[230 Ocak 2016] Cumhurbaşkanı Sofrası hiç ortada yokken de, bir takım taslaklar hazırlamıştım kendi kendime. Günlük uğultudan biraz geri durarak, siyaset hakkında peşpeşe bazı basit yazılar yazmak istiyordum. Kanımca partiler ve politikaları hakkında, bir anlamda ideolojilerinden bağımsız olarak yapılabilecek bazı ortak gözlemler var. Genel olarak siyaset sahnesinin belirli yapıtaşları, biçimlenişi, yaygın bir morfolojisi söz konusu. Dikkatle bakıldığında, çok farklı yerlerde de dursalar politikacıların reaksiyonları, tavır ve konuşmaları hep benzer kalıplara oturuyor. Bunları bilince çıkarmanın yararlı olabileceğini umuyorum.
Değinmek istediğim konuların başında “çizgi” sorunu geliyor. Kuşkusuz bu, “hedef”ten bağımsız ele alınamaz. Siyasal hareket ve partilerin, muhalefetteyken de iktidara geldiklerinde de belirli hedefleri olur. Bunlar normal siyasetin içinde de yer alabilir; dışına, anormal siyaset alanına (mevcut düzeni darbe veya devrim yoluyla toptan değiştirme amacına) da taşabilir. Herhangi bir parti, hedefine ulaşmak için kendine belirli bir yol bulmaya, bir rota “çizmeye” çalışır. Öyle veya böyle, bir temel duruş benimser; zaman içinde ve olayların akışı karşısında yaptığı her şey — alabileceği tek tek tavırlar, güdebileceği çeşitli mikro-politikalar, benimseyebileceği kısmî ve “özel çizgi”ler — (ters düşmemeleri beklenecek) o temel duruşla birlikte, partinin “genel çizgi”sini meydana getirir. Üye ve teşkilâtların bütün faaliyetinin “parti çizgisi”yle uyum içinde olması; tüzük ve programın, kongre kararlarının, diğer temel belgelerin ve liderlerin konuşmalarının, kamuoyu önünde “parti çizgi”sini temsil etmesi, somutlaması ve açıklaması beklenir.
“Çizgi” ve “sapma”lar sorunu
Tabii bu, ideal olandır. Pratikte ise işler bazen bu kadar uyumlu yürümez. İster genel parti çizgisine, ister partinin özel politikalarına (spesifik alanlarda güüttüğü özel çizgilere) uymayan konuşma ve uygulamalar ortaya çıkabilir. “Sapmalar” diyelim. (Klasik Marksizmden değil) Leninizmden ve Leninist parti teorisinden gelen bir kavramdır. Gerçekten de işbu “parti çizgisi” ve “sapma”ları kavramlarının en fazla ve en sert bir şekilde Leninizm ile türevleri tarafından teorileştirildiğini görürüz. Bunu da iki nedene bağlayabiliriz. Birincisi, bilimsellik ve dolayısıyla zorunluluk, kaçınılmazlık iddiasıdır. Tabii buna, Leninizmle başladı diyemeyiz; Marksizmde de başından beri mevcuttur. Sosyalizm sadece ahlâki bir tercih değildir; tarihî akışın genel yasalarına göre, mutlak surette insanlığın geleceğidir. Bu “tek doğru” anlayışının yol açtığı aşırı “epistemolojik özgüven” hep vardır, fakat daha çok Marksizmin Leninizme dönüştürülmesi sürecinde, işçi sınıfını temsilen “proletarya partisi”nin mutlak doğruyu tekelinde tuttuğu inancına dönüşür. Parti çizgisi her zaman (en bilimsel anlamda) doğruysa, bu doğru çizgiden ayrılan tavırlar sadece basit birer yanlış olmakla kalmaz; sağa-sola “sapma”lar olarak tarif edilebilecek bir vahamet kazanır.
