Ana SayfaYazarlarÇin ve Uygurlar (ve yer yer Türkiye)

Çin ve Uygurlar (ve yer yer Türkiye)

 

[9-10 Ocak 2020] 2015’ten bu yana bir dizi yeni kompleks zuhur etti, Sinciyang’ın şehir dışı, boş ve çorak yörelerinde. Etrafı yüksek dikenli tellerle çevrili, sıra sıra büyük beton bloklar. Şaşırtıcı olan, büyüklüklerine oranla ne kadar hızlı inşa edildikleriydi, uzaydan alınan uydu fotoğraflarına bakılırsa. Bir gün yokken, ertesi gün bozkırda mantar gibi bitmişe benziyorlardı. Hangar veya depo benzeri, ama pencereli, ama pencereleri demirli blokların sayısı artıyordu habire. Biraz, bizdeki hep aynı standart plana göre ihale verilip müteahhitlere yaptırılan tek tip devlet binalarını, özellikle Tek Parti döneminden 1950’ler ve 60’lara uzanan polis karakollarını, adliyeleri, bölge yatılı okullarını andıran bir havaları vardı.  

 

Türemeleriyle birlikte, amaç ve işlevlerine dair farklı söylentiler de ortalıkta uçuşmaya başladı. İlk başta yönetim hemen tamamen sustu bu konuda. Âdetâ umudunu görünmez ve erişilmez olmalarına bağladı. Neymiş diye araştırmaya gelen yabancı gazeteci ve televizyon ekiplerinin peşine sivil polis konvoyları taktı. Arabalarını yoldan çevirdi; buradan öteye gidemezsiniz, durup etrafa bakınamazsınız, fotoğraf çekemezsiniz… diye, aslında kanunlarda yeri olmayan ama başka bürokratik rejimler gibi bizim de çok iyi tanıdığımız bütün  “yassah hemşerim”leri sıralamaya koyuldu. Hiç olmadığını anlayınca, o çok zeki sayılamayacak; dünyadan habersiz olduğu (yani kendi emsallerinin çokluğunu ve dolayısıyla dışarıdan nasıl görüldüğünü bilmediği) için, neden kimsenin inanmadığını pek anlayamadığı pozisyonların ikincisine geçti. Bunlar, dedi, “meslekî eğitim merkezleri.” Yani bir çeşit okul, alt tarafı? “Şiddete yönelen dinî ekstremizme” bir alternatif sunmak; bu yola girmiş veya girebilecek kişileri yeniden “topluma kazanmak” için gerekli. İnsanlar buraya “gönüllü” olarak başvuruyor (buna inanabiliyor musunuz; yani dışarıda hayatınızı şu veya bu şekilde sürdürüyor olacaksınız da kendiniz gidip “lütfen beni kapatın ve yeniden eğitip kurtarın dinî aşırılıktan” diyeceksiniz, parti ve/ya devlet yetkililerine?). “Mezun” olunca da çıkıp gitmekte “özgür”ler, istedikleri gibi (yani bir, “mezun” olunca gitmemek de mi mümkün, ama daha önemlisi iki, bu, “mezuniyet” öncesi ayrılmanın serbest olmadığı anlamına gelmiyor mu, katılımın güya “gönüllü” olduğu bu “meslekî eğitim merkezleri”nden?).

 

Artık tek tük izin verilmeye başlayan sınırlı ve koşullu gezilere rağmen, bu tür sorular sürekli takılıyor aklına uluslararası medya mensuplarının. Görünüşte her şey mükemmel (bir tür resmî Çin aklına göre). Genç kadınlar bir örnek, genç erkekler gene bir örnek giydirilmiş olarak oturuyor, düzenli sınıflarda. En azından yabancı misafirler orada olduğu sürece, canla başla yapıyorlar derslerini. Halk dansları, konserler, sahne gösterileri birbirini izliyor. Bazıları “öğretmen”lerinin işaret etmesi üzerine ayağa kalkıp ne kadar mutlu olduklarına, ne kadar çok şey öğrendiklerine, nasıl değiştiklerine dair, samimiyetsizlik ve ezberlettirilmişlik kokan konuşmalar yapıyor. Ama nedense hiçbir ziyaretçi yalnız ve baş başa kalamıyor, herhangi bir “öğrenci”yle. Bir gazeteci, fırsat bulup tek bir kritik soru sorabiliyor, bir noktada: “Sizin burada bulunduğunuz süre içinde, hiç ‘mezun’ olup giden oldu mu?” Cevap alamıyor.

