Halil Berktay, otoriter rejimlerin kendilerine yönelen eleştirileri savuşturmak için başvurdukları argümanları somut örneklere dayanarak tartışan, teşhir eden üst üste yazılar kaleme aldı Serbestiyet’te. Devamı da gelecek gibi gözüküyor bu yazıların. Giderek her sorunu, kendi haklılığı ve özgünlüğü inancına saplantı derecesinde bağlanarak düşünmeye yönelmiş bir toplum için oldukça çarpıcı bir pencere açıyor bu yazılar. Geçerliliğine yürekten inanılan söylem kalıplarının ne kadar sıradan, ne kadar klişe olduğuna ışık tutuyor.
Berktay’ın yazılarında da açık açık gösterdiği gibi, bu rejimlerin hukuk tanımaz zorbaca yöntemlerine yöneltilen eleştiri ve kınamalara karşı kendilerini savunurlarken kurdukları ortak dil şu: Batı dünyası iki yüzlüdür; kendi tarihi, kolonyalizmin gaddarlıklarıyla yüklüdür. Bugün de hak ve özgürlükler konusundaki hassasiyetinde samimi değildir; bu, emperyal çıkarları karşısında kendisine boyun eğmeyen yönetimleri zayıf düşürmek için sürdürdüğü bir siyasal stratejidir.
Bu argümanların uluslararası platformlarda ikna edici olamayacağı açık. (Batı’nın emperyal tarihini hatırlatarak kendi şimdiki zorbalıklarını temize çekemezsin çünkü. Ayrıca Batı kolonyalizminden önce fütuhatta sivillerin kellelerinden kuleler yapan, yağlı kazıkları icat eden kimdi bu da sorulur tarihten konu açılınca. Bugün eleştirilmene dayanak oluşturan demokratik evrensel değerler boşlukta oluşmadı; o değerleri de yaratan, hayata geçiren ve dünya için ideal kılan bir tarih var ve bunun adresi belli). Zaten bu argümanın asıl işlevi de dünyayı inandırmak değil. Otoriter yönetimler bu söylemi “içeride” destek bulmak için kullanıyorlar.
Söylemin dikkat çekici yönü, kesif bir inkâr çizgisinin dışına çıkmasıdır. Kuşkusuz bazı uygulamalar dünyanın gözünden kaçırılmaya, varlığı reddedilmeye çalışılmaktadır. Ancak tartışmada kurulan mantığın ağırlık merkezi, inkardan uzaklaşıp eleştireni suçlamaya doğru kaymış gözüküyor.
Aynı zamanda bu, tek tek ülkelerin gerçeklerini de aşan; dünya ölçeğinde yeni bir siyasi iklime girildiğinin kanıtlarından biri. Özellikle ikinci savaştan sonra gelen kuşaklar, insanların doğuştan gelen dokunulamaz, kısıtlanamaz hakları olduğu düşüncesinin bağlayıcı uluslararası belgelere geçtiği; İnsan Hakları sorununun ülkelerin iç işleri olmaktan çıkıp tüm insanlığın müdahale hakkı kapsamında tanımlandığı, savaş ve şiddetin yerine medeni rekabet ve uzlaşmaların değer kazandığı bir iklimde yetiştiler.
Hukukun üstünlüğü; siyasal otoritenin hukukla sınırlandırılması ve denetlenmesi, şeffaflık, hesap verilebilirlik, her türlü bilginin/ haberin/düşüncenin toplumda serbestçe dolaşabilmesi, şiddet içermedikçe en sert, şok edici, rahatsız edici eleştirilerin de sansürden muaf olması, protesto hakkı ve hatta sivil itaatsizliğin (tanımı gereği, hukuken değil ama) ahlaken kabul görmesi… Kısacası, gelişkin demokrasi paradigmasının Batı dünyasından başlayarak küresel yükselişi, evrensel referans kaynağına dönüşmesi… Şimdi, bunun sonuna mı gelindi? Bu ürkütücü soru soruluyor. Otoriter yönetimlerin kendi zorbalıklarını inkardan, Batılı güçleri eleştiriye sıçramış olmaları, demokratik normların referans değerine meydan okuyuşa; bir değerler hegemonyasının çöküşüne mi tekabül ediyor?
Bu endişeyi taşıyanların vehim yaptıklarını söylemek kolay değil.