İkincisi, “tek yol devrim” iddiasıdır. Bir bakıma bu da Marx ve Engels’ten beri mevcuttur; ancak somut bir proje değil genel bir tasavvur niteliğindedir. Mevcut nizam içinde yasal, barışçı, demokratik parlamenter mücadeleler ile ufukta, uzakta bir yerde duran devrim özlemi, birbiriyle çelişen, yekdiğerini dışlayan şeyler gibi görülmez. Nitekim 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarının hemen bütün sosyalist veya sosyal demokrat partilerinde, her ikisi yanyana barınabilir. Dolayısıyla bu partilerin (genel olarak İkinci Enternasyonal’in), “burjuva” partilerine göre çok daha teorisist-doktriner, dolayısıyla görece “dar” bir çizgi izlediğini; oysa bunun, kendinden sonrasına göre gene de hayli “geniş” bir çizgi oluşturduğunu söyleyebiliriz. Zira Lenin ve Bolşevik Partisi’yle birlikte, devrim yakın ve kısa vâdeli, her açıdan bağlayıcı bir amaca dönüşür ve parti çizgisinin tanımında muazzam bir “ihtilâlci darlaşma” yaratır. Artık “kriz patlak verdiğinde demokrasiden ayaklanmaya, parlamentodan barikatlara geçeriz” denmez (hattâ bu olasılık tâ 1848’de çökmüş sayılır); bunun yerine, devrim olacaksa başından beri kendini sadece devrime adamış ve ona göre örgütlenmiş bir partinin varlığı gerekli kabul edilir. Dolayısıyla parti çizgisi “devrime hazırlık”la sınırlanır; her şey bu ölçüte göre değerlendirilir. Bu da, “sapma”ların “düşmana yarama,” giderek “ihanet”le özdeşleştirilip alabildiğine ötekileştirilmesi ve şeytanlaştırılmasını beraberinde getirir.
Demokratik siyasette dar-geniş çizgi karşılaştırmaları
Sosyalizmin artık unutulmaya yüz tutan tarihiyle ilgili bu genişçe parantezi şunun için açtım; gerek Marksist gelenek içinde yaratılan kavramlar, gerekse Leninizm (veya komünizm) projesinin hayli trajik tarihsel tecrübesi, şüphesiz bire bir, kelimesi kelimesine yorumlanmamak (mutatis mutandis, bir örnekten diğerine geçerken değiştirilmesi gereken şeyleri değiştirmek) kaydıyla, genel olarak siyasete, daha özel olarak bugün Türkiye’deki ve AKP’yle ilgili çizgi tartışmalarına pekâlâ ışık tutabiliyor. Daha doğrusu, AK Parti çevresinde dönen bazı olaylara, (pratikte bu “çizgi” kavramından hiç söz edilmiyor olsa da) “dar” ve “geniş” çizgiler arasındaki fark açısından bakmaya olanak sağlıyor.
Birkaç dersten söz edilebilir. Birincisi şu: Çizgi çok fazla geniş, sınırsız geniş olursa, elbette bu, farksızlaşmaya, iradesiz bir pelteleşmeye de dönüşebilir. Ama ikincisi, bu koşulla, herhangi bir siyasî parti veya hareket ne kadar olağan, yumuşak, demokratik, normal siyasetin sınırları içinde kalan, ya da herhangi bir teorik-ideolojik paradigma tarafından görece az belirlenmiş, dolayısıyla esnek ve pragmatik bir hedefe (veya hedeflere) yönelirse, bu hedef(ler) doğrultusunda izlediği çizgi de o kadar geniş ve kucaklayıcı olur; görece az koşulla belirlendikçe uyulması, riayet edilmesi, limitleri içinde kalınması kolaylaşır; kalabalıkların yanyana yürüyebileceği bir cadde veya bulvar görünümü arzeder. Tersine, ne kadar sert, çetin, ulaşılması güç, koşulları aşırı zorlayan bir hedefe yönelirse, bu hedefe ulaşmak için izlemeyi düşündüğü çizgi de o kadar daralır; az değil çok ve daha çok koşulla belirlendikçe uyulması, riayet edilmesi, limitleri içinde kalınması zorlaşır; bir tür Sırat Köprüsü’ne, üzerinde tutunması güç bir bıçak sırtına dönüşür.
Dolayısıyla üçüncüsü, çizginin daralmasına, tahammülsüzlüğün tırmanması ve “sapma”lar alanının habire genişlemesi denk düşer. Esnek, yumuşak hedefler ve geniş bir çizgi ile parti-içi ve dışı ilişkilerde hoşgörü; sivri ve tekil, benzersizleştirilmiş hedeflerin doğurduğu dar bir çizgiyle ise katılık ve hoşgörüsüzlük elele gider. Leninizm ve türevlerinde “sağ sapma” nedir, “‘sol’” sapma” nedir, bunlar nasıl tanımlanır; çok önemli değil konumuz açısından. Önemli olan şu ki, hedef tikelleştiği ve çizgi daraldığı ölçüde, giderek daha az insan çizginin ve partinin içinde (veya civarında, bitişiğinde) barınabilir; giderek daha çok insan ise çizgi dışına atılır; şu veya bu şekilde tanımlanmış bir sapma ve sapkınlık cehennemine düşer. Hattâ merkeze hakim olanlar, kendileri açısından tehlikeli saydıkları herkesi “sapma” içinde gösterip peşinen tasfiyeye kalkışabilir. Parti-içi hayat çok zorlaşır, bunaltıcı bir hal alır; kimileri tek bir cümle yüzünden herşeyini kaybedip kendini ayazda, Gulag’da bulabilir.
