Bu seçim sürecinin AKP açısından, kuruluşundan bu yana girdiği bütün seçimlerden oldukça farklı bir politik iklimde gerçekleştiğini ve iktidarın tek maliki Erdoğan’ın kaybetme ihtimalinin ilk kez bu kadar yüksek olduğunu düşünenlerdenim.
Abdullah Gül ismi üzerinde bir muhalif buluşma sağlanabilse ve seçimler iki aday arasında geçseydi tek turda bitecekti. Bu durumda kanımca, Erdoğan Gül’den daha fazla oy alır Cumhurbaşkanlığını kazanırdı. Böyle düşünmemin nedeni şu: Saadet Partisi dışında muhalif blok bileşenlerinin tamamı (en fazla CHP tabanı olmak üzere) derece derece fire vereceklerdi. Bu fire durumunu ve bunun bütün işaretlerini baştan veren laik homurdanmaları ne kadar basiretsizlik; cemaatçi içe kapanmacılık, siyasi dar kafalılık olarak nitelersek niteleyelim bu bariz bir nesnel gerçeklik Türkiye’de. Dar bir siyasi kadronun değil, bayağı etli butlu bir sosyolojinin eğilimi böyle.
Laik sosyolojide Gül’ü desteklemekte isteksiz ve aslında tepkili kesimleri dar bir seçim takvimi içinde ikna etmeyi düşünmek; Erdoğan’ı “indirmek” motivasyonunun buna yeteceğini zannetmek, hakikaten boş bir hayaldi. Bu ütopyayı savunanların ihmal ettiği şey, en gözümüzün önünde duran; herkesin dilinden düşmeyen toplumsal patolojiydi:Kutuplaşma.
Hem toplumun uzun yıllardır adım adım ve giderek katılaşarak yaşadığı kutuplaşmadan şikâyet etmek; hem de laiklerin kendi kimliklerinin dışında gördükleri AKP’nin kurucu sütunlarından birisi olan Gül’ü firesiz bir blok olarak destekleyebileceğini ummak, açık bir çelişkidir. Eğer Akşener bu realiteyi doğru hesaplayarak adaylıkta direndiyse bu da bence ilginçtir. Bu düşünceme rağmen Kılıçdaroğlu’nun Gül etrafında birleşme istekliliğini ve bunu zorlama siyasetini yanlış buluyor değilim. Reel olarak Gül projesinin yürümemesi muhalefetin şansını arttırdı evet; fakat bu arada Kılıçdaroğlu’nun ittifak açılımı da, hem ikinci tur için hem de milletvekili seçimleri açısından laikleri kendi dar ezberlerinin dışına çıkmaya hazırladı. Böylelikle laik sektör açısından, bir yandan kendi kimliklerini hakkıyla temsil eden adayla seçimlere gitmenin tatmini sağlanırken; diğer yandan Kürt dünyası ve (SP kimliğinde ifadesini bulan) dindarlarla da ittifak yapmaya elverişli bir kendine güven ve dışa açılma iklimi oluştu. Nitekim Alper Görmüş’ün de son yazılarında işaret ettiği gibi, Muharrem İnce bu iklimden fazlasıyla yararlanıyor.
Dahası, Gül girişiminin yürümemesi sadece CHP’nin değil, muhalefetin bütün bileşenlerinin kendi tabanlarını azami biçimde tatmin edecek adaylar çıkartması sonucunu verdi.
Demirtaş’ın cezaevinde yatan bir lider olarak kampanyayı doğrudan yürütememesinin yaratacağı sonuçları ise yaşayarak göreceğiz. Ben HDP’yi yüzde 13’e taşıyan seçmeninin (PKK’nın hendek siyaseti sonucu Kürt şehirlerinde yaşanan büyük felakete rağmen) bu mağduriyete rıza gösterecek psikolojide olmadığını sanıyorum. O günlerden bu günlere Kürtler arasında siyasi sempatisi azalan hareketin HDP değil AKP olduğunu sanıyorum. Suriye’ye ordu gönderen; Bahçeli’yi ve onun saldırgan milliyetçi üslubunu kendi siyasetinin başlıca bileşeni haline getirmiş olan Erdoğan’a daha önce HDP’ye destek vermiş tek bir seçmenin bile oy vermesinin çok zor olduğunu düşünüyorum.