Eğer, demokrasi adına bilinen, kabul gören ne varsa hepsini zorbaca çiğneyebiliyor ve yaptıklarını eleştiren, kınayan ülkelere dönüp; “sen iki yüzlüsün, bu değerleri sen de zaten önemsemiyorsun, büyük oyunda bilek bükmek için beni suçluyorsun, dünya kurtlar sofrası, benim içimde her türlü komployla beni yıkmaya çalışıyorsun, bildiğim yoldan yürürüm, ayakta kalmak için ne gerekirse onu yaparım” diyebiliyorsan ve bu ses kendi toplumunda “yerli ve milli bir otoritenin kendisini tehdit eden yabancı güçlere boyun eğmemesi” olarak anlamlandırılıyor, yankı buluyorsa artık; İnsan Hakları, özgürlükler, Hukuk, demokrasi kavramları zihinlerde değersizleşmiş demektir.
Biz bu değişimi Türkiye’de adım adım, gün gün izledik zaten.
2000’li yıllara Batı merkezli değerlerin biçim verdiği siyasal arayış ve söylemlerle girdi Türkiye. Yasakların olmadığı, insan haklarının temel alındığı, güçlülerin hukukunun yerine hukukun gücünün geçeceği, seçilmişlerin iradesinin elinde silah tutan bürokratlar tarafından vesayet altına alınamayacağı, AB standartlarında bir anayasal düzeni hedef alan reformların vaat edildiği günlerden geçtik.
Geldiğimiz yere bakalım. Batı medeniyetiyle ortaklık yolunda yüründüğü günlerin yerini, hak ve özgürlüklerin baskı altına alınıp hukukun çiğnendiği, iktidarın ileri düzeyde tek bir iradeye tabi hale getirildiği; bütün bunların “yerli ve milli” çıkarlar üzerinden meşrulaştırıldığı günler aldı şimdi.
Meşruiyet zemininin; evrensellikten milliliğe, demokrasiden otoriterliğe bu hızlı yolculuğu, az buz bir dönüşüm değildir. Bundan neredeyse 20 yıl önce söylediklerinizle kazandığınız desteğin, bugün tam tersini söyleyerek ve uygulayarak devamını sağlayabiliyorsunuz.
Bu bize ne anlatıyor?
Evet; belli ki tek tek ülkelerin iç dengeleri ve dinamikleriyle izah edilemeyecek, onları aşan genel bir dinamik oluştu. Küresel ekonomik kriz, büyük göç hareketlenmeleri, Sovyet dünyasının çöküşünden doğan boşluğun tetiklediği neo-concu aç gözlülük ve ne kadar saysak da altından kalkamayacağımız kadar karmaşık küresel dinamikler dünyayı, içe kapanmacı, yabancı düşmanlığıyla yüklü, ulusal bencilliklerle hırslanmış popülist duygu dalgasının yükseldiği ürkütücü bir yere getirdi.
Ve biz Türkiyeliler kendi hırslı liderliğimiz eliyle bu berbat dalgadan üstümüze düşen payı alıyor, yaşıyoruz.
Ama, galiba bir boyut daha var…
Sadece dünyayla açıklanamayacak, konjonktüre bağlanamayacak bir boyut…
Demokrasiden otoriterliğe doğru değerler dünyamızda kat ettiğimiz hızlı mesafeden söz ettim az yukarıda. Fakat şu şüphe de çok iç kemirici: Gerçekten değişen zihinlerimiz mi yoksa söylemlerimiz mi? Değerlerimiz değişti mi, aslında hep aynı yerlerde mi geziniyoruz?
Biz, 2000’li yılların başında siyasal dilimize mal etmeye çalıştığımız evrensel demokratik değerlere yatkın, açık bir kültürün toplumu değiliz. Bir eğretilik, sahtelik, uçuculuk var bu söylemle aramızdaki ilişkide. En alttakileri, ezilip dışlanmışları kastetmiyorum. O katlarda zaten gücü gücüne yeten kuralı işler. Fakat okumuş, meslekli, daha incelmiş hayatlardan gelenlerimiz, orta sınıf kentlilerimiz, dahası entelijansiyamız bile bu değerleri çok sindirmiş değil galiba.
Bizim eleştiriden çok özeleştiriye ihtiyacımız var.
Berrak, temiz bir aynayla başlasak yenilenmeye iyi ederiz.