Şimdi geçen pazarki hikâyeyi biraz geri sayalım. 1937’de “Denizbank Türkçe değil” diyen Türkçü ordinaryüs profesör Sadri Maksudi’nin radyoda gayrimillî ve cahil ilan edildiği o geceden 5 yıl öncesine gidiyoruz. http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/yildiray-ogur/591364.aspx.
2 Temmuz 1932 günü Ankara’da toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi, locadan açılışı izleyen Gazi’yi selamlayan hararetli konuşmalarla başladı. Bizzat Atatürk’ün himayesinde ortaya çıkarılan Türk Tarih Tezi’nin sunulacağı kongrenin başkanlık kürsüsünde, Türk Tarih Kurumu’nun başındaki Profesör Yusuf Akçura oturmaktaydı.
İlk tebliği Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan sundu. Afet Hanım Tarih Öğretmeni’ydi ve sadece 24 yaşındaydı. Türklerin ikincil, sarı ırklardan olmadığını, güzel bir ırk olduğunu, Orta Asya halklarının hepsinin de Türk olduğunu anlattığı konuşmasını bitirirken salon her cümlesini alkışlıyordu:
“Türk çocukları biliyor ve bildirecektir ki onlar 400 çadırlı bir aşiretten değil, on binlerce yıllık, Ari, medeni, yüksek bir ırktan gelen, yüksek kabiliyetli bir millettir…”
Konuşmadan sonra İstanbul Darülfunun’un tanınmış profesörlerinden Köprülüzade Fuad Bey söz istedi. Kısa bir aradan sonra kürsüye çıkıp, çok kibar ifadelerle Afet Hanım’ın aslında resmî tarih tezi de olan fikirlerinden bir kısmını eleştirdi. Ama bizzat Atatürk’ün imzasını taşıyan temel teze değil, bazı teknik bilgilere dönük itirazlardı bunlar. Örneğin Türk adını Türklere Çinlilerin verdiğini söyledi.
Ama yine de pek hoş karşılanmadı. Önce Şevket Aziz Kansu kürsüye çıkıp cevap verdi Fuad Köprülü’ye, ardından 24 yaşındaki Afet İnan kürsüye çıkıp sert bir ifadeyle “Türklerin isim almak için hiçbir millet tarafından baptize edilmeye ihtiyacı olmamıştır ve yoktur” dedi. Çoğunluğu öğretmenlerden oluşan salondan yine alkışlar yükseliyordu. Fuad Köprülü, daha fazla direnemedi. Kürsüye çıkıp, kendisini yeterince ifade edemediğini, oysa Afet Hanım’ın bütün tezlerine katıldığını söyledi, mesele daha fazla uzamadan kapandı.
Kongrenin ikinci gününde söz sırası "Türk Irk ve Medeniyet Tarihine Umumi bir Bakış" başlıklı konuşmasıyla Maarif Vekili Dr. Reşid Galip’teydi. Reşid Galip adının önündeki unvandaki gibi aslında tıp doktoruydu, Atatürk’ün sofrasının müdavimlerinden biri olarak Türk Tarih Tezi’nin oluşumuna katkı vermişti. Atatürk’ü yeterince devrimci bulmadığı için onunla tartışınca, Atatürk ve beraberindekilerin sofrayı terk ettiği, Çankaya’da bir kanepede uyuyup, sabah da borç parayla şehre indiği o meşhur gecenin üzerinden bir yıl bile geçmemişti. İnanmış bir Kemalistti. Konuşmasının en çok alkış alan cümlesi şuydu:
“Uzun boylu, beyaz simalı, düz veya kemerli ince burunlu, muntazam dudaklı, çok kere mavi gözlü ve göz kapakları çekik olarak değil, ufki açılan Türk, beyaz ırkın en güzel örneklerinden biridir…”
Ama resmî tezleri dillendiren Dr. Reşid Galip’in uzun konuşmasına da çok ünlü bir tarihçinin itirazı vardı. Söz alarak kürsüye çıkan profesör Rusya Müslümanlarının liderlerinden, dünyanın büyük üniversitelerinden aldığı teklifleri reddederek cumhuriyetin ilanından sonra hemşehrisi Yusuf Akçura’nın davetiyle Türkiye’ye gelen ve Darülfunun’da Türk Tarihi dersleri veren Orta Asya uzmanı tarihçi profesör Zeki Velidi’ydi (Togan)
İtiraz ettiği konu, Reşid Galip’in hâlâ kitaplarda okutulan “Türklerin Orta Asya’dan kuraklık yüzünden göç ettiği” iddiasıydı. Uzun uzun kaynaklar vererek Orta Asya’da sadece tarih öncesi devrilerde kuraklık yaşandığını, Türklerin göç sebebinin nüfus artışı, savaşlar gibi başka sebepler olduğunu anlattı. Ama dünyanın en önemli Türk tarihçilerinden birinin itirazı aslında bir tıp doktorunun tezlerine değildi. Atatürk’ün himayesinde oluşturulan Türk Tarih Tezi’neydi.
