Bir anayasa taslağının ve Meclis’ten geçirilmesinin bana düşündürdüğü, hissettirdiği şey bu oldu. Türkiye’nin kumaşı bu. Ve demokrasi uzak bir hayal.
Ataerkil bir siyasi kıyımcılık ve farklı fikirlere her halükârda tahammülsüzlük; büyük gayretlerle taş taş üstüne koyarak oluşturulan eşitlik ve özgürlük çabalarını yakıp yıkmayı göze alabilen eril bir iktidarlılık savaşı, yarışmacılığı düelloya çevirme mahareti, rekabeti karşı safları ortadan kaldırmakla eş tutma. Ve daha nice nefret ve düşmanlığı her gün, her saat yeniden üretme becerisi. İşte “bizim” siyasi kültürümüzün ağır basan karakteri.
Bu ülkenin siyasilerinin iliklerine değin işlemiş bu tarz, üstelik yeni de değil. Aklıma parlamenter sisteme geçiş çabasındaki II. Meşrutiyet döneminin (1908-1918) partileri arasındaki kıyasıya, ölümcül rekabet geliyor. İttihat ve Terakki Cemiyeti/Fırkası ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası (Partisi) arasındaki, birbirini izansızca yok etme savaşları, sonuçta memleketin büyük bir belaya girmesiyle (Cihan Harbi) sonuçlanıyor. Suikastler, baskınlar, şantajlar da cabası. Rıza Nur, bu şiddet düzeyi artarak birbirine sirayet eden ve giderek ağırlaşan delilik halini anılarında çok iyi aktarır.
Milli Mücadele ve Cumhuriyetin kuruluş yılları, keza, aynı. Ağır suçlamalar, psikolojik harp teknikleri, bir saatte idam kararı alan İstiklal Mahkemeleri, suikastler, linçler, meydanlarda ibretlik olarak asılan muhalifler…
Etnik bir unsur eşitlik ve özgürlük mü istiyor; ilk akla gelen silaha sarılmak. (Şimdi silah yetmedi, tonluk bombalarla halklarının “özgürlüğü”nü kazanacaklarından eminler.)
Öğrenci hareketinden gelen Sol birbiriyle anlaşamıyor, silahlarını kuşanıp 1 Mayıs İşçi Bayramı’na Taksim’e gidiyor (1977). Provokatörler boş durur mu? Bunu fırsat bilip ortalığı kan gölüne döndürünce, “bizimkilerin” öne sürdüğü gerekçe çok basit: “Bazı gruplarla aramızda çatışma vardı, kendimizi korumak için silahlı katıldık. Ülkücüler de gördükleri her yerde bize saldırıyordu.”
Yıllarca inanç özgürlüğü çiğnenmiş, ağır baskılara uğramış İslami kesimlerin siyasi lideri soruyor: “Adil düzene geçilecek… Bu kesin şart. Bu geçiş dönemi yumuşak mı olacak? Sert mi olacak? Kanlı mı olacak kansız mı olacak? Bunu zaman gösterecek…” (Erbakan).
Şiddet sarmalını en olağan siyasi mücadele ortamı olarak gören ülkemiz erkeklerinin siyasi kültür ve varoluş tarzına dönüşmüş bu örüntüyü, bari kadın kesiminin reddettiğini görsek. Ne mümkün? Topuklu ayakkabısını çıkarıp Mecliste erkek vekilleri tehdit eden “sosyal demokrat” kadın politikacılar… “Köpek giremez” pankartlı kadın milletvekilleri… “Kadın meclisi” adıyla toplanıp nefret dilini umarsızca benimseyen muhafazakâr kadın politikacılar.
Ve en son perde. İslami kesim seksen yıl sonra iktidarı ele geçirince, geçmişe damgasını vuran tarz, yeni bir elbise gibi giyiliyor. “Şimdi sıra bizde.” “Korkun, geliyoruz…”
Yüce, ululanan, kült haline getirilen bir lidere, “kurtarıcıya,” bir babaya ihtiyaç var (Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki karşılığı “halaskârımız.”) Çoğu insan bundan çok emin. Bu büyük lider, bütün gücü elinde topladığında “Türkiye’nin en büyük sorunları çözülecek, göreceksiniz…”
Bu toprakların başka bir yere benzemeyen stratejik ve tarihsel özellikleri olduğunu biliyoruz. Son iki yüzyılında, bugüne değin ve neredeyse aralıksız olarak, bu ülkenin ağır bir sıkıştırılmışlık ortamını yaşamaya zorlandığını da. Ne desek acaba; yukarıdaki tabloyu yaratan bu “dış nedenler” mi? Yoksa kumaşımız, naturamız mı böyle? Yaratıcı olmanın önünü tıkayan ne gibi nedenler var? Krizleri aşmanın, kördüğümü ortadan kılıçla kesmekten başka yollarının da olduğunu tartacak bir siyasi ortama ulaşma ihtimali, yakın gelecekte var mı?
Güvenlik ve özgürlük, her zaman mı karşıtlık ve birinden birini seçme zorunluluğu olarak yaşanacak? Toplumların her dönemde ihtiyacı olduğu reformlar, yani eski sistemin artık yeni ihtiyaçları karşılamadığında başvurulacak düzeltmeler, her zaman mı kavgalı gerçekleşecek?
Bu sorularıma hemen yanıt bulamıyorum.