24 Haziran’dan sonra Cumhur İttifakı önce bir gitti geldi. Her iki parti de yerel seçimlere ittifakla girmeyeceklerini açıkladı; hattâ birbirlerine “sepeti tak koluna, herkes kendi yoluna” dediler. Fakat kısa bir süre sonra keskin bir dönüş yapıldı. AK Parti ve MHP eskisinden daha güçlü bir ittifakla yola devam etme kararı aldı.
İttifaka dönüşte belirleyici olan Erdoğan’dı. Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin arkasındaki yüzde 50’lik oyu ancak MHP’nin desteği ile muhafaza edebileceği düşünüyordu. MHP, Erdoğan’ın bu mecburiyetini iyi kullandı; hem kendisi açısından önem taşıyan illerde istediğini elde etti, hem de ittifakın genel stratejisini ve hedeflerini tayin edecek bir güce erişti. Bugün “beka” meselesini odağına alan Cumhur İttifakı, AK Parti’den ziyade MHP fikriyatının rengini verdiği bir kampanya ile seçime gidiyor. Peki, bu beka söylemi Erdoğan’a beklediği faydayı sağlar mı?
Türkiye’de toplumsal kesimlerin birbirlerine güven duyduğu söylenemez. Geçmişin ağır bir yükü var ve bununla hesaplaşılmadı. Yük orta yerde duruyor, henüz kaldırılabilmiş değil. Böyle bir yapıda, karşılıklı korkuları kaşıyan bir strateji, geçmişte bunu kullananlara yarar sağladı. 31 Mart’ta da belli bir oranda yarar sağlayabilir. Ancak 31 Mart bakımından farklılık oluşturan iki noktaya dikkat edilmelidir.
Ekonomik krizi halının altına süpürmek
İlki, artık halının altına süpürülmesi ve görünmez kılınması mümkün olmayan ekonomik krizin insanların gündelik hayatına değmesidir. Kamuoyu araştırmalarında “Türkiye’nin en önemli sorunu nedir?” sorusuna verilen cevapların ezici çoğunluğu ekonomi ile ilgili. Halkın yüzde 70-80’i ekonominin gidişinden şu veya bu oranda endişe duyuyor. Dolayısıyla ekonomide iktidar açısından nahoş bir tablo var.
Ekonomideki bu bozulmanın seçimin kaderine ne kadar hükmedeceği tartışılır. Çünkü bazı araştırmacılar, her ne kadar ekonominin iyi gitmediğine dair halkta geniş bir mutabakat olsa da, bunun hâlihazırda ittifaklar arası oy geçişini mümkün kılacak bir raddeye gelmediğini belirtiyor. Bununla birlikte ekonominin içinde bulunduğu hal, iktidar cenahını iki taraftan zorluyor.
Bir taraftan, beka temelli söyleminin tesirini hatırı sayılır bir miktarda düşürüyor. Nitekim aynı kamuoyu araştırmalarında, güvenlik ve teröre ilişkin kaygılar alt sıralarda yer alıyor. Yani halk, bekayı tehdit altında görmüyor. Bekaya aşırı yüklenilmesi ekonomideki sıkıntıların üzerini örtmüyor. Diğer taraftan, ekonomiden duyulan memnuniyetsizlik mevcut durumda halen blok değiştirme şeklinde tezahür etmese de, blok içinde çözülmeye neden oluyor. Blokta bütünlük zedeleniyor; blokun bütün unsurlarını aynı heves ve şevkle mobilize etme imkanı kalmıyor.
Hamasetin dibe vurması
Beka stratejisinde ikinci olarak, doz aşımına gidilmesinin üzerinde durulmalıdır. Doz aşımı kendini üç noktada gösteriyor: Birincisi, inandırıcılığın yitirilmesidir. Cumhur İttifakı, 31 Mart’ta sırtını negatif bir kampanyaya yaslıyor. Kendisinin iyiliğinden bahsetmektense, rakibinin kötülüğü üzerinden prim toplamaya çalışıyor. Millet İttifakının ne kadar kötü ve tehlikeli olduğuna halkı ikna etmek için de akla hayale sığmaz iddialara başvuruyor.
Meselâ Cumhur İttifakının Ankara adayı, muhalefetin Ankara’da seçimi kazanması halinde PKK ve DHKP-C gibi terör örgütlerinin belediyeye hakim olacağı ve su tahsilatını militanların yapacağı mealinde sözler sarf ediyor. İçişleri Bakanı, iktidarın 31 Mart’ta zaafa uğraması halinde, 5-6 yaşındaki çocukların eline silah verilip valilik ve kaymakamların alt-üst edileceğini söylüyor. AK Parti’nin Genel Başkan Yardımcısı, PKK’lıların telsizlerden MHP ve AK Parti’nin kaybetmesi için CHP, HDP, İYİ Parti ve Saadet Partisi’nin ittifak kurmaları gerektiğine dair anonslar geçtiğini belirtiyor, vs.
