[20 Kasım 2015] Bu yazıyı hem önceki ikisine bir ek gibi düşünün (Diyarbakır, Suruç, Ankara, Paris: Bir cehenneme uyanmak, 14 Kasım; “Dinin payı yok” denebilir mi, 19 Kasım 2015), hem de aynı 19 Kasım akşamı 24 TV’de, Zeynep Türkoğlu’nun “Açık Görüş”ünün “daimî konuğu” olarak söylediklerimin açılımı niyetine. Başlıkta tırnak içine aldığım iki ifade, bir zamanlar sol söylemde çok geçerdi. Türkiye’nin ister demokrasi, ister devrim yolunda “iç dinamikleri” esas olmalıydı. Bu yoldaki bütün uğraşının, her türlü siyasî aktivitenin can damarı ise “ideolojik mücadele”ydi. Hareket “ideolojik mücadele”yle varolma hakkını ispatlar ve ayakta kalırdı. “Bizi” (“doğru çizgi”mizi) bütün “öteki”lerden, gerek “burjuvazi”den gerekse Marksizmin “yanlış” yorumlarından (sağ ve “sol” sapmalardan, revizyonizmden ve maceracılıktan), “ideolojik mücadele” ayırt ederdi.
Günümüzde bunlar İslâmiyet ve İslâmcılık için de geçerli. Zira içlerinden, Müslümanlık üzerinden bir kimlik edinen, Allah uğruna ve Kuran’ın olası biricik (“doğru”) yorumu doğrultusunda savaştığını iddia eden, kendilerini böyle sunan, yani en azından öznel bilinçleri böyle şekillenen korkunç bazı terör örgütleri türedi, türemekte. Taliban’ın, El Kaide’nin, Boko Haram’ın yanısıra, özellikle IŞİD (veya DAEŞ) benzersiz bir vahşeti temsil ediyor. Vahap Coşkun’un önceki gün, yani 20 Kasım’da vurguladığı gibi, IŞİD “herkese karşı” savaşıyor. Kendi dışındaki bütün insanlığa düşman; dolayısıyla bütün insanlığın ortak düşmanı.
Ne ki, bütün insanlığın yapabilecekleri var; yapamayacakları ve ancak Müslümanların kendilerinin yapabilecekleri var. (1) Türkiye’nin de dahil olduğu uluslararası koalisyon, bir cinayet şebekesi, katiller sürüsü ve zorbalık çetesi olarak IŞİD’i geriletmek için haklı bir savaş veriyor. Bombardıman ve abluka, sınırları kapatma, kaçak petrol ticaretini ve asker devşirmesini önleme gibi yöntemler, IŞİD’i yıpratıyor, insa ve gelir kaynaklarını kurutuyor, topraklarını genişletmesi ve daha büyük halk kesimlerini pençesi altına almasına engel oluyor. Bu cepheye varsın Rusya da katılsın; IŞİD’in iki gün önce ilk defa bir Çin vatandaşını öldürmesinden sonra, umulur ki Çin de katılsın (Batı’ya karşı anti-emperyalist bir Üçüncü Dünya himayeciliği taslamaktan vaz geçerek); ne kadar geniş kapsamlı olursa o kadar iyidir. (2) Öte yandan, Paris’in de hatırlattığı gibi, IŞİD sırf Suriye ve Irak’ın bazı bölgelerinde değil, bir bakıma her yerde mevcut. Onun için bütün ülkeler, ama özellikle Fransa ve İngiltere gibi Batılı devletler, kendi topraklarında özel önlemler almak; elbette kısa vâdede kanun ve nizamı korumaya yönelik polisiye önlemleri de ihmal etmezken, daha önemlisi, ırkçılığa, ayırımcılığa, İslamofobiye, “etnik Fransız” olmayan vatandaşlarının dışlanması ve horlanmasına karşı sürekli ve tutarlı bir ahlâk savaşı verip gettolaşmayı önleyici sosyo-ekonomik önlemlerle de desteklemek suretiyle, toplumlarını gerçekten çok-kültürlü, özgür ve eşit kılmak zorunda.