Dördüncüsü, bu sebep-sonuç ilişkileri illâ hedeften çizgiye, çizgiden partinin iç hayatına akmayabilir. Bazen ve bir ölçüde tersi de olabilir; faraza partide (veya o harekete ait alanda) bir şekilde yer tutmuş kişiler, bu mevzileri korumayı kâh (daha) dar, kâh (daha) geniş bir çizginin varlığına bağlayabilirler. Yani dar/geniş çizgi tartışması, o parti veya hareketin başarısından başka hiçbir kıstas gözetmeyen, objektif ve altruistik temellerde yapılabileceği gibi, çok daha bencil “hizip çıkarı” dürtüleriyle de yapılabilir. Bazı gruplar, örneğin, geniş bir çizgiye sadece hedefe ulaşma şansı açısından değil, daha ferah bir iç demokrasiye yol açması açısından da hayırhah bakabilir. Diğer uçta, başka bazıları, göreli etki konumlarını belirli bir sertlik ve haşinliğe, kavgacılığa, sağa sola saldırmaya, “bu partiye bizden başka kimse yaramaz” ya da “bizim dışımızda herkes sağlam ve sadık değil şaibelidir” iddialarına bağladıkları; “bizden başka kimse gelmesin” havasına girdikleri için, kapıyı kapatmak isteyebilir; bunun için de umudunu, çizgiyi kendi durdukları yerle, yani çok özel ve keskin bazı noktalarla özdeşleştirip alabildiğince daraltmaya bağlayabilir.
Anormal siyaset: dar çizgiciliğin asıl alanı
Hem tarihten hem güncellikten hareketle düşünürsek, tabii olabilecek en dar çizgi örneklerine anormal siyaset alanında rastlanır. Tüzük ve programınızın daha en başında, Marksizm-Leninizmi ve/ya Mao Zedong Düşüncesini vazgeçilmez teorik temeliniz olarak belirtirseniz, eh, başlı başına bu, geniş halk kitleleri açısından uyulması hayli zor bir koşuldur kuşkusuz. Ya da bu veya başka herhangi bir ideolojik çerçevede, hedefinizi devrim (ihtilâl) diye saptarsanız, mücadelelerini barış ve demokrasi çerçevesinde sürdüren normal siyaset partilerine kıyasla çok daha dar bir çizginizin; bir adım ötede çok daha sert ve katı bir iç yaşantınızın olması kaçınılmazdır. Düzeni toptan ve şiddet yoluyla yıkmayı amaçlayan bir örgütte ve çevresinde, herhangi bir anda bilfiil tetik çekiyor olmasa bile, çok demokratik bir üyelik, hattâ sempatizanlık yaşantısı olamaz. Lenin’in “yeni tip” partisi bu yüzden “demir disiplin”de ısrar etmek zorundadır. Şu veya bu ölçüde bir militarizasyon başgösterir (sosyalizm tarihinde bu eğilim, sivil koşullarda dahi literature askerî kavramların ithaline, örneğin sınıf mücadelesinden “sınıf savaşımı” ve daha da kestirmeden “sınıf savaşı” diye söz edilmesine, partinin “proletaryanın savaş örgütü” diye tanımlanmasına, Nâzım Hikmet’in 1930’larda kendine bir “sıra neferi” kimliği aramasına yansır; bugün de solun bir kısım kalıntılarının ulusalcılığa açıldığı noktada, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganında yankılanıyor).
