Gazetecilik hayatımda iki kez uçaklardan bombalanan bir alanda bulundum.
Birincisi 1980'deki İran-Irak savaşındaydı. Gazetem Cumhuriyet Irak'a göndermişti.
İlk iki gün Iraklılar saldırıyordu. Sonra İranlılar toparlandılar ve çok ağır bir karşı bombardıman başlattılar.
Hayatımızda ilk kez dünyanın her tarafından gelen gazeteciler olarak böyle bir şey gördüğümüz için gayet şuursuzduk.
Bombardımanı daha iyi görebilmek için otelin üst katlarına çıkıyorduk.
Aynı filmlerdeki gibiydi. Önce uzaktan uçakların sesleri geliyor. Sonra uçaksavarlar başlıyor. Aynı anda o garip ıslık sesiyle birlikte bombalar yağmaya başlıyordu.
Bomba sesleri, uçaksavar seslerinin yanına bir de elinde silah olan bütün Iraklıların açtıkları ateşlerin sesleri karışıyordu.
Bu bombardımanların yol açtıkları hasarları görünce durumu anlamaya başladık.
1999'da Yugoslavya'nın dağılma savaşında sıra Bosna'daki kıyıma gelmişti. NATO da müdahale kararı almıştı. Sırpların üslerine oldukça yakın bir bölgede aynı uçak sesi, sonra o ıslık ve sonra bombaları izledik.
Çevredeki insanların ne kadar çok korktuklarını görünce de biraz daha şuurlandık.
Ama bunlar başka ülkelerde, başka savaşlarda olmuştu. Hayatımızdaki üçüncü bombardımanı kendi ülkemizde yaşayacağımızı kim aklına getirirdi ki…
Evin konumu dolayısıyla muhtelif bomba ve silah sesleri duymak ve tam ne olduğunu bilememek çok kötü bir durum.
Haydut (kendisi bir kedi) her silah ve bomba sesinde önce evin ucuna gidiyor, sonra gelip en güvenli olduğunu düşündüğü yerde yatıyordu. Ayak ucunda, kısmen ayakların üzerinde.
Haydut bilmiyordu ki, onun çok güvendiği bu insan ondan daha çaresiz, daha umutsuz, daha çok sarsılmış, bombaların altında kendini ondan daha çaresiz hissediyor.
Bu herhalde binlerce, on binlerce insanın yaşadığı bir duygudur. Kendi ülkende, kendi uçaklarının içindeki kendi pilotların tarafından bombalanmanın travmasını bakalım nasıl atlatacağız.
Bunu asla unutamayız, unutturamayız.