Ama (3) sorunun öyle bir boyutu daha var ki, üstesinden ancak Müslümanlar gelebilir. Aşikâr ki IŞİD’in ciddi bir ideolojik sirayet gücü söz konusu. İster yoksulluktan deyin, ister ezilmişlikten, ister gettolaştırılmışlıktan; ama şu veya bu şekilde muzdarip bazı gençlerin kalbini İslâmiyet üzerinden, belirli bir Müslümanlık yorumu ve kimliğine seslenerek kazanabiliyor. İşte bu çağrıya karşı asıl mücadeleyi başka kimse değil, sadece Müslümanlar ve Müslüman ülkeler vermeli. Niçin? Bir, cihadizmin hitap ettiği alan İslâmiyetin kendi içinde; dolayısıyla onu, ciğerlere hava vererek tüberkülozlu bölgeyi (açık yarayı, kaverni) küçültmek gibi, ancak İslâm âleminin büyük kitlesi ve ağırlığı kısıtlayıp daraltabilir. İki, Müslümanlığın kendi referansları üzerinden sürdürülecek bir ikna ve vazgeçirme çabasını ancak gene Müslümanlar sürdürebilir. Daha önce de çok yazıp söylediğim veçhile, faraza benim gibi, Müslüman (veya başka herhangi bir dinden) olmayıp olaya dışarıdan bakanlar için, “doğru” ve “yanlış” diye bir şey yoktur, inanç alanında. Sadece toplumun ve insanlığın bütünü açısından “iyi” ve “kötü,” ya da tercih edilebilecek veya edilmeyecek yorumlar söz konusudur. Dolayısıyla, gene kendimden ve kendim gibi insanlardan örnek verirsem, benim veya bizim İslâmiyetin bu çizgisi “doğru” şu çizgisi “yanlış” diye ortalığa atlamamız hiçbir şeye yaramaz. İnanmadığım bir şeyi nasıl savunabilirim? Son tahlilde sahtekârlık ve Makyavelizme indirgenir. Ama elbette Müslümanların kendi doğruları vardır ve benim “doğru” diyemediğim şeye onlar cepheden doğru, benim “yanlış” diyemediğim şeye onlar cepheden yanlış diyebilir. Bu içsel inanç, inat ve ısrar olmadan da hiçbir ideolojik mücadele sürdürülemez; İslâmiyet ve İslâm âlemi kendi iç dinamikleriyle daha yüksek evrensel kucaklayıcılık kertelerine doğru evrilemez.
Üç, bir kere daha mefhumun muhalifine başvuracak olursak, başka kimsenin buna kalkışması işe yaramaz; ikna edici olmaz; tersine, kesinlikle geri teper. Üç örnek vereceğim geçmişten, yaşanmış tarihî tecrübelerden. (a) Ortaçağa özgü teolojik tartışmalarda, Hıristiyan ilâhiyatçıları çıkıp Kuran’ı ve İslâmiyeti eleştirir; Müslüman ilâhiyatçıları çıkıp İncil’i ve Hıristiyanlığı eleştirir. Zaten (şu veya bu) imana gelmişlere vaaz vermeyi sürdürmekten ibarettir (preaching to the converted); “karşı tarafı” ikna etme değeri sıfırdır; sadece “bizim” saflarımızı pek tutmaya yarar. (b) 1920’lerden itibaren ve özellikle Soğuk Savaş döneminde, Batı’dan pek çok eleştiri gelirdi, Sovyet rejimi, liderleri ve iç-dış uygulamalarına (diktatörlük, KGB, Gulag, zorla kollektivizasyon ve acı sonuçları, kıtlık ve açlıklar, merkezî planlamanın deformasyonları, dış müdahale ve işgaller vb konularında). Kimden, yani ister devletler, istihbarat teşkilâtları ve/ya paravan örgütlerinden, ister bağımsız aydınlardan gelirse gelsin, hemen hepsi haklıydı (nitekim haklılıkları, Sovyetlerin çöküşü, Doğu Avrupa’nın transformasyonu ve Çin’in de tek parti yönetiminde kapitalizmi seçmesi; özetle, sosyalizm diye bir seçenek diye kalmamasıyla somutlandı). Gelgelelim, o günkü koşullarda bu “dış” eleştirilerin tamamı “düşman”dan, uluslararası burjuvaziden, Amerikan emperyalizminden ve CIA’den geliyor denirdi; dolayısıyla yalan ve tezvirattan ibaretti ve zerrece kulak asılmamalı, “sosyalist system”e toz kondurulmamalıydı. Hayli etkili bir savunma kalkanıydı bu; “reel sosyalizm” veya “fiilen mevcut sosyalizm”i (actually existing socialism) dokunulmaz ve tartışılmaz kılmaya yarıyordu. (c) Rakip milliyetçilikler ve milliyetçi tarihçilikler için de benzer bir durum söz konusu. Faraza Türk ve Yunan milliyetçiliklerini ele alalım. Kendi akademik tecrübemmden çok iyi biliyorum; Türklerin Yunan milliyetçiliğini ve Türk tarihçiliğinin Yunan milliyetçi tarihçiliğinin tek-yanlılıklarını; madalyonun diğer yüzünde, Yunanlıların Türk milliyetçiliğini ve Yunan tarihçilerinin Türk milliyetçi tarihçiliğini eleştirmesi, neredeyse tümüyle faydasız, hattâ zararlıdır, çünkü herkesin bu tür “düşmanca” saldırıları hiçe sayıp kendi pozisyonunu daha fazla tahkim etmesine yarar. Ne zaman ki Türk, Yunan (ve Ermeni) tarihçileri ve tarihçilikleri, öncelikle kendi milliyetçilikleri ve milliyetçi “büyük anlatı”larının (grand narratives) eleştirisine girişir; karşılıklı anlayış ve daha iyi, daha insanî, daha evrenselci bir tarihçilik ve — meselâ futbol maçlarında Yunan millî marşını ıslıklamayan — daha iyi bir vatandaşlık yönünde, ancak öyle yol alınabilir.
