Bir süredir zihnimi kurcalayan bir soru bu. Ama gerçek anlamda cevabını merak ettiğimden değil. Neden bu soruyu sorma gereği ve ihtiyacı hissettiğimizi anlamaya çalıştığımdan.
Bu soruyla neyi bulmayı amaçlıyoruz gerçekte? Ne yani; yaptığımız hava alanı, yol ve köprüleri Batılıların çekemediğini ve bu nedenle hırçın tepkiler verip referanduma müdahale etmeye varacak kadar gözlerini kararttıklarını mı düşünüyoruz gerçekten? Haydi, havalimanı uluslararası bir anlam ifade ediyor da, köprülerimize, duble yollarımıza haset ettikleri yolundaki iddialarımızı tam olarak nasıl açıklıyoruz?
Hayır, hayır! Böyle düşünmüyoruz elbette. Gerçek anlamda “Batılı” olarak tahayyül dünyamızda yer alan ülkeleri bu anlamda kendimizle kıyaslayamayacağımızı biliyoruz. Sadece, alttan alta karmaşık duygular hissedenlerimiz bir fırsat yakaladıklarını düşünüyor ve böylelikle “içimizdeki Batılı”lara birikmiş öfkelerini kibirli bir biçimde dışa vurmak istiyorlar. Bunu yaparken de karşı çıkılmasını engelleyecek bir zemine basmaya çalışıyorlar; hepsi bu.
Peki ama bununla ne demek istiyoruz? Şurası açık: dünyanın ekonomik düzeni öyle bir mekanizmaya sahip ki, sorunsuzca işlediğinde küresel piyasaları kontrol edenlere yarıyor.
Sistem öyle kurulmuş ki, daha zayıf ve korunaksız olan bölgeler bu zayıflıkları ve korunaksızlıklarını sürdürdükleri müddetçe ekonomik olarak varlıklarını sürdürebiliyorlar. Kendilerine tanımlanan rolün bir şekilde üstüne çıktıklarında ya da altına düştüklerinde oyun dışı kalıyor ya da hileli bir biçimde diskalifiye ediliyorlar.
Politik düzen de bundan hiç farklı değil. Öyle bir düzen tutturulmuş ki, realpolitik’i elinde tutanlar, düzensizliğe izin vermiyor. Her şeyin kontrol altında ve istendiği gibi tutulmasını istiyor. Daha çok demokrasi, daha çok özgürlük ve daha çok barış, hep bu kurulu ekopolitik düzeni besliyor. Çok açık ki buradan, güç temerküzüne dönük bir kısır döngü doğuyor.
Dünya düzenini kontrol edip sürmesini sağlayan güçlerin Türkiye’yi çekemediğini düşünenlerin kastettiği, (ideal olarak) bu olmalı. Eğer buysa, elbette anlamlı. Çünkü Türkiye tarih boyunca oyunu kuralına göre oynamayan bir ülke olduğunu defalarca göstermiş. Sömürgeleştirilememiş; bağımsızlığını ne pahasına olursa olsun korumasını bilmiş. Belki de en değerli yanı, böyle bir kayıt altına alınamazlığı. Bununla ortaya çıkmış. Böyle bir yer olmuş.
Bu nedenlere bağlı olarak, Batılı kavramlara kolay gelmeyen, öngörülebilirliği ve dolayısıyla da kontrol edilebilirliği en zor yerlerden. Onu kontrol etmek de o ölçüde maliyetli ve netameli. Her an yoldan çıkma ve ters yöne girme ihtimali taşıyan bir araç kullanıcısının rahatlığının, en çok kurallara harfiyen uyanları tedirgin etmesi gibi bir korku kaynağı.
Bütün bunlar aşikâr. Ama bütün bunlardan sonra verilmesi gereken cevap “bizi çekemiyorlar çünkü havaalanı yapıyoruz” değil herhalde. Burada havaalanı da elbette bir sembol. Dünyanın en büyük uçuş merkezlerinden biri olacağından, bu alanda kurulmuş olan düzene kontrol-dışı bir müdahalenin sembolü. Gayet anlaşılır.
Siyasetinizi bu temel değerlendirmeler üzerine kurabilirsiniz. “Öteki”ni temsil edenle sert bir karşıtlık ilişkisi kurup, buradan kendi içinizde bir sıkılaşma ve her an teyakkuzda durma enerjisi çıkarabilirsiniz. Bana göre bu, kötü bir siyaset yapma biçimi — ve gerçek anlamda siyaset yapamama göstergesi — ama hâlâ anlaşılabilir bir çizgide.
