“Biz masalları olan bir coğrafyanın çocuklarıyız. Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır.”
Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın’ın bu tweeti tartışılıyor.
Türkiye’nin modernleşme sürecini, bize zorla yaptırılmış, içerideki dejenere işbirlikçilerin eseri, bütün kötülüklerin başlangıcı olarak görmek sağ popülizmin eski ve popüler bir söylemidir.
Örneğin Necip Fazıl, 1966 yılında MTTB’de verdiği Ayasofya konuşmasında Türkiye’nin modernleşme tarihini şöyle tarif etmişti:
“126 yıl boyunca, dışardan Batı emperyalizmasının, içerden de onların sadık ajanları sıfatıyla kozmopolitlerin, Yahudilerin, dönmelerin, masonların ve nihayet hepsinin birden ana sermayesi ve gönüllü fedaisi halinde; adı Türk, küfür tip ve zümrelerinin idare ettiği bu cereyan…”
Bu sağ popülist hamasete bugün makul insanların bile kapılması endişe verici. Peki ‘bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri’ mi anlatıldı?
Necip Fazıl’ın 1966’da hesap ederek verdiği 126 yılın tam karşılığı, Kalın’ın ise ortalama bir rakam olarak dillendirdiği 150 yılın yani modernleşmenin miladı, 1839 Tanzimat Fermanı’dır.
Ferman, ilhamını Viyana Sefiri Sadık Rıfat Paşa’nın ‘Avrupa’nın Ahvaline Dair Risalesi’nden almıştı.
Paşa, görev yaptığı Avusturya’da Prens Metternich’in imparatorluğun eski usul yönetimini teknokrat bir merkezi otoriteyle değiştiren reformlarını örnek almıştı.
“Zulm ile abad olan bir hükümetin düşmanlarından çok tebaasına dikkat etmesi gerektiği” gibi içinde padişaha cesur uyarılar olan bir risaleydi bu.
Tanzimat Fermanı özetle mekanizmaları eskimiş, toprakları üzerinde hakimiyetini kaybetmiş bir devletin diğer imparatorluklardaki modern merkezi devlet uygulamalarını örnek alarak, kopma emareleri gösteren ahalisine can ve mal güvenliği, hukuk önünde eşitlik vaat etmesiydi.
Buraya kadar olan kısımdaki hikaye tamamen bizim hikayemizdi.
Peki şöyle başlayan Tanzimat Fermanı’na “başkalarının hikâyesini anlatmak” denebilir mi?
“Herkesin bildiği gibi, devletimizde kuruluşundan beri Kuran’ın yüce hükümlerine ve şeriat kanunlarına tam uyulduğundan, ülkemizin gücü ve bütün tebaasının refah ve mutluluğu en yüksek noktaya çıkmıştı. Ancak, yüz elli yıl var ki, birbirlerini izleyen karışıklıklar ve çeşitli sebeblerle şeriata ve yüce kanunlarına uyulmadığından evvelki kuvvet ve refah, tam tersine zayıflık ve fakirliğe dönüştü. Oysa, şeriat kanunları ile idare edilmeyen bir ülkenin varlığını sürdürebilmesinin imkansızlığı açık seçik ortadadır.”
Fermanda bugün bile güncel olan uyarılar yer almaktaydı:
“Şöyle ki; Dünyada can, ırz ve namustan daha kıymetli bir şey yoktur. Bir insan bunları tehlikede görünce, yaradılıştan kötü olmasa bile, canını ve namusunu korumak için olmadık çarelere başvurur. Bunun devlet ve memlekete zarar vereceği açıktır. Buna karşılık, can ve namustan emin olan bir kimse sadakat ve doğruluktan ayrılmaz, işi ve gücü ile devletine ve milletine yararlı olur. Mal güvenliğinin olmadığı yerde ise kimse devlet ve ulusuna ısınamaz, ülkesinin yükselmesi ile ilgilenmez, hep korku ve üzüntü içinde yaşar. Buna karşılık, malından, mülkünden emin olmadığı zaman hep kendi işi ve işinin genişletilmesi ile uğraşır. Devlet ve millet gayreti, vatan sevgisi kendisinde her gün artar.”
Peki, eğer padişahın yayınladığı Tanzimat Fermanı değilse, istibdada dönen bu merkezi modern devlete karşı isyan eden Yeni Osmanlılar mıydı bize başkalarının hikayesini anlatan?
