[10.5.2019] Hayal ve gerçek arasında gidip geliyorum, siyaset sahnesiyle baş etme çabalarımda. Bazen kendimi, içinden geçenleri dümdüz ifade etmekten âciz hissediyorum. Osman Kavala iddianamesi, Sabri Uzun’un FETÖ’cülükten tutuklanması, Kılıçdaroğlu’na saldırı, bu alenî linç girişiminin öncesi ve sonrasında bir içişleri bakanının söyleyebildikler karşısında, büyük, çok büyük bir ahlâkî tepki yükseliyor içimden. İnfial duyuyor, ama aynen Orhan Veli gibi, “Bir yer var, biliyorum; / Her şeyi söylemek mümkün; / Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; / Anlatamıyorum.” Kendimi beceremiyeceğimi baştan bildiğim kara mizah denemelerine kaptırıyorum (YSK kararı karşısında olduğu gibi). Türkiye’yi de bir diğer “yokülke” (ama utopia değil dystopia) gibi, ya da Orwell’in 1984’ünün 2014’ten itibaren oluşmuş bir uzantısı gibi, ya da Borges’in fantezilerinin en üst kertesi gibi düşlemeye koyuluyorum. Olmuyor; demek ruhum o kadar zengin değil; bir bilinç ve rasyonalite insanıyım daha çok (o yüzden dünya keşke ben yazabilseydim dediğim şiirlerle dolu). Sonuçta, hakikatlerin katılığı, yaralayıcılığı, testere dişleri, büyük beyaz köpekbalıkları, kırık cam parçaları, paslı teneke kenarları, bir şekilde insanın etini dilim dilim doğrayıcılığı ağır basıyor. Bunların sadece Uqbar veya Tlön efsanelerinde cereyan ettiğiyle avunamaz oluyorum.
* * *
(a) KENDİSİ. BİR YIL BEŞ BUÇUK AY ÖNCE. 2017 sonlarında Marmara Üniversitesi Sosyal Araştırmalar Öğrenci Topluluğu, Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nu, o sırada yeni yayınlanan Duruş kitabıyla ilgili (veya o kitap vesilesiyle) bir konuşma yapmaya dâvet etti. Davutoğlu tabii eski başbakan ve eski AKP genel başkanıydı. 2016 Nisan sonları ve Mayıs başlarında, Pelikan Dosyası başlıklı anonim, pislikten ibaret bir blogun yarattığı garip, kimsenin nerede duracağını bilemediği bir ortamda istifaya zorlanmış, gene aynı çerçevede partisi hızla yeniden dizayn edilmişti. Yani güçlü düşmanları vardı. Ama aynı zamanda bir sosyal bilimciydi, saygın bir akademik geçmişi vardı ve üstelik Marmara Üniversitesi’nin eski öğretim üyesiydi. Konferansının başlığı “Bilgiden Bilince, Ahlâktan Davranışa” şeklinde duyurulmuştu. 27 Kasım 2017’de yapılacaktı. Üniversite yönetimi, 23 Kasım 2017’de yaptığı sürpriz bir açıklamayla, toplantının iptal edildiğini duyurdu.
(b) EŞİ. BU YIL. BİR BUÇUK AY ÖNCE. Dr Sare Davutoğlu, bir kadın, çocuk ve doğum uzmanı. Önceki yıllarda, Sabahattin Zaim Üniversitesi’nin de taraf olduğu araştırma projelerinin başını çekmiş, sempozyumlarında yer almıştı. Tabii o zaman kocası başbakandı. Aradan birkaç yıl geçti. Sare Davutoğlu, geçtiğimiz Mart ayında gene Sabahattin Zaim Üniversitesi’ndeki bir öğrenci topluluğu tarafından kendi meslek alanında bir konuşma yapmaya dâvet edildi. “Bir Nefes Sıhhat: Sağlıklı Yaşam Pratikleri” başlıklı konferansını, 27 Mart 2019 Çarşamba günü saat 13:00’te, “Seminer Salonu”nda verecekti. Bir gün önce, yani 26 Mart’ta, bu sefer SZÜ yönetimi toplantının iptal edildiğini duyurdu.