Yönetme ve siyaset yapma gücünüzün bir çapı vardır. Bunun yeterli gelmediği noktadan ötesini ötekileştirmek, realpolitik çark içinde tersten bir siyaset yapma biçimi olabilir. Fakat bunun bedeli, çoğu kez, sizin de sert bir şekilde ötekileştirilmeniz sonucu yaşayacağınız güç kaybı olarak ortaya çıkar. Özellikle de realpolitik dünyasının zıddına bir dünya görüşüne ve siyasi söyleme sahipseniz, bu, bir anlamda üzerine bir şeyler kurduğunuz temellerin sarsılmasına imkân vermek anlamı taşır.
Bütün bu olan biteni anlamak için “oyun” kullanışlı bir kavram olabilir. Pek çok siyasinin ağzında, Türkiye artık “oyun kurucu bir aktör.” Bu, büyük bir özgüvenle dile getirilmekte.
Açık ki kastedilen, “eskiden olduğu gibi” dünyayı yöneten güçlerin edilgen bir piyonu veya “uşağı” olmaktan çıkan, kendi politikalarını önemli ölçüde kabul ettirebilen ve küresel güçlerin hakimiyetine çeşitli biçimlerde etki edebilen bir ülke. Bölgesel bir güç vesaire.
Oyun dediğimiz şey gerçekte nedir peki? Kuralları tanımlanmış ve bu kurallara uymanın zorunlu olduğu, işin olmazsa olmazı olduğu, içinde beceri, güç, zeka ve şans gibi unsurların yer aldığı bir faaliyet ya da eylem alanı değil mi?
Homo Ludens’in yazarı Johan Huizigna şöyle diyor: “Oyun, özgürce razı olunan ama tamamen emredici kurallara uygun olarak belirli zaman ve mekân sınırları içinde gerçekleştirilen, bizatihi bir amaca sahip olan bir gerilim… iradi bir eylem veya faaliyettir.”
Buradan hareketle şunu söylemek gerekir ki “oyunbozanlık” ile “oyunu kuralına göre oynamamak” veya “kendi oyununu oynamak” apayrı şeylerdir. Oyunbozanlık çoğu kez, özgürce razı olunan emredici kuralları, zorunlu olarak tabi olunan ve bağlayıcı olmayan kurallar gibi algılamakla ortaya çıkan bir durumdur. Bir kabul etmeme ve bozma hali. Kartları yeniden karmak da değil, tam olarak. Kartları yeniden karmak, oyunbozanlığa çok yakın ama daha çok “mızıkçılık”la ifade edilmesi gereken bir durum.
Oyunu kuralına göre oynamama veya kendi kurallarına göre oynama ise, oyunun içinde yer alan her aktörün sonuna kadar hakkı. Buradaki “kuralına göre oynamama” da elbette mecazi anlamda. Yani “oyunun kuralları”ndaki çoğul haliyle aynı şey değil. Oyunu kuralına göre oynamama, esasen oyunu oynama şeklini ifade eder. Her aktör becerisi, gücü, zekası ve şansı ölçüsünde bunu yapma kabiliyetine sahip olabilir.
Türkiye’nin son dönemlerde kendi içinde yaşadığı demokratik özgüven artışına bağlı olarak zaman zaman bunu yapmaya çalıştığına şahit olduk. Yani, dahil olduğu oyunun kurallarını kabul eden; ancak oyunbozanlık etmeden, mızıkçılık yapmadan onu oynama şeklini farklı bir biçimde belirlemeye çalışan bir ülke olmaya çalışmasına.
Oyunu kendi kurallarınıza göre oynamak, elbette gücünüze, yönetim becerinize, siyasi aklınıza, zekanıza ve bir de şansınıza bağlı olarak ortaya çıkan bir kapasite. Oyunbozanlık ise, bütün bunlardan yoksunlukla ilişkili, daha çok.