İşte bu yüzden, İslâmiyetin demokratik, barışçı, toleranslı yorumlarını tercih eden hükümetlerin, ulemanın ve diğer kanaat önderlerinin, Selefîliğe, İbni Teymiyye’den gelen bir tefsir geleneğine, cihadizme ve IŞİD’e karşı, kendi inanç, kavrayış ve kültürel referansları doğrultusunda içsel bir ideolojik mücadele yürütmeleri yararsız değil yararlı; önemsiz değil fevkalâde önemli, olağanüstü önemlidir. (i) Batı’nın bu açıdan en olumlu katkısı herhalde “gölge etme başka ihsan istemem” kategorisine girer: Batı hükümetleri, elitleri ve medyası İslâmiyetin “özü”ne dair vehimlerinden hareketle bütün İslâmiyeti suçlamaktan vazgeçer, İslâmofobiyi kışkırtıp tırmandırmaktan uzak dururlarsa, daha rahat ve serbest bir tartışmaya alan açmış olurlar. Ki bu da (ii) İslâm âleminin defansif kesilmemesini kolaylaştırır; İslâm düşmanlığına tepkisel ve aynı derecede yanlış bir Batı düşmanlığıyla karşılık vermektense, kendi iç sorunlarına yoğunlaşmalarına yardımcı olur.
(iii) Bu sayede açılıp genişleyebilecek bir zeminde, Müslüman ülkeler hem ellerindeki devlet ve hükümet olanaklarıyla yukarıdan aşağı, hem aşağıdan yukarı, sivil toplumun en küçük hücrelerine nüfuz eden bir aydınlatma mücadelesi yürütebilmeli; çocuklara, okullara, ailelere, camilere, gençlik kulüp ve derneklerine ulaşabilmeli; bu ve benzeri mekân ve mahfillerin hepsini kucaklayabilmelidir. Türkiye’nin rolü ve konumu özellikle kritiktir. Geçmişte Diyanet İşleri kaldırılsın mı kaldırılmasın mı tartışmaları yapıldı (her ne kadar kalksın fikri çok zayıf kaldıysa da). Ama işte şimdi yeni ve çok ciddî bir ihtiyaç, bir işlev doğuyor. Hükümet, Diyanet ve İlâhiyat Fakülteleri, hâlâ uğraşmayı sürdürdükleri kadarıyla bıraksınlar Alevilik ve Alevilerle uğraşmayı; terketsinler, haksız ve eşitsiz bir ayırımcılığı; bunun yerine cephelerini Selefîliğe, cihadizme ve IŞİD’e dönsünler. Millî Eğitim Bakanlığı ve Talim-Terbiye Kurulu, din derslerinin zorunlu olup olmaması tartışması bir yana, mevcut Din Bilgisi müfredatı ve kitaplarını bu açıdan tarihselleştirip görelileştirerek adam etsin. Son günlerde camilerde bu doğrultuda vaazlar verilmiş, hutbeler okunmuş öğrendiğime göre. Üstünkörü bir yasak savma mı, değil mi; yargılayacak durumda değilim. Belki iyi bir başlangıç diyelim, ama arkası gelmeli. Umarım ki bu, soluklu, uzun süreli bir seferberlik olarak anlaşılacak ve zamanla kendi dili ve üslûbunu bulacak; canlı, yaratıcı, ikna edici propaganda tarzını oluşturacak.
Nedir, nasıl olur, ben bilemem. Biz laikler öğretemeyiz bunu. Öğretmeye kalkmamız da aradığımız demokratik laikliğe değil, geride bırakmakta olduğumuz otoriter laikliğe özgü muazzam bir hatâ, tam bir hubris olur. Müslümanlar kendi yollarını kendileri bulacak. Yalnız kendilerinin değil, belki bütün insanlığın kaderi biraz buna bağlı.