 

İngiliz ve Amerikan basınında çıkmış bu tür raporları peş peşe okurken, düşüncelere dalıyorum ister istemez. Şu pro-forma değişim veya özeleştiri konuşmaları. Ne kadar da tanıdık! 12 Mart döneminde, Mamak’taki 28. Tümenin içindeki askerî cezaevinde de, Mustafa Kemal Saldıraner veya Ali Pilgir gibi hapishane müdürlerince yapılamaz-yaptırılamaz mıydı benzer bir uygulama? Dayak ve işkence “iddiaları”na karşı, bir grup evcil, itaatkâr, “sahibinin sesi” ölçülerinde gazeteci getirilip, önlerinde bazı tutuklulara “bunların hepsi yalan, iftira; burada Türk ordusunun her zaman şefkatli ve merhametli himayesi altındayız” tarzı nutuklar attırılamaz mıydı? 1971 ve 1980 askerî diktatörlükleri altında, hiçbir yerde olmadı mı benzer gösteriler? Diyarbakır cehenneminde de mi? Veya İkinci Dünya Savaşı sırasında, zaman zaman Uluslararası Kızılhaç heyetlerinin ziyaret edebildiği Alman savaş esiri kamplarında, stalag’larda da mı? Bu nasıl bir paradigmatik körlük ki, insanlığın bütün o korkunç 20. yüzyıl tecrübeleri ışığında, hep aynı klişe sözler ve klişe pozların nâdanca, vurdumduymazca tekrarı üzerinden kendisine kolayca teşhis konulabileceğini zerrece algılamıyor?

İnsan hakları savunucuları, demokrasi aktivistleri ve ülke dışına kaçıp sığınabilmiş Uygur muhalifleri, resmî Çin söyleminden çok farklı şeyler anlatıyor kuşkusuz. Bunlar, diyorlar, bir tür toplama kampı. Stalin döneminin Sovyet gulag’ına karşılık gelen, güvenlik derecesi çok yüksek özel hapishaneler zinciri. Sırf siyasî tutuklulara mahsus. İnsanlar buraya sırf şüphe üzerine atılıp, hiçbir mahkeme kararı olmaksızın yıllarca tutulabiliyor. Mandarin Çincesi öğrenmeye, inançlarını inkâra ve Başkan Zi Şinping’e sadakat yemini etmeye zorlanıyor. Halen bu kampların mevcudu bir milyon kadar. Büyük çoğunluğu Müslüman Uygurlar. Yakın zamanda dışarı ve basına sızan bazı iç yönergelerdeki (yukarıda gördüğünüz) “kesin gizlilik” ve “asla kimse kaçmasın” emirleri olsun, endoktrinasyon süreçlerine dair ayrıntılı bilgiler olsun, bunların bal gibi özel hapishaneler olduğunu ortaya koyuyor. Aynı belgelerde tutukluların “ideolojik değişim, eğitim ve öğrenim, disipline riayet” ölçütlerine göre puanlandırılacağı da yer alıyor.

 

Rejimin karşılığı ise hep aynı. Çin gözlemcilerine göre, resmî basın toplantılarında tombala oynamak çok kolay. Yetkililerin açıklamaları hep aynı dört beş noktada toplanıyor. Bunlar yalan haber. Kötü niyetli. Hegemonyacı. Çin’in içişlerine müdahale anlamına geliyor. 1.5 milyarlık Çin halkının hislerini hiçe sayıyor, ayaklar altına alıyor.

 

 

 

 

- Advertisment -