Özetle, “haklı şiddet” fikriyatı, henüz reel, maddî şiddet yokken bile, zihinsel ve düşünsel şiddete yol açar. Hele bir de doğrudan silâhlı mücadele söz konusuysa, tam askeri disiplin ve hiyerarşi egemen olur. Bu yüzden, işte gözümüzün önünde, ne IŞİD veya DAEŞ içinde, ne KCK/PKK içinde, ne KCK/PKK ile HDP arasındaki ilişkilerde, hattâ ne de (PKK’ya karşı kendi kimliğini bulamadığı, kişiliğini ispatlayamadığı ölçüde ve sürece) HDP’nin kendi içinde demokrasi olabilir. İnsanlar gerçek görüşlerini yutup susar; inanmadıkları şeylere el kaldırıp yaşa varol diye bağırır; süper-militanlığı bir rozet gibi yakalarına takar; kendileri vartayı atlatıp hayatta kalmak uğruna yoldaşlarını satar hale gelir. Öte yandan, her silâhlı mücadele de aynı değildir; bazılarının tarihsel zemini görece haklı ve kitle desteği daha geniş, bazılarının ise tarihsel zemini görece haksız ve kitle desteği çok cılız olabilir. Bir zamanlar Marksizmde, bu ikinci durumlardan hiç olmazsa bazılarını anlatmak için “maceracılık” kavramı kullanılırdı. Orijinal şekilleriyle ne Leninizm, ne Maoculuk, bir kısmını yukarıda sıraladığım bütün diğer hatâ ve günahları bir yana, bu anlamda maceracı değillerdi; öyle her koşulda devrim olabileceği, ayaklanma başlatılabileceği, “halk savaşı”na girişilebileceği gibi bir sübjektivizmleri yoktu. Buna karşılık “Che” Guevara’nın birkaç devşirme kadrosu ve sıfır kitle çalışmasıyla Bolivya ormanlarında bir gerilla “foko”su başlatma girişimi tam bir maceracılık örneğidir. Ondan da esinlenerek Türkiye’de 1960’lı ve 70’li yıllarda başgösteren dağ ve silâh romantizmi örnekleri (Deniz Gezmiş’ler, Sinan Cemgil’ler ve THKO, Mahir Çayan’lar ve THKP-C, benim de içinde bulunduğum Maocu hareketin bir ara kapıldığı Naksalitlik veya Çaru Mazumdarcılık) ise, dehşetli hazin olmasalar gülünç gelebilecek maceracılık karikatürleridir.
Hendek ve barikatlar: PKK çizgisinin maceracı daralışı
Geçelim; PKK’nın 1-21 Temmuz 2015’te başlattığı “yeni devrimci halk savaşı” ve bu çerçevede giriştiği silâhlı ilçe merkezi işgalleri, çok daha ciddî bir iddia düzeyinde de seyretse keza Marksist ölçüler içinde maceracılığın daniskasını temsil etmektedir. Maceracılıktır, çünkü gerçekleşemeyecek hedefler uğruna hem askerî gücünü heder etmekte, hem de halkı bezdirip eskiden sahip olduğu kitle desteğini yitirmektedir. Diyelim ki silâhlı bir anormal siyaset (savaş ve şiddet) örgütü olarak PKK’nın her zaman dar bir çizgisi vardı; ama bu “silâhlı özyönetim” macerası artık o darlığın darlığınının darlığını ifade ediyor. Çünkü PKK artık Kürt halkının hak ve özgürlükleri gibi amaçlar uğruna da değil; sırf kendi örgütsel çıkarları, Kandil önderliğinin görür gibi olduğu, gördüğünü sandığı mevhum bir toprak ve iktidar fırsatı için savaşıyor.
Bu ise halka ve hayata büsbütün yabancı bir hedef demek. Bu uğurda güdülen çizgi de koşullara ve gerçeklere karşı alabildiğine bir zorlama niteliğine bürünüyor. O kadar daralıyor ki, sadece hendek ve barikatlardaki gençleri “geri çekilmeme” emirleri doğrultusunda habire öldürtmekle kalmıyor; sonuçta PKK’nın kendi tabanını, Kürt halkını, hattâ “yurtsever” (çocukları veya diğer fertlerini dağa göndermiş) veya “değerli” (en az bir çocuğu veya diğer akrabası bu uğurda can vermiş) aileler diye sınıflandırdığı en sıkı sosyolojik tabanını dışlar hale geliyor. Peki, KCK/PKK’nın iç hayatına ne oluyor bu arada? İşin bir boyutu, şehirlerde kapana kısılmaya, yani bile bile beyhude bir ölüme giden ve gönderilenler. Diğer boyutu, PKK propagandasındaki belirgin değişim: “bizden” olmak artık Kürtlükle, hattâ genel olarak PKK ve HDP’yi desteklemekle, hattâ bu doğrultuda kimbilir ne fedakârlıklar yapmışlıkla değil; sadece ve sadece şimdiki silâhlı kent işgalleri ve “özyönetim” savaşlarını omuzlamakla ölçülüyor — ve bundan farklı her tutum ve ifadenin “Kürdistan’da yaşama hakkı olmadığı” ilân ediliyor. (Kendi yaşamımda, 1950’ler ve 60’larda “Komünistler Moskova’ya” diye bağıranları gördüm; 1960’ların ikinci yarısında Vietnam savaşını (benim gibi) protesto edenlere “doğru da yapsa, yanlış da yapsa ben kendi ülkemden yanayım” (my country, right or wrong) diyenleri gördüm; sonra Türk ulusalcılığının “ya sev ya terket”çiliğini gördüm; eh, şimdi de onun simetriğinde, PKK’cı Kürt milliyetçiliğinin “ya sev ya terket”çiliğini tanık oluyorum.)