Şimdi karşımıza çıkan yeni soru ise — yine basitçe — Batı’ya ihtiyacımız olup olmadığı? Ya da Batı’ya neden ihtiyacımız olduğu? Bu sorunun cevabı, zannedildiği ya da dillendirilmekten siyasi bir zevk alındığı gibi, oyunun kurallarını onların koymuş ya da belirlemiş olmaları değil. Zira oyunun kurallarını belirleyenler her zaman en yüksek skoru alanlar olmuyor. Çoğu zaman böyle olması, bir yanılgıya sebep oluyor; o kadar. Aslına bakılırsa bu, oyunun doğasına ters.
Batı, oyunun kurallarını koyanları temsil etmekten çok, birlikte oyun oynayabileceğimiz — kendi seviyemize en uygun olan — bir ligi temsil ediyor. Eğer dişinize göre rakiplerle aynı ligde değilseniz, oyun oynama kabiliyetiniz sürekli geriler. Ligin kalitesini takımların belirlemesinden daha çok, lig takımların kalitesini belirleyicidir.
Ve hangi ligde ne kadar “yerli ve milli” ne kadar “yabancı” oyuncuya yer vereceğiniz de kendinizce belirlenebilir. Bunun en iyi oranı da, aslında dışarıda oynama yeteneğine sahip oyuncu sayınıza bağlıdır. Mümkünse, dışarıda oynayan kadar yabancı oyuncunuz olmalıdır.
Bunun altı ve üstü, bir şekilde gelişmenize ket vurur. Gereğinden fazla yabancı oyuncu kendi oyuncularınızın yetişmesinin önünde bir engeldir; ama yeterli kaliteye ulaşan bir lige sahip olmak için de yabancı transferine her zaman ihtiyacınız var demektir.
Üçüncü Havalimanı yapmak bu bağlamda yeni bir oyun kurmak demek değil. Dünya ölçeğinde oynanan bir oyunun içerisinde bir aktörün “el yükseltme”si. Buna karşılık birilerinin tedbirler alması, karşılık vermesi, hattâ “haksız” uygulamalara ya da hileye başvurması, çoğunlukla oyunun kuralları içinde olmasa da, oyunun içinde olabilen şeyler. Bu noktada sorun, bunu ortaya çıkaracak hakemin de kural ihlâli yapanlardan olması olabilir. Hakem de on ikinci oyuncu gibi hareket ediyor olabilir yani. Etse bile, bir de seyirci desteği ve vicdanı vardır. Oyun herkesin gözü önünde oynanmaktadır. Sabırla beklemek; hilelere yer vermeyecek bir beceriye, güce ve yeteneğe ulaşmak gerekir.
“Bizi çekemiyorlar” tepkisi, biraz bütün bunları yapacak iradeye ve yeteneğe sahip olmamanın doğurduğu mızıkçı bir tepki gibi. Karşı takımlar sürekli bizim oyunumuzu bozuyorlar türü bir serzeniş. Bozuyorlar, çünkü onlar karşı takımdalar.
Son olarak, aynı metaforik düzlemde şunu da belirtmek gerekir ki özgürlükçü bir demokrasi, oynadığınız oyunda yeteneklerinizi ve yaratıcılığını en yüksek düzeyde kullanabilmenizin imkânlarını verir. Bunun için kritiktir.
Rakipleriniz böylesi bir rahatlıkla oynarken ona karşı daha “tutucu” ve “sınırlayıcı,” kendi elini kolunu bağlayan bir biçimde oynarsanız,başarı şansınız neredeyse sıfırdır.
Geriye ise şu kalıyor; “bu oyunu oynanmamız şart mı peki” sorusu. Hayır, değil, ama o takdirde de bilmeliyiz ki bizim dışımızda oynanmaya devam edecek bir oyunun ancak izleyicisi olabiliriz. Eh, izlemeyiz olur biter. Evet ama o zaman da oyunu kimin kazandığını hiçbir zaman bilemeyiz ve dahası kendi oyunumuzu oynamanın anlamı kalmaz olur.
Tekrar başa dönersek, bugünkü kurulu dünya düzeninin mevcut şekliyle işlemesi onu çekip çevirenlere yarıyor. Evet. Tam da bu nedenle, bunun yegâne ilâcı, en gelişmişlerinde bile olmayan bir özgürlük ve demokrasi ülkesi haline gelmek. Çözüm, bunca zaman bağımsızlığını yitirmemiş koca bir ülkenin bütün potansiyelinin özgür, yaratıcı bir enerjiyle ve bütün becerisiyle kendi oyununu oynamasına imkân vermekten geçiyor.