(c) EŞİ. BU YIL. İKİ BUÇUK HAFTA ÖNCE. Dr Sare Davutoğlu, hemen geçen ay, yani Nisan ayı sonlarında da, bu sefer Medipol Üniversitesi bünyesindeki bir başka programa çağrıldı. Genç Yeryüzü Doktorları grubunun organize ettiği “Tıbbı Nebevî: Tarihî Bağlamı ve Yeniden Yorumlanması” toplantısında, 24 Nisan’da konuşacaktı. Etkinliğin tamamı Rektörlüğün onayından geçmiş, afişler basılmış ve kampüsün her köşesine asılmıştı. Derken hafta başında (22 Nisan’da) Ahmet Davutoğlu’nun mevcut durumu, Cumhurbaşkanlığı sistemini ve AK Parti’nin gidişatını eleştirdiği, bir tür siyasî manifesto niteliğindeki kapsamlı açıklaması geldi. İki saat içinde bütün afişler indirildi. Rektörlük toplantının iptal edildiğini açıkladı.
* * *
Şimdi sorular. (1) Bir kere, bu nasıl bir demokrasi ve siyaset anlayışı ki, rakip kabul edilen politikacıyı bütün kamusal alandan, topyekûn dışlamaya kalkar? Her şekilde kötülemek ve aşağılamakla kalmaz; aynı zamanda hiçbir yerde konuşturmamaya, sesini tümüyle kısmaya ve boğmaya tevessül eder? (2) Bu nasıl bir kin, nasıl bir nefret ve intikamcılık ki, sadece söz konusu politikacıyı değil, eşi ve ailesini de hedef alır? Aynı dışlayıcılık ve susturuculuğu onlara da uygular; sırf “Davutoğlu” soyadı geçmesin, silinsin, unutulsun, şans tanınmasın diye, üstelik politikayla hiçbir ilgisi olmayan, tıpla, meslekî alanla sınırlı konuşmalarını dahi yasaklar?
(3) Gerçekten merak ediyorum, bu nasıl bir emir-kumanda zinciri olmalı? Ticarî satış ve piyasa örneği üzerinden düşünürsek; nereden (hangi toptancı halinden veya grosmarketten) başlıyor, hangi ara kademelerden (bölge ve semt dağıtıcılarından) geçerek, en uçtaki perakendecilere (süpermarket, market ve bakkallara) ulaşıyor? Sinyalizasyon nasıl gerçekleşiyor? Troller kime, ne zaman yaylım ateşi açacaklarını nasıl öğreniyor? Çeşitli kurum yöneticileri (faraza rektörler) ne zaman müdahale edeceklerini nasıl, hangi imâ ve/ya kaş-göz işaretleriyle anlıyor?
(4) Üniversitelerimiz gerçekte ne durumda ki, yöneticileri günlük politikaya bu kadar bulaşmada, bu kadar açık ve çıplak bir militanlık ve partizanlığı benimsemede kendileri açısından hiçbir beis görmüyor? Bilim kurumlarından mı söz ediyoruz, şu veya bu siyasetin (velev iktidarın) ileri karakollarından mı? Hangisi daha kötü bilemiyorum: açık-örtük bir talimat gelmesi mi, vaziyetten vazife istihrac etmeleri mi? Birinci şıkta, nasıl bu kadar “emirkulu”; ikinci şıkta, nasıl bu kadar “kraldan fazla kralcı” olunabiliyor?
(5) Tutun ki ister Ahmet Davutoğlu’nu, ister Sare Davutoğlu’nu dâvet eden öğrenci toplulukları aslında bunu pekâlâ bir siyasî amaçla yapıyor. Yani (üç küsur yıl geride kalan deyimlerle) “reisçi”liğe değil “hocacı”lığa meylediyorlar. Ya da belki iktidarın ve Cumhur İttifakı’nın politikalarına AK Parti içi ve çevresinden yeni gelişen bir tepkiyi yansıtıyor; partinin bir zamanki tabanından giderek daha çok insanın alternatif arayışına girip kâh Abdullah Gül’e, kâh Ali Babacan’a, kâh Ahmet Davutoğlu’na umut bağladığının işaretlerini veriyor.
O zaman bile, iptal ve yasak derde deva mı acaba? Bir, üniversite gençliğinin siyasî tercih hakkı yok mu? Yasalllık sınırları içinde, istediğine sempati duyamaz ve konuşmaya çağıramaz mı? Bunlar oy hakkına sahip genç yetişkinler mi, değil mi? Kime ilgi duyup duymayacaklarını rektörler mi belirleyecek? İki, otoriter gidişten hoşnutsuzluk sinyalleri söz konusuysa, bu yasak ve iptaller hem de bu kadar abes biçimlerde dayatılması, otoritarizmin varlığını büsbütün teyid edip hoşnutsuzluğu habire çoğaltmaktan başka neye yarıyor?