Solda dar çizgicilik ve siyasetin yokoluşu
Altını çizeyim: burada bunları gene herhangi bir PKK eleştirisi olarak değil, asıl konumuzla, şu dar ve geniş çizgi meselesiyle ilişkisi açısından gündeme getiriyorum. Ve tabii bu sorun PKK gibi anormal siyasette yer alan silâhlı mücadele örgütleriyle de sınırlı değil; normal siyaset alanında da şu veya bu ölçüde yaşanıyor, kendini belli ediyor. Bu bağlamda, Türkiye’de muhalefetin ve özellikle sol muhalefet akımlarının dar çizgicilikle daha çok malûl olduğu söylenebilir. Toplumsal çoğunluğa kıyasla Kemalist modernizm, ençok da otoriter laiklik boyutuyla, Cumhuriyetin ilk yetmiş küsur yılı boyunca hep görece dar bir çizgiyi ifade etti. Çeşitli tonlarıyla sosyalist sol, yukarıda anlatmaya çalıştığım nedenlerle, daha da dar çizgici ve halka daha uzak, daha yabancılaşmış bir zeminde yükseldi. Bir adım ötede, dar çizgicilik aşırı parçalanma ve fraksiyonlaşmayı, fraksiyonlaşma ise büsbütün dar çizgicileşmeyi besledi. Solun çeşitli grup, örgüt ve hiziplerinin kendilerini ötekilerden ayırmak için kullandığı ölçütler, teori ve alt-teoriler, ikonik kahramanlar, sözcük ve semboller çoğaldı da çoğaldı; genel solculuk diye bir şey kalmadı (hattâ “ÇBS = çizgisi belirsiz sosyalist” diye dalga geçilir oldu); herhangi bir sol örgüte intisap etmek ise rasyonel tercihlerle açıklanabilirlikten çıktı, mistik bir efsaneler âlemine aidiyete dönüştü. Başka bir deyişle, çizgilerin habire daralması sürecinde gerçek anlamıyla siyaset yokolurken, kimlikler (Gürbüz Özaltınlı’nın “uyuyan kimlik”leri!) yükseldi ve 1980 çöküşünden günümüze uzanan köprüyü oluşturdu.
Nitekim son dönemlerde de muhalefetin gerçek anlamda siyaset yapmaktansa belirli kimlik tanımlarına çekildiği ve kapandığını; bunun ise yeni bir dar çizgicilik döngüsüne ivme kazandırdığını görüyoruz. CHP’nin sorunu, hemen tamamen miadını doldurmuş (Atatürkçü) bir kimlik ve ideolojik determinasyondan vazgeçememe sorunu. Daha solda ise “Gezicilik,” örneğin, bir siyaset değil bir etiket,bir kimlik tanımı oldu. Öyle ki, bazıları dünyayı Gezi gösterilerini desteklemiş olmak ve olmamak diye ikiye ayırıyor. Diğer bazılarının formül ve slogan fetişizmi, “diktatör” ve “diktatörlük”te düğümleniyor. Yerine göre AKP’yi de eleştirmeniz asla yetmiyor böylelerine. İllâ “diktatör” ve “diktatörlük” demeniz lâzım. Kendinizi ancak bu parolalar üzerinden tanıtıp, gizli bir mezhebe katılırcasına mahrem âyinlere kabul edilebilirsiniz. Fakat öyle çorak, öyle bitmiş tükenmiş bir dünya ki bu… Faraza muhalefete geçmeyi düşünecek olsanız (Laz fıkrasındaki gibi, “Hani mesela” deseniz), ufukta gidecek hiçbir yer, tutunacak hiçbir dal, basacak hiçbir zemin, yapacak hiçbir iş gözükmüyor.