Halkın yarısına tekabül eden bütün bir muhalefeti terör örgütlerinin güdümünde göstermek, insanların zekâsıyla dalga geçmekle eş anlamlı. Toplumun yarısını terörizmle irtibatlandıracak derecede aşırı “terör” kullanımı ve hamasetin dibe vurması, hem terör suçlamasının hem de beka sorununun inandırıcılığının altını oyuyor.
Hain marketçi
İkincisi, beka tehdidinin öznesi olarak çok fazla kesimin damgalanmasıdır. İktidar, ortaya çıkan herhangi bir olumsuzluğa ilişkin kendi açıklamalarına itibar etmeyenleri ve muhalif bir söz söyleyenleri ânında hainlikle itham ediyor. Misal, çarşı-pazarda fiyatlar arttığında, döviz kuru dalgalandığında veya faiz oranları yükseldiğinde, bunda kendi iktisat politikalarının rolünü zerre kadar tartışmıyor. Her daim doğru yaptığını düşündüğünden “Veriler dün böyle değildi, bugün neden böyle? Acaba burada bir yanlışlık mı yaptık?” sorularını kendisine hiç sormuyor. Meselelere serinkanlı bakıp sorumluğunu asla masaya yatırmıyor. Suçu hep başkalarında buluyor ve faturayı hep başkalarına kesiyor.
Ezcümle, iktidar kendinde hiçbir noksanlık ya da hatâ görmezken marketçiden komisyoncuya, pazarcıdan sebze-meyve üreticisine, bankacıdan sanayiciye kadar hemen her kesimi ülkeye kumpas kurmakla itham ediyor. Karşıt cephenin bu kadar genişletilmesi, Cumhur İttifakına beklemediği bir maliyet çıkarabilir.
“HDP eşittir PKK”
Üçüncüsü ve bence en mühimi, Kürt seçmenlere karşı kullanılan dilde ayarın kaçmasıdır. 31 Mart öncesinde Erdoğan HDP’yi PKK ile eşitledi. Meydanlarda “HDP eşittir PKK, PKK de eşittir YPG. Hiç bunu sağa sola saptırmanın anlamı yok. Gerçek ortada” dedi. Seçim meydanlarında her zamankinden daha sert bir dile müracaat edilir. Bir yere kadar bu normal de karşılanır. Lâkin bilhassa hassas mevzularda ağızdan çıkan bir sözün nerelere varacağını hep akılda tutmak ve temkini elden bırakmamak lâzım gelir.
Bu bağlamda HDP’nin PKK ile eşitlenmesi ve PKK gibi HDP’nin de terörist olduğunun söylenmesi tartışmayı çok tehlikeli bir zemine çeker. Kaçınılmaz olarak akla yanıtlanması gereken birtakım sorular gelir: HDP’ye oy veren altı milyon seçmen ne olacaktır? Nereye konacaktır? Nasıl nitelendirilecektir? Verdikleri oydan bu seçmenlerin terörizmin arkasında durdukları sonucu mu çıkarılacaktır? Teröre destek bir suç olduğuna göre, oy mührünü HDP’ye veren altı milyon vatandaşa suçlu muamelesi mi yapılacaktır?
Erdoğan’ın bu üslubu, HDP’ye oy verenlerin dışında kalan Kürtleri de ağır yaralıyor. Keza “Türkiye’de Kürdistan yoktur. Kürdistan isteyenler defolup gitsinler” biçimindeki ifadeleri de Kürtlerin ağırlıklı bir bölümünde “Kobani düştü düşecek” sözlerinden sonra oluşan hissiyata benzer bir hissiyata sebep oluyor. Özellikle İstanbul, İzmir, Mersin, Adana ve Ankara gibi yoğun Kürt nüfusunun yaşadığı büyük şehirlerde, bu hissiyatın seçim sonuçlarına büyük etkisi olması beklenebilir.
Kimin bekası?
Aslında Türkiye’de iktidar mensupları da dahil olmak üzere herkes ülkenin bir beka sorunu olmadığını çok net biliyor. Sadece Binali Yıldırım’ın bu konuyla ilintili sözleri bile, bekanın bir gerçeklikten ziyade iktidarın içinde bulunduğu müşkül durumdan çıkmak için sarıldığı bir retorik olduğunu anlamaya kâfi.
Velhasıl Türkiye’nin bir beka derdi yok ama iktidarın bir beka korkusu var. Eline geçirdiği ne varsa, önünü arkasını düşünmeden, muhalefetin kafasına fırlatması, iktidarın bu korkuyu iliklerinde hissettiğinin bir nişanesi. Ancak şirazeden çıkmış seçim kampanyası bu kez ters tepebilir ve iktidarın derdini daha da derinleştirebilir.
(*) Kürdistan 24, 20.03.2019
http://www.kurdistan24.net/tr/opinion/cd78e48b-7d4b-424d-8375-bbbf78afa488