimiyle yeniden kendini varetmiş. Ara sokaklardaki küçük camilerde detaylar insanı büyülüyor. İstanbul’un fethinden önce 1437’de yapılan Vezir Şehabettin Paşa’nın adıyla anılan Kirazlı Camii’nin içindeki orijinal yapı kalıntıları insanı kadim zamanların manevi iklimine ışık hızıyla götürebiliyor. Bahçesindeki güller ve avlunun ortasına yerleşmiş çok eski musalla taşı bir arada akletmek ve uzlete çekilmek isteyen için nasıl da davetkâr. Şehirde hiçbir yüksek yapının bulunmaması sürur verici.
Fatih Sultan Mehmet Selimiye’nin arkasında kalan Saray-ı Atik’te doğmuş. Tarihçilerin ortak onayıyla öğreniyoruz ki doğum tarihi 29 Mart 1432. Tacüttevarih’te yazdığı üzere “bağ-ı Murad ta gül-ü Muhammedi” açmış. II. Murad’ın babasının ismini verdiği Fatih, buralarda Edirneli Fatih namıyla meşhur. Muş, Diyarbakır, Bursa, Malatya gibi nice şehirlerden sonra bir Ulu Camii de (Eski Camii de deniliyor) burada var. Bursa’nın yoldaşı sanki hatların etkileyiciliği bakımından. Kadın mahfili de tam not aldı, gerçekten caminin iç tezyinatından kopmadan namaz kılmak ne mutluluk.
***
Bereketiyle akan Tunca Nehri ve üzerindeki on gözlü taş köprü Mostar Köprüsü kadar olmasa da hayal kurmak için bire bir. Balıkları yüzen ördek ailelerini görmek hayatiyete yeniden dönüş gibi. Biraz ilerleyince Meriç Nehri’ne varıyoruz. Aslında Ergene, Arda ve Tunca akarsuları Meriç’in kolları. Meriç üç ülkede yoluna devam ediyor, Bulgaristan’da Rila dağlarından doğan ve Maritsa adını alan nehre, Yunanistan’daki macerasında Evros diye sesleniliyor. Yunanistan’la sınırımızın çoğunu oluşturduğundan nehir bazen göç uğruna botlarla kaybolma, boğulma yeri maalesef. Ege Denizi’ne dökülüyor Saros’ta. Günbatımındaki güzellik yaraların da üstünden geçiyor.
Balkan savaşlarında işgal edilip sonra tekrar kazanılan, Lozan Antlaşması’yla bizde kalması kesinleşen Edirne göz bebeğimiz. Avrupa’ya kara ve demiryolu olarak beş sınır kapısından giriş var. Kapıkule, İpsala, Pazarkule, Uzunköprü tabelaları heyecan verici. Her an geçip komşu Yunanistan’a geçmiş olsun deme imkanı var. Fakat en hoşuma giden süslü tabelalardan biri Meriç Nehri kenarındaki Van kahvaltısı. Edirne’den Van’a kalpten kalbe yollar, köprüler, otlu peynirler. Biz can ciğeriz hep birlikte dedirtiyor. Bir kere de şükredelim, bir kere de iyi taraftan bakalım. Bizi birleştiren nehirlerden dağlardan ovalardan ayçiçeklerinden fıstık ağaçlarından taraf olalım.