Tartışma kongrede müzakereye geçildiği anlarda günlerce sürdü. İnatçı Zeki Velidi’nin karşısında sadece epey alaycı, kibirli ama iyi bir hatip olan Reşid Galip yoktu. 24 yaşındaki Afet İnan, ırkçı antrapolog Mazhar Atıf da onun itirazlarındaki açıkları arıyor, en ufak hatalarını yüzüne vuruyorlardı. Tartışma bir linçe dönmüştü.
Lince katılanlardan biri de onun gibi Rusya’dan gelmiş Tatar hemşehrisi Sadri Maksudi’ydi. 1917-18 yıllarında Rusya’daki Müslümanların özerklik girişimleri sırasında siyaseten karşı karşıya gelmişti bu iki isim. Ve Sadri Maksudi, o günlerin hasımlığını tarih kongresinde çıkarmaktaydı.
İyi bir tarihçi ama kötü bir hatip olan Zeki Velidi üslubunu bozmadan kendini savunuyordu ama locada izleyen Gazi’nin gözüne girmek isteyenlerin gözü hiçbir şey görmüyordu… En son Reşid Galip şöyle dedi:
“Arkadaşlar esefle ifade edeyim ki Zeki Velidi Bey’in Darulfünün’undaki kürsünün önünde talebe olarak bulunmadığıma çok şükrediyorum… Türkiye Cumhuriyeti Darülfunun’un kürsüsü bu kadar hafif malumat ve bu kadar sakim metotlarla işgal edilecek kıymetsiz bir mevki değildir.” (Şiddetli ve sürekli alkışlar)
Zeki Velidi artık pes etmişti.
Ertesi günkü gazetelerde şöyle haberler çıktı: Darülfunun Tarih Müderrisi Zeki Velidi Bey, tarih kongresindeki nutkunda izahat verirken mehazları (kaynakları) yanlış izah ettiğinden tarih kongresinde kendisine verilen kürsünün geri alınması muhtemeldir.
Ertesi gün Zeki Velidi, Darülfünun’dan istifa etti.
Gazetelere konuşup kendini savunan Zeki Velidi aslında tarih tezine karşı olmadığını söyledi. Ama en çok “Rusya’da olup biten siyasi hesapları araya karıştırmakla” suçladığı eski dostu Sadri Maksudi’ye kırılmış ve kızmıştı.
Gazetelerde “Akademik sahtekârlığı” hatta “vatana ihanet”inden bahseden yorumlar çıkmaya başlayan Zeki Velidi, kısa bir süre sonra İstanbul’dan ayrıldı ve Viyana'ya gitti.