Kur’an’daki ‘Hür’ kavramını Farsça ekle birleştirip “Hürriyet” kelimesini icat etmiş, Batı’daki parlamento, demokrasi gibi kavramları meşveret, şura diye İslam literatürü içinden yeniden keşfetmiş, Tanzimat Fermanı’nı halkın egemenliğine dayanan bir meşruiyet ilan etmediği, fikir ve şahıs hürriyetini getirmediği için eleştirmiş, Birinci Meşrutiyet’in fikir babası olmuş Namık Kemal mi bize başkalarının hikayesini anlattı?
Yoksa Galatasaray Lisesi’nin müdürlüğünü, Ayasofya’nın başhatipliğini yapmış, “Hükümet-i İslamiye şura üzerine tertip olunmuştur. En salih ve adil zat bile hükümet-i müstakileye hakim olsa bulunduğu makam yine kendisini efkar-ı halisanesinden hariç harekette bulundurmağa sebep olur” diyen Yeni Osmanlıların sarıklı ihtilalcisi Ali Suavi mi?
“Bir ikinci medeniyet yoktur; medeniyet Avrupa medeniyetidir, bunu gülü ile dikeni ile almak mecburidi” diyen devrin en radikal Batılılaşma taraftarı Abdullah Cevdet bile başkalarının değil, kendi eklektik hikayesini anlatmaktaydı:
“…Müslüman olmak için Ahmet, Mehmet tesmiye edilmek ve Müslüm ebeveynden dünyaya gelmek hiç de kafi değildir. Müslüman, İslamiyet’in ahkam-ı esasiyesini cah-ü can korkusunu bertaraf ederek zulme karşı kuvveylen de kalemen de, kalben de ve ez cümle fiilen de izhar-ı nefret eder.”
Osmanlı Sosyalist Fırkası, sosyalist görüşünü, zekat ve infak gibi İslami kavramlar üzerinden açıklarken, partinin yayını İştirak “biri yer biri bakar kıyamet bundan kopar” cümlesini logosunun altına yerleştirmişti.
Jön Türklerin en Batıcı, pozitivist ismi Ahmet Rıza’nın gazetesinin adı bile İslam siyasi düşüncesinden alınan bir kavram olan Meşveret’ti.
Türkiye’deki İslamcılığın bizzat kendisi 19’uncu yüzyılın sonlarındaki bu modernizmin, o modernizmin öncü isimleri Cemaleddin Afgani’nin, Muhammed Abduh’un rahlesinde yetişmedi mi?
Kolera salgınına karşı Yıldız Sarayı’nda Buhariler okutan II. Abdülhamit’i “Yıldız’da yüksek sesle tilavet edilen Buhariler hastalığı defetmek için değil, safdil halkın dini hislerini okşayarak huluskar padişaha ihlas celbetmek için idi…İyice bilmeliyiz ki gerek münferit, gerek sari ne kadar hastalık varsa izalesi için tababetin tavsiye edeceği şifa tedbirinden başka yapılacak bir şey yoktur” diye eleştiren Akif’in bu eleştirel modern İslami yorumu, “bize anlatılan hikayelere” mi yoksa “bizim hikayemize” mi giriyor?
Peki, Nurnberg’deki Wagner Operası’ndan kendisi ve yeğeni II. Abdülhamit için üç tane koltuk satın almış dindar padişah Abdülaziz, Yıldız Sarayı’nda Tiyatro Salonu kurdurup İtalyan gezici tiyatrocu Arturo Stravolo ve kumpanyasına tahsis etmiş, kendisi operetler yazan II. Abdülhamit, başkalarının hikayesine mi bizim hikayemizde mi yer alıyor?
Ya ancak İngilizlerin baskısıyla 19’un yüzyılın sonlarında kaldırılabilen kölelik ve Üsküdar’daki köle pazarı?
Hürriyet, Müsavat, Adalet, Uhuvvet diyerek İkinci Meşrutiyet’i ilan etmek, partiler kurup, seçim yapmak, basın özgürlüğü, sendikal haklar için yasalar çıkarmak başkalarının hikayeleri oluyor da, istibdad, sansür, jurnalcilik, Meclis’i tatile göndermek, anayasayı rafa kaldırmak, insanları haksız yere tutuklamak, sürgüne göndermek tehcir mi bizim hikayemiz oluyor?