AK Parti’nin önündeki dar ve geniş çizgi sorunları
Nihayet, gelelim AKP’ye. Etyen Mahcupyan’ın defalarca dikkat çektiği gibi, AKP bugün mevcut hemen tek siyasî aktör aslında. Başka herkes, yukarıda örneklemeye çalıştığım gibi, kimliklere ve/ya tepkiselliklere kapanmışken, bir tek AKP siyaset yapmayı sürdürüyor. Peki, yemekte söylediğim ve Yemekten sonra (22 Ocak 2016) yazdığım gibi, AK Parti’nin bundan böyle “dar” bir çizgisi mi, “geniş” bir çizgisi olacak? [Diyelim ki bir yandan hedef daraltmak, diğer yandan en geniş ittifakları kurmak istiyorsunuz.] Kendi açınızdan, dostla düşmanı ayırdetmek için sadece birkaç temel kıstası mı esas alacak ve böyle “geniş” bir çizgiden hareketle olabildiğince kucaklayıcı mı olacaksınız? O zaman insanların barışın ve demokratik meşruiyetçiliğin yanında durması görece kolaylaşacaktır. Yoksa iyice kılı kırk yaracak [deyim yerindeyse, salamı çok ince dilimleyecek]; dostluk hâlesinin kıstaslarını habire çoğaltacak [ve bu temelde gerilimi arttıracak]; bütün bu ölçütlerin belirlediği “dar” çizgiye uyamayan insanların, barışın ve istikrarın yanında yer almasını giderek zorlaştıracak mısınız? Şimdi ekliyorum: Örneğin “faiz lobisi” söyleminde ve Merkez Bankası’nın faizleri sırf iradî müdahalelerle düşürebileceği iddiasında ısrar etmek mi belirleyecek parti çizgisini; dolayısıyla bunun aksini savunanlar karalanıp çizgi ve parti dışına mı atılacak? Yoksa bu, geniş bir çizginin kendi içindeki bir tartışma olarak görülüp, ona uygun tonlarda, alçak sesle ve küçük harflerle mi sürdürülecek? Diyelim ki başkanlık sistemi, AKP çizgisinin önemli bir unsuru, bir nirengi noktası (ki herhalde öyle). Bu kadarı yeterli mi görülecek? Yoksa iş, sadece başkanlık sisteminin savunulmasına değil, tam olarak nasıl, hangi formüllerle savunulacağına da mı uzanacak? Birilerinin savunma tarzını başka birileri hatâlı bulursa, onlar hemen “içimizdeki düşman” muamelesi mi görecek? İster 7 Haziran sonrasında, ister şimdiki konjonktürde, AKP’nin (a) Batı, (b) iş dünyası ve (c) CHP ile ilişkilerini düzeltmesi ve diyalog kurmasının kaçınılmaz olduğunu, aksi takdirde Türkiye’nin yönetilmesinde büyüyen sorunlar çıkacağını savunmak, saygın bir fikir olarak mı değerlendirilecek, ihanete varen bir “sapma” mı sayılacak? En son şu 1128 imzalı bildiri meselesinde, çizgi bildirinin içeriğini (adamakıllı) eleştirmekle mi yetinecek, yoksa bir de suç isnadı ve soruşturma talebinde bulunup, savcıları ve YÖK’ü harekete geçirmek suretiyle kendi başına yeni yeni işler mi açacak? Bu fikrin uzantısında, demokraside sadece içeriğine karşılık verilir ve çürütülür diyenlerin kafasında gene (mecazî anlamda) sopa mı kırılacak?
Eninde sonunda bütün bunlar, dar çizgi mi geniş çizgi mi tartışmasının içinde; belki böyle bir tartışmanın satırbaşları. Bunlar sâkin ve bilinçli bir tarzda da düşünülüp konuşulabilir. Tersine, bir üslûp emrivakisi muhtevayı boğuntuya da getirebilir. Çok da kötü olur, zira bu ve benzeri soruların dar çizgici cevaplarının çok yanlış olacağı; önümüzdeki dönemde AK Parti’nin, barış, hangi adla olursa olsun tekrar çözüm süreci ve yeni bir anayasa yolunda, ancak bu tür farkları yumuşatarak barındıran bir geniş çizgi anlayışıyla yol alabileceği kanısındayım.