Bütün bunlara ilave olarak söylemek istediğim temel bir tespit daha var. Yine Alper Görmüş’e gönderme yaparak belirtmeliyim ki; seçimler “çekirdek oylarla” kazanılmıyor. Seçim sonuçlarını parti angajmanı çok zayıf, hatta hiç olmayan, geniş gövdeli bir sosyolojinin eğilimleri belirliyor. AKP’nin yıllara yayılan başarısının altında bu partisiz, esnek kimlikli kesimleri etkilemiş olması yatıyordu. Ben bunun sadece hizmet ve refah eksenli bir beklenti olduğunu da sanmıyorum. Kuşkusuz bu çok etkili; fakat konjonktüre bağlı olarak huzur, istikrar, beka arayışı gibi elle tutulmayan psikolojilerin de bu partisiz seçmenlerin tercihleri üzerinde etkisi olduğunu düşünüyorum.
İçinden geçmekte olduğumuz süreçte ise AKP’nin bir avantaj gibi kullanageldiği “Dünya komplosuyla karşı karşıyayız, beka tehdidi altındayız” temalı söyleminin bu partisiz seçmen dünyasında, lehine olmaktan daha çok aleyhine işleyeceğini tahmin ediyorum. Kuşkusuz bu kesimden AKP’ye yönelimlerde bu söylemin hiç etkili olmadığını söyleyemeyiz. Ama, götürdükleri mi, getirdikleri mi daha çok olacak sorusunu sorabiliriz. Benim cevabım götürdükleri çok olacak.
Bu komplo ve beka mesajı çok tekrarlandı ve giderek her türlü sorunda (Doların artışından, Fenerbahçe maçındaki olaylara kadar) masaya sürüldü. Herkes için çok inandırıcı olduğunu sanmıyorum artık; bıkkınlık vermiş ve başarısızlıkları örtmek için kullanılıyor duygusu yaratmış olabilir. Ayrıca bu söylemin eskisinden farklı olarak partisiz seçmenlere söylediği pozitif bir şey yok. Bir umut üzerine değil bir korku üzerine kurulmuş. Evet, umut duygusu kadar korku duygusu da insan tercihleri üzerinde etkide bulunur. Ama korkuyu diri tutmak için kullandığınız üslup umudu ayakta tutmak istediğiniz dile hiç benzemez; zaten görüyoruz benzemiyor da…Toplumun sizden olmayan yarısını ve dış dünyayı düşmanlaştırmadan; nefreti okşamadan korkuyu ayakta tutamazsınız. İşte şu partisiz sosyolojik sektörün AKP’de gördüğü yeni şey budur. Buna inanan ve benimseyenler vardır. Fakat onlardan daha çok; tedirgin olan, abartılı bulan ve içine düştüğümüz dünyayla kavgalı, içeride de bölünmüş çatışmalı durumdan rahatsızlık duyanların varlığı bence şaşırtıcı olmaz.
Ekonomi politikaları ve aşırı seçim ekonomisinin bu seçmenlere nasıl mesaj vereceği sorusuna ise ben, ağırlıklı olarak “alarm işareti” gibi algılanacağı cevabını veriyorum.
Son bir unsur olarak da “propaganda üstünlüğü” ne dokunmak gerekir. Bunun sanıldığı kadar iktidarın avantajı olmadığını düşünüyorum. Bu “üstünlük” de insanlarda hiç hoşlanmadıkları bir kibir, bir adaletsizlik algısını kışkırtabilir. Hiçbir zaman bu ülkenin medyası bu kadar itibarsız, bu kadar pespaye, sadece inanmış fanatik çekirdeği tatmin etmeye yarayan bir çöp olmamıştı. Hiçbir siyasi lider topluma tek taraflı olarak her gün, ama her gün seslenmemişti. Bunların “üstünlük” olduğundan çok ciddi şüphelerim var.
Buraya kadar yürüttüğüm akıl, AKP’nin daha öncekilerden farklı bir sınava doğru yol aldığını ve muhalefetin avantajlı olduğunu söylüyor.
Bu analizle sınırlı düşünürsek HDP’nin barajı aşacağını ve diğer muhalif partilerin de toplam oylarını artıracakları bir parlamento dağılımı çıkacağını kabul etmek gerekir. İktidar bloku Meclis’te yasa üretecek çoğunluğu kaybedebilir. Keza Erdoğan da ilk turda yarıyı geçip seçilecek çoğunluğu bulamayabilir.
Fakat burada ileri sürdüğüm düşünceler tüm etmenleri doğru yerden yakalayamıyor da olabilir. Hem bu şüphelerime hem de bu yazıda öngördüğüm gibi seçimlerin ikinci tura kalması ihtimalinde olabilecek gelişmelere ilişkin düşüncelerimi önümüzdeki günlerde yazmaya çalışacağım.