II. Meşrutiyet’in ilanında Selanik’te hutbe okuyan Said Nursi, Said Halim Paşa, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura bize başkalarının hikayelerini mi anlatmış oldular?
Neredeyse oybirliğiyle saltanatı, hilafeti kaldırmış, Cumhuriyet’i ilan etmiş, arkasında Kuran’dan “İşlerinizi İstişare ile yapın” ayeti asılı olan Birinci Meclis’in üyelerinin anlattığı hikaye başkalarının hikayesi miydi?
Şimdi hamaseti yapılan Kudüs’te, Gazze’de, Şam’da, Halep’te, Libya’da, Bağdat’ta, Beyrut’ta sokak sokak savaşmış, Osmanlı mekteplerinde yetişmiş Mustafa Kemal Paşa’nın, İsmet Paşa’nın yıkılan imparatorluğun kurumlarını ve kültürünü radikal bir biçimde değiştirmek için giriştikleri modernleşme adımlarını bizim değil de başkalarının hikayesi yapan kriter nedir?
Peki, Cumhuriyet’in 27’inci yılında çok partili demokrasiye geçmek, BM’ye, NATO’ya üye olmak, AB adayı olmak, beş darbe, muhtıralar, idamlar, işkenceler kimin hikayesiydi?
Yoksa Avrupa Birliği reformlarıyla, açılımlarla Türkiye’yi demokratikleştiren AK Parti de onca yıl bize başkalarının hikayelerini mi anlatmıştı?
Neden 18 yıldır başkalarının hikayelerini anlatmayı bırakıp, bir türlü kendi hikayesine geçemedi?
Onları tutan neydi?
Yoksa kendi hikayemizi anlatabilmek için başka hikayelerin anlatılmasının tehlikeli hale geldiği bir ülke olmamız mı gerekiyordu?
‘Başkalarının hikayelerini anlattığı’ yıllarda demokrasi, ekonomi, özgürlüklerin durumu iyiyken, kendi hikayesini anlatmaya niyetlendiği zamanlarda neden hepsine gerileme yaşandı?
Hayır.
“Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri” anlatılmadı.
Beğenelim, beğenmeyelim, o anlatılan bizim hikayemizdi.
İyisiyle kötüsüyle o hikayeyi, bu ülkenin insanları yazdılar.
Bir imparatorluğu çökmekten kurtarmak için yapılan reformlar da, çöken bir imparatorluğun devamında bir laik Cumhuriyet kurmak da, daha sonra onu demokratikleştirmek için uğraşmak da hepsi bu hikayenin parçalarıydı.
150 yıldır kendi hikayemizi yazıyoruz. Modernleşme bir seçim değil, zaruretti. Manzara ortadaydı. En Batıcısından, en milliyetçisine, İslamcısına kadar herkes “devleti kurtarmak için” reform gerektiği fikrinde birleşiyordu.
Yıllarca Kemalizm’i Osmanlı’yı reddi miras etmekle suçladıktan sonra hala daha onun kavramlarıyla konuştuğumuz 150 yıllık modernleşme tarihimize başkalarının hikayeleri demek, kendi hikayemizi yazmaktan bahsetmek ne yaman bir çelişki.
Kimse hikayeleri tek tipleştirmeye çalışmasın, hikayelerin yazılacağı kalemin üzerinde tahakküm kurmaya kalkmasın.
Bırakın bu toplum ortak hikayesini özgürce ve birlikte yazmaya devam etsin.
Hepimiz o 150 yıllık modernleşme tarihinin çocuklarıyız. Bugün mevcut olan bütün ideolojiler, partiler, fikirler, kurumlar hatta dini cemaatler iyisiyle kötüsüyle o 150 yıllık modernleşme sürecinin eserleridir.
Bugün Adana’dan, Rize’den sıradan insanların çocukları eğitim imkanlarına ulaşabiliyorsa, yükselip, devletin en üst kademelerine gelebiliyorsa bu o modernleşme sürecinin sonucudur. Ve bu yüzde yüz bizim hikayemizdir.
Bu hikayeye reset çekip, başkasına geçemeyiz.
2020 yılında bunları tekrar konuşmak zorunda kalmamalıydık.