Ama bu kez de Avrupa’daki akademik çevrelerde Atatürk’ün yürüttüğü tarih çalışmaları aleyhine karşı propaganda yapmakla suçlanınca 3 Mart 1933 günü Atatürk’e bir mektup yazarak iddiaları yalanladı, bağlılığını bildirdi.
Mektubun bir yerinde şöyle diyordu:
"Zat-ı devletinizin bendenize karşı dargınlığı şayiası dolayısıyla Türkiye’deki herhangi ilmi müessese ve neşriyatla ve şahıslarla temas hususu gayrimümkün bir hâle gelmiştir. Türkiye’deki bildiklerim, dostlarım, Darülfünun arkadaşlarım, hatta Türkistanlı mühaceret arkadaşlarımla temas hemen hemen kesilmiş gibidir, yahut münasebette bulunanlar başka adres ve vasıtalarla yazmak mecburiyetinde bulunuyorlar…”
Zeki Velidi, Viyana’da felsefe doktorasını yaptıktan sonra Almanya’daki üniversitelerde dersler verdi. İyi bir Türk milliyetçisi olarak Türkiye’ye dönme isteğinden hiç vazgeçmedi. 1937’de Afet İnan ve Şükrü Kaya’ya yazdığı mektuplarda dönmek istediğini söyledi ama cevap alamadı.
Dönüşü ancak Atatürk’ün vefatı sonrası mümkün olabildi. 1939’da Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in davetiyle Türkiye’ye döndü ve “Orta Asya’da kuraklık meselesi” tartışması yüzünden ayrılmak zorunda kaldığı yeni adıyla İstanbul Üniversitesi’nde Genel Türk Tarihi Bölümü’nü kurdu.
1944’te Darülfunun’dan atılırken yanında durduğu için onunla birlikte üniversiteden uzaklaştırılan talebesi Nihal Atsız’la birlikte Alparslan Türkeş, Reha Oğuz Türkkan’ın da aralarında olduğu 23 kişiyle birlikte ‘hükümeti devirmek için gizli bir örgüt kurmak suçundan yargılandı. Irkçılık-Turancılık olarak bilinen, 2. Dünya Savaşı’nda Almanlar kaybetmeye başlayınca Batılı ülkelere yeşil ışık yakmak, Almanya yanlısı görüntüsünü silmek isteyen hükümetin imzasını taşıyan davalarda hükümeti yıkmaya teşebbüs suçundan sadece Zeki Velidi ceza aldı. 10 yıl hapis cezası askerî mahkeme tarafından bozuldu. Zeki Velidi, yeniden üniversiteye döndü, 1970 yılında vefat ettiğinde Türk tarihinde alanının dünyadaki en büyük tarihçilerinden biri kabul ediliyordu.
Tarih Kongresi sırasında 24 yaşındaki Afet İnan’la tartışmayı kısa kesen Fuad Köprülü'ye, neden ısrarcı olmadığı ve alttan aldığı sorulunca “Benim evim sırtımda değil ki” demişti.
Daha sonra DP’nin kurucuları arasında yer alan Köprülü, Yassıada Mahkemeleri’nde Menderes aleyhine verdiği ifadeyle hafızalara kazındı.
Tarih Kongresi’nde eski dostu Zeki Velidi’yi kurtların önüne atan Sadri Maksudi de aynı kaderi beş yıl sonra yaşadı. Bir kelimeye itiraz edilince yaptığı her şey unutuldu ve linç edildi.
O gece radyoda Sadri Maksudi’yi gayrimillî ve cahil ilan eden Agop Dilaçar’ın akıbeti de benzer oldu. Hain ya da cahil ilan edilmedi ama hep dış kapının mandalı kaldı. Adı yıllarca kitaplarda A. Dilaçar olarak geçti. 1979’da vefat ettiğinde TRT adını "Adil Açar" olarak anons etti. Şişli’de adının verildiği sokakta da sadece Dilaçar yazmaktadır.
Günümüze kadar geldik. Ama o da bir sonraki